Bugünün İlmiye Sınıfı, Dününkine Ne Kadar da Benziyor yazısına dair geniş yorum.
Bismillah..
Yakın tarihte yaşananları irdeleme ve ilmiye sınıfının yaklaşımını incelemenin, müslümanların üzerinde durması gereken hassas bir konu olduğunu ben de düşünüyorum. Bu sebeple Yakup Döğer kardeşimize teşekkür ediyorum.
Ancak yazının yersiz, cesur genellemeler ve üstünkörü çıkarımlarla malul olduğu kanaatim var.
Yakup kardeşimizin yaklaşımından, Osmanlı’nın yıkılışının yegâne sebebinin meşrutiyet idaresinin kabulüymüş gibi bir sonuç çıkıyor. Bu kabulün müsebbibi de, Ali İmran 159. ayetindeki hum zamirinin, kâfirleri de kapsayacak şekilde genişlemesine rıza gösteren ulema olmuştur. Sanki hum zamirinin kapsamı daraltılsaydı, ilmiye sınıfının kendisi de, Osmanlı da, din de baki kalacak, gavur galebe çalamayacaktı..
Yazıda, meşrutiyetin ilanında ulemanın yanlış tutumuna haklı olarak dikkat çekilmiş olmakla birlikte cesur genellemeler yapılmaya devam edilmiş, aşırıya kaçılmış, yaşla kuru aynı çuvala istif edilerek, aynileştirilmiştir.
İttihatçıların kimliğini, niyetlerini, çirkefliğini her kesimden önce ulemanın farketmesini beklemek hakkımızdır, doğru.. Devletin istihbaratı, silahlı güçleri, her türlü imkanları olsa da, ulemadan mümin feraseti bekleyebiliriz. Bunu fark edemeyerek parlamentoya mebus olarak giren Elmalılar, Mustafa Sabriler vb. bu eylemleriyle kullanışlı ahmak söylemini gerçekten hak ediyorlar, katılıyorum.
Peki, bu yanlışa düştüğü halde kısa süre sonra yaptığı yanlışı farkederek ittihatçılarla amansız bir mücadeleye girenleri istisna etmemize engel nedir? Hak, bunu gerektirmez mi?
Yazıda ismi geçen İskilipli Atıf Hoca..
Doğrusu hakkında fazla bilgim yok.. Bildiğim şey, yeni cumhuriyetin şehit etme ihtiyacı duyduğu müslüman bir alim.. Meşruti yönetim vs. modasına nasıl yaklaştığını bilmiyorum. Ama zalim rejimin kimin canına kastedip, kimlerle de oynaşa devam etmesi gerektiği konusunda dersini iyi çalıştığını farkettiğim için, aksi bilgi olmadıkça İskilipli Hoca Efendi konusuna hüsn-ü zanla yaklaşmaya devam edeceğim..
Mustafa Sabri Efendi’ye gelince..
İyi kötü hakkında bilgi sahibi olduğum, araştırma yapma imkanı bulduğum, kitaplarını okuduğum bir alim.. Bu yüzden aynı torbaya istiflenmesinin yanlış, hatta haksız bir yaklaşım olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Mebus olduktan kısa bir süre sonra.. İttihatçıları, onların gerçek yüzlerini ilk defa yakından müşahede fırsatı bulur bulmaz.. Ki, Yazarın da isabetle belirttiği gibi, kısa zamanda onların gerçek yüzünü görmüştü.
Yakup kardeşin ıskaladığı, unuttuğu, belirtmediği ama altının kalın çizgilerle çizilmesi hakşinaslık gereği olan nokta şudur.. Mustafa Sabri, bundan hemen sonra ittihatçılarla, onların zihniyetiyle canı, malı pahasına, her şeyi göze alarak mücadeleye girişmiştir. Yazar buraya dalma ihtiyacı görmüyor, çünkü diyor, artık elinden hiç bir şey gelmezdi, iş işten geçmişti..
Şu soruyu sormak gerekiyor..
Birinci meşrutiyet 1876 yılında ilan edildiğinde Mustafa Sabri Efendi, henüz çocuktu.. Peki neden birinci meşrutiyette iş işten geçmedi de, ikinci meşrutiyet ilan edildiğinde geçmiş oldu? Kardeşimiz himmet etse de birinci meşrutiyette iş bitti, iş işