27 Ara 24 - Cum 11:08:pm
Koyu Açık

Blog Post

Fikir Yorum > Fikir yorum > Müzakere

Müzakere

(Bu değerlendirme-yorumun uzun tutulmuş olması sebebiyle “yorumlar”da değil fikiryorum kategorisinde yayınlanması uygun görüldü.)

Ve Aleyküm Selam, Kemal Bey kardeşim.

Günümüzün sisli ve kirli ortamında Hak’kın ortaya çıkması için birbirimize ihtiyacımız var. Amaç tartışma değil, doğruyu yakalama çabasıdır..

Mealcilik de, sizin deyiminizle rivayet sultacılığı da hem Müslümanlar hem de ümmetin alimleri için modern ve yabancı bir olgudur. Bunlardan beriyiz, eyvallah.

 Konumuza gelirsek, ”İnsanlarla la ilahe illallah deyinceye kadar savaşmakla emrolundum ” hadisi şerifinin sorunlu olduğu konusunda ısrarınızın devam ettiği anlaşılıyor. Bu hadisin Kur’an bütünlüğüne aykırı olduğuna inanıyorsunuz.. Hadisin anlam derinliğine bakma, dilin imkanlarını araştırma çabalarını da zorlama tevil olarak niteliyorsunuz. Peygamberin öldüğünü, vahye arz etmenin şart olduğunu ve bunun Müslüman akledişinin temelini teşkil etmesi gerektiğini, hadisler konusunda ne süpürücü, ne de toptan emici olmamamızın lüzumunu, korunmayan Peygamber hayatının, sözlerinin korunan Kur’an’daki anlatımın mihengine vurulması gerektiğini iddia ediyorsunuz.

Yazınızda asıl cevap beklediğim bir iki noktayı -sehven olsa gerek-atlamış gözüküyorsunuz.

1-Söz konusu hadisi şerifin sorunlu olduğuna delil getirdiğiniz: ‘’Fitne kalmayıp, yalnız Allah’ın dini ortada kalana kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse sataşmayın. Zulmedenlerden başkasına düşmanlık yoktur.’’ Bakara 193 -Diyanet Meali- ayeti kerimesi hem Kur’an’a aykırı gördüğünüz hadisle anlam ve içerik olarak örtüşüyor, hem de bizzat temele yerleştirdiğiniz yaklaşımı çürütüyor kanaatindeyim. En doğrusunu Allah bilir.. Çünkü hadiste geçen İnsanların ‘’LA İLAHE İLLALLAH’’ demesi ile ayeti kerimede geçen “din yalnız Allah’ın oluncaya kadar” ifadesi aynı kapıya çıkar. Aksi kanaatte iseniz ‘’Din yalnız Allah’ın oluncaya kadar’’ ayetinin ne anlama geldiğini zorlama yapmadan(!), te’vile başvurmadan bize açıklamanızı lazım gelir.

Sizi tenzih ederek söylüyorum, modern icat kur’ancılık,  işi çok ileri götürdü ve Hak’tan saptı. Bu bakışa göre Kur’an, hiçbir işkâl barındırmazken, hadisler problemden geçilmemektedir. Hâlbuki hadisler için işlettiği mantığı ayetlere de icra etme cesaretine ve tutarlılığına sahip olsa, aynı türden yüzlerce problemle yüz yüze gelmesi işten bile olmayacaktır.

Bu adamlara hadis diyerek onlarca Kur’an ayeti sunulsa, bu yaklaşımları sonucu söz konusu ayetlere cahilce karşı çıkacak, eleştirecek, hatta reddedebileceklerdir.

2- Önceki yazımda: ‘’Gelmiş geçmiş İslam alimlerinin -ki uzmanlıkları bizden daha derindir-sorunlu görmediği bir hadisi Cumhuriyet kurbanı bizlerin Arapça’ya, İslam ilimlerine, hadis külliyatına, rical ilmine, vb. ilimlere vakıf olmadan ve söz konusu hadisin varyantlarını incelemeden yarım yamalak bildiklerimizle mahkum etmemiz haksızlığa sebep olabilir. ‘’ demiştim.. Bu noktada bir açıklama yapmanız belki daha iyi olabilecekken, ‘’Kültürün ürettiği Peygamberi mi baz alacağız’’ diye sormuşsunuz.

Kültürün ürettiği Nebi’den ne anladığımıza bağlı..

Kültürün ürettiği Peygamberden kastınız efsunlar, büyüler, yarı ilah bir kişilik, tevhid ilkelerine aykırı bir güç, şahsiyet vb. ise sadece benim değil, hiç bir Müslümanın buna kolay kolay teşni olmayacağına inanıyorum.

Eğer kültürün ürettiği Peygamber’den kastınız ilim geleneğimiz, alimlerimiz, bizi Resûlullah’a ve de sahih İslam’a bağlayan ana damar Müslüman ümmet anlayışı ise, orada durmak gerekir. Yani daha açık ifadeyle   Peygamber, ashab, Hasan Basriler, Ebu Hanifeler, İbni Teymiyeler, Şatıbiler, Ebu Suudlar, Mustafa Sabriler vb. ümmetin imam, alim vasfını verdiği, asıllar karşısında aynı duruşu sergileyen kimselerdir. İstisnalar, şaz olanlar konunun dışında tutulabilir.

Kanaatimce Müslümanlar bu iki kültür arasına kesin ve kalın çizgiler koymalıdır. Sapla saman karışmamalı.

Her kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra Peygamber´e muhalefet eder ve mü´minlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu o takip ettiği yola sevk ederiz ve onu cehenneme daldırırız. Ve ora gidilecek ne fena bir yerdir. Nisa 115

Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten nehy eder ve Allah’a iman edersiniz. Ali İmran 110

Bu iki ayeti kerimeyi dikkatle incelemenizi ve üzerlerinde bi daha düşünmenizi öneriyorum..

 Ümmeti Muhammed’in ümmetlerin en hayırlısı olduğuna ve emrettikleri şeye ‘maruf’, yani şer’an tanınmış iyi, nehy ettiklerine de ‘münker’ tabir buyurulduğu ayetlerle sabittir. Buna göre ümmet tarafından emr olunan, karar verilen şeylerin hak olması, uyulmasının da vaciplik gerektirdiği ortaya çıkmış olur. Ümmetin çoğunluğu ihtilaflarla bölünürse, hak ve isabetin hangi tarafta kaldığı kestirelemeyeceğinden, hak ve doğruluk imtiyazı ümmetin ittifaka yakın olan reylerine yani diğer tabirle ‘icma’ ya ait olması, Allah’ın rahmetidir. Buna riayet etmek, Müslümanların heva-heves, kapris, yakınına meyletme, gereğince tartamama gibi kişisel eksikleri aşıp, ortak akla itibar eden yorum, yaklaşım ve tutum sergilemesi anlamına gelecektir..

En iyi bilinen oruç, namaz, hac, zekat farizaları değil mi? Bunlardan her birinin ayetle sabit olan miktarı tefsire ihtiyaç duyan bir mücmelden (özet) ibarettir. Nitekim sizin de bildiğiniz gibi Kur’an-ı Rasûlullah’tan, Müslüman ümmetten kurtaran (!) günümüzdeki güya Kur’ancı yamyam akımlardan bazıları salat kavramıyla oynayıp, kelime anlamını dayanak yaparak ‘namaz’ farizasını bile inkar edebilmektedirler. Kendim karşılaştım, boşa yatıp kalkıyorsunuz, salatı ikame bu yaptığınız değil dedi bizzat bana bunlardan biri..

Ümmetin icması göz önüne alınmazsa, görmezlikten gelinirse, İslam ahkamından kesinlikle sabit olacak ve zaruratı diniye denilebilecek hiçbir şey sağlam kalmaz. Dinimizin ahkâmı kuşaktan kuşağa büyük bir tevatürle ulaşmıştır. Bu tevatür alelade bir tevatür olmayıp, her asrın alim, müctehid ve münevverlerinin tevatürüdür. Bu yüzden İslam dini kadar hükümleri korunmuş ve tesbit edilmiş başka bir din yoktur.

Müslüman ümmet olarak nevzuhur, zıpçıktı bir ümmet değiliz. İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet. İyiliğin inşasının, kötülüğün imhasının güvencesidir. Bunun ne demek olduğunu anlamak için Müslümanların etkisinin kaybolduğu günümüz dünyasının küfrüne, pisliğine, karaktersizliğine zalimliğine şöyle bir dönüp bakmak yeterlidir.

Bilinen bir gerçektir te, ayetlerin sübutu kat’i ise de, delaleti zannidir.. Bu yüzden Kitaba götürelim de hangi kitap? Kimin anlayışındaki Kitap diye sordum.    

İcma, delaletteki ve sübuttaki zannilikleri kat’iliğe doğru tahvil eder..

Secde, rüku gibi kavramların kelime karşılığı namazdaki olayı karşılamaz.. Tek rükulu, iki secdeli namaz sünnetle sabit olur..Mütevatir olmadığı zaman sünnetin de sübutu kati olmaz.. O zaman sübutun katilik kazanması için başka unsurların da teşekkülü gerekir.

Mütevatir sünnet biz Müslümanlara fıkıh formu altında gelmiştir ve ümmetin iliklerine işlemiş halde bütününe yayılmıştır. İlk günden beri Peygamber namazı nasıl kıldıysa Müslümanlar da öyle kılmışlardır.

Peygamberin hayatı boyunca aynı namazı kıldığını, ashabın da bunu hayatlarına uygulayarak gösterdiği olgusu, yani icma, bunun inkarını ve yorumlanıp değiştirilmesini önleyip engelleyen asıllardandır..

İcmanın en önemli işlevlerinden biri de dini tahrif ve tahripten korumaktır..

Müslümanların işlerinin yürütülmesinde şuranın en önemli ilahi emirlerden biri olduğu da unutulmamalıdır….Ortak aklın oluşması, doğruyu yakalamak için olmazsa olmazlardandır! Ümmeti Muhammed, hata üzerinde ittifak etmez..

3-Yanlış anlamadıysam  Kitap’a arz noktasını temele yerleştiriyor ve Rasûlullah’ın söz, fiil ve takrirlerinin kabulü için bunun şart olduğuna inanıyorsunuz..

Arz edelim, edelim de hangi Kitap’a arz edeceğiz?

Sadece Türkçe’de çoğu birbirini de tam tutmayan 400’ün üzerinde meal var.. Allah’ın kitabı tek değil mi?

Kur’an, Allah tarafından Arapça indirilmiş,  muciz olan, tevatüren intikal eden ve mushaflarda tespit edilen bir Kitaptır.

Mütevatir olmayana Kuran demiyoruz. Hatta herhangi bir lafzın Kuran olmasının ihtimal dahilinde olması bile, o lafzın Kuran olması için yeterli değildir.

Bir lafzın Kuran olabilmesi için üzerinde kesinlik, kat’ilik olması şarttır. Böyle bir lafzın inkarı da küfürdür. Kuran olduğu kesin olmayan bir lafza, Kur’an muamelesi yapmak, Kur’anı inkar gibi tehlikelidir.

Ulema, Ebu Hanife’nin görüşünü değerlendirip, Kur’an’ın mana ve nazımdan (lafız) ibaret bir isim olduğunu benimsemişlerdir.

Kur’an, lafzı ve manası itibariyle Kur’andır. Allah’a aittir. Soru şu, lafzı korunan Kur’an manaca da korunmuş mudur, nasıl?   

Meal, Kur’anı anlama, terceme çabasıdır. Aslın yerini tutmaz. Meali insan yazar, Kur’an Allah’ın kitabıdır. Arapça’dır.

Kur’an’ın asli mana ağlarının başka bir dile nakledilirken muhafaza edilebileceğini düşünmek yanlıştır. Hükümler asli manalarından çıkarılabilir, nakil sırasında asli manalarının muhafazasının ve tercümenin doğruluğunun garantisi yoktur. Arap olmayanlardan isteyenlerin, Kur’an’ ı ve onun dilini bilmeye ihtiyaç duymaksızın kitapta içtihat derecesine yükselebileceğini zannetmek doğru değildir.

Kur’an‘ın eşsiz belagati yönünden tercümelere üstünlüğü vardır. Tercümeler Kur’an olamaz, Kur’an Tercümeler ancak Kur’an ‘ ın manalarını karşılamaya çalışan faaliyetler olarak adlandırılabilir. Çünkü Kur’an’ın umumi manalarının yanında asıl delalet ettiği manalar ve hususi manalarının yanında da delalet ettiği yan ve tali manalar vardır. Bütün bu ve buna benzer sebeplerden dolayı mesela, Kur’an tercümesi ile namaz kılınmaz.

Eğer Kur’an’ın tercümesinden hüküm çıkarmak mümkün olsaydı, usulcüler müctehitte mesela Arapça bilgisi gibi, bir takım meziyetin bulunması şartını ileri sürmezlerdi.

Türkçe tefsir yazmakla Kur’an’ın Türkçe’ye terceme edilmesi birbirinden ayrı farklı meselelerdir.

Kur’anın tercemesi meselesi İncil ve benzerlerinin tercümesi olayına da kıyas edilemez. Çünkü incillerin Kur’an gibi sabit bir aslı yoktur.

Türkiye’de Türkçe terceme için can atanların  tercüme ile hedefledikleri şeyin Kur’an’ı Türklere yaklaştırmak değil, aksine Türkleri Kur’an ‘ dan uzaklaştırmak olduğu gerçeği de bilinen farklı bir derttir..

4- Kur’an ayetlerinin sübutu kat’idir, delaleti ise zanni olabilmektedir. Sahih anlam öncelikle, Rasûlullah’ın anlayışı, beyanı ve uygulamasıdır. Çünkü O, Allah’ın Resulüdür. Sahih anlam Müslümanlardan dile hakim, dine vakıf, derinliği olan ümmetin müctehidlerinin Kur’an ve sünnetin tümünden süzüp, icma ettiği konulardır.

Her bir insan Kur’an okuduğunda kendi kapasitesine, ilmine, görgüsüne vs. göre bir şeyler anlar..

Allah herkesin üzerinde ittifak ettiği, tek bir  sahih anlamı bizimle açıktan paylaşmamıştır..

Sahih anlam ancak ilimle, çabalarla, gayretlerle anlaşılıp, bilinebilir.

İbnu Abdilberr: “Allah resulüne itaatı ve ona uymayı, tıpkı Kitabı’na uymamızı emrettiği gibi özlü ve mutlak bir şekilde emretmiş, hiçbir kayıtlamaya gitmemiştir. Bazı sapıkların dediği gibi, ‘Kitab’a uygun olanı alınız’ dememiştir. Abdurrahman b. Mehdi, arz hadisini zındıkların ve Haricilerin uydurduğunu söylemiştir.

Bir grup alim, bu hadisi Kur’an’a arz etmişler ve bizzat bu hadisin Kur’an ile çeliştiğini ortaya çıkarmışlardır. Zira Allah’ın Kitabı’nda ‘Kitap’a uygun düşenler dışında Rasûlullah’tan gelen hiçbir hadisin kabul edilmeyeceğinden’ bahsedilmemektedir. Bilakis, Kur’an’da bulduğumuz kadarıyla Rasûlullah örnek olarak gösterilmekte, ona itaat emredilmekte ve her hâlükârda onun emrine muhalefet etmekten kaçınmak gerektiği zikredilmektedir.

Ayrıca uydurma bir hadisin Kur’an ile çelişmesi diye bir şart olmadığına göre, Kur’an’a arz ettiğimizde O’na uygun düşen bir hadis için “sahihtir” hükmünü de veremeyiz. Böyle bir durumda, arz metodunun hiç bir fonksiyonu olamayacağı gibi, Kur’an’a uygun düşen bir hadise bu uygunluğundan dolayı “sahih” demek, uydurma bir hadisi sahih kılmak demek olacaktır.

Sahabeden Hz. Aişe, Hz. Ömer, ebu Eyyüb d-Ensari, İbn Mes’ud, İbn Abbas gibi kimselerin bazı hadisleri Kur’an’a arzettikleri veya rivayet ettikleri hadisleri ayetlerIe pekiştirmeye çalıştıkları görülmektedir. Fakat, sahabenin bu uygulamaları ile ilgili elimizdeki misaller son derece sınırlıdır. Buradan anlaşılmaktadır ki:  Sahabe, arz metodunu genel olarak uygulamamış ve bu kritere, ancak belirli şartlar altında ve diğer tenkit metotları ile birlikte başvurmuştur.

Bu durum, söz konusu uygulamanın, bazı sahabelerin kendi içtihadı veya şahsi tutumu şeklinde değerlendirilebilir. Öte yandan, sahabe tarafından arz metoduyla tenkit edilen hadisler geniş sahabe topluluğu tarafından gelen rivayetler değil, çoğunluğun bilmediği haberlerden ibarettir.

Arz hadisi sahih olmasa da, Kur’an’a arz meselesi önceki Müslümanlarca da, özellikle Hanefi fakihleri tarafından  konuşulup tartışılmış bir konudur..

Vardıkları nokta ve şimdi yapılandan farkı şudur.. Kendisine arz edilen ayetin manasında ehil  alimler arasında ittifak olmalıdır,  arz edilen hadisin hem sahih olduğu noktasında gene ehil alimlerin  ittifak etmiş olmaları gerekir, hem de anlamı üzerinde de Müslümanların ittifak ettiği bir hadis olması gerekir..

Yani arz edilecek ayetin ve arz edilecek hadisin anlamı üzerinde ehlince ittifak olmalıdır..

Yoksa sen arz edersin uymaz, ben arz ederim yüzde yüz uyabilir.. Bu kaosu düşünebiliyor musunuz? Ayeti kendi  yorumumuza arz edip, Kur’an’a arz ettik kurgusuna kapılmamak için sağlam kurallar gereklidir!

5-  ‘’Rahman tarafından gönderilen ve korunan Kur’an mı? Kültür/gelenek tarafından üretilen ve korunaksız binlerce kaynak mı?’’ diye soruyorsunuz ve korunmayan bilgi kaynaklarının korunan bilgi kaynağına arzı doğru olandır, doğruya götürendir sonucuna varıyorsunuz.

Kur’an’ın birincil kaynak olduğunun altını ümmetin alimleri de çizmiştir ve bu konu tartışma dışı olmalıdır, amenna..

Ancak korunma işine ayrıntılı bakmak gerekir.

Hiç şüphe yok ki o Zikri biz indirdik biz hiç şüphesiz onun koruyucusu da mutlaka biziz. Hicr-9

Buradaki zamir iki ayrı şekilde yorumlanmıştır. Birincisi “zikr”e ait olmasıdır tefsircilerin çoğunun görüşü budur. İkincisi Ferrâ ve İbnü’l Enbârî’nin görüşleridir ki, Kur’ân üzerine indirilen Hz. Peygambere ait olmasıdır. Bu durumda manası onu cin ve şeytan şerrinden ve düşman tecavüzünden koruyan ve koruyacak olan da biz şanı Yüce Allah’ız demek olur. Bu da doğru bir mana olmakla beraber ayetten ilk bakışta anlaşılan, birinci manadır. Yani Allah Teâlâ, bununla Kur’an’ın fazlalık veya noksanlıkla bozma ve değiştirmeden korumasını üzerine almış ve korunarak kalmasını anlatmıştır. O halde bu vaat varken sahabe, Kur’an’ın Mushaf’ta toplanması ile niçin meşgul oldular, sorusu da sorulamaz. Çünkü hafızların Kur’ân’ı ezberlemesi gibi, sahabenin onu toplaması da Allah Teâlâ’nın koruma sebepleri cümlesindendir. Allah, onun korumasını üzerine aldığı içindir ki, onları bu şekilde toplamaya ve zapt etmeye muvaffak etmiştir.

Ayrıca

‘’Senden önce de, kendilerine vahy ettiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.’’ Nahl 43

Bu ayetten anladığımıza göre müşrikler peygamberin bir insan olmasına itiraz ediyorlardı. Allah (c.c.) bu ayetle onlara sorup öğrenmeleri için zikir ehlini adres gösteriyordu. Bu adresteki zikir ehli Kur’an ehli olamazdı, zira peygambere inanmayan ona tabi olanlara hiç inanmazdı o halde burada ki zikir ehli kimdi, zikir ne idi? Başka bir soru, Kur’anın korunmuş olması, buna karşın diğer kitapların korunmamış olması -ki tahrif olduğu açıkça ortada-dikkat çekici, hatta çelişkili değil mi?

Tevhid fıtri bir olgudur, ‘’Zikir’’ ise, hayatı tevhid üzere yaşamaktır. Yani asıl korunan başta Kur’an olmak üzere tevhid temelli dindir. Korunacak olan da budur.

Tüm Peygamberler tek din ama farklı şeriatler getirmişlerdir. Tevhid temelli din hiç değişmemiş, ama şeriatler, hükümler, kitaplar değişebilmiştir..

Allah, dini ilk günden beri korumuştur. Bugün de başta Kuran olmak üzere tevhide hizmet eden Rasûlullah ve O’nun temel mesajı da korunarak bize ulaşmıştır. Sayısız dünya dilinin yok olduğu bir evrende Kur’an’ın dayandığı dilin dipdiri olması da bu cümleden sayılabilir.     

Kitabın ve ayetlerin korunduğunu Kur’an’dan açık delillerle zaten biliyoruz. Lafız olarak aynen günümüze gelmiştir hamdolsun. Sünnet de nihai olarak Kur’an’a çıkmakta, onun açıklayıcısı olmakta ve onun etrafında dönmektedir. Kitap ve sünnetten her biri birbirini desteklemekte ve bir bütün görünümü vermektedirler.

Hz Peygamber zamanından bu tarafa kendisini gösteren ve İslam şeriatının her türlü tahrif ve değiştirmelerden korunmasını garanti eden faaliyetleri sıralarsak: Kur’an’ı ezberleyen hafızlar, Arap dilinin inceliklerine vakıf olan dil alimleri, sahih hadisleri araştıran, ravileri tenkide tabi tutan hadis alimleri, sünnetleri açıklayan, bid’atleri teşhir eden, kitap ve sünnetlerdeki şer’i maksatları ortaya koyan fıkıh usulü alimleri, kıraat ilmiyle meşgul olan alimler, dinini müdafaa eden, tefekkür eden, muttaki arifler, alimler içinden çıkarılan seçkin simalar (müctehidler) ki Allah ve Resulünden gelen nassları değerlendirmiş, kitap ve sünnet çerçevesinde ve Şari’nin maksatları doğrultusunda hükümler çıkarmışlardır…

İşte  ‘’şeriatın korunması ‘’ bu yollarla olmuş ve olmaktadır. Tevfik Allah’tandır. Muvafakat c.2, s. 54-55

6- ’Rasûlullah vefat etti ama Kitab-ı Mübin elimizdedir, Resûlullah’a itaat artık bütünüyle Kur’an’a sadakatle bağlamış oluyorsunuz. Kimi kötü niyetlilerin ve cahilane yaklaşımların rivayetlere/aktarımlara musallat olduğu-olabildiği apaçık ortadadır ve bu gerçeklikten hareketle korunmayanı korunana arz etmek en doğru olanıdır’’ diye de ekliyorsunuz.

Siz de takdir edersiniz ki Rasûlullah fani bir insandı ve öldü ama risalet ölmez. Kur’an’ın Allah’ın Peygamberine itaat etme emri, O’na uymamızı, O’nu önder edinmemizi, örnek almamızı, O’nun Mustafa, Mücteba, Meb’us olduğunu, alemlere rahmet olarak gönderildiğini vb. belirten sayısız ayeti boşa düşmüş olamaz. Kaldı ki Resul’ün vefatından sonra artık Kitap’ta anlatıldığı ile yetinin diye de bir ayet yoktur.

Tersine ilk günden beri Kitabın Allah’ın Kitabı olduğunu bilip iman ettikleri gibi Resul’ün de Allah’ın Resulü olduğunu bilen ve buna iman eden Müslümanlar, Allah’ın Kitabını da Resulünden dinle ilgili gelen şeyleri de öğrendiler, yaşadılar, aktardılar.. Dinlerinin parçası olduğuna iman ederek iliklerine işlediler. Günümüzde sapkınların yaptığı gibi Kitab-ı Allah’a nisbet edip, Peygamberi haşa Allah’ın gönderdiği, görevlendirdiği değilmiş gibi hayatını görmezden gelip onu diskalifiye etmediler.

Ey Nebi! Biz seni şahit, müjdeleyici, uyarıcı; Allah’ın izniyle kendi yoluna çağıran  davetçi ve aydınlatıcı bir kandil olarak gönderdik. Ahzab 45-46

Allah’ın Nebisi’nin bu gün de şahit, müjdeleyici, uyarıcı, Allah’ın yoluna çağıran davetçi ve aydınlatıcı kandil misyonu devam ediyor hamdolsun. Kitap ve Rasûlullah’ın sünneti birbirinden ayrı, gayrı şeyler değil, her ikisi de Allah’ın tevhid dinine hizmet eden ve birbirini destekleyen, tamamlayan asıllardır.

Hakkını helal et.. Biraz uzun oldu ama konunun önemine binaen önemli gördüğüm hususlarda kayıt düşmek istedim.. Yazdıklarımdan bir kısmı size değil, son dönemlerde pompalanmak istenen sapkın eğilim ve görüşlere yöneliktir. 

Kusurumuz varsa affola.

Selametle.

1 Yorum

  • Aziz Göktepe 29 Ara 2024

    ‘Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, doğrular (ve doğrulayanlar) şehidler ve salihler beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar.’ Nisa: 69

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir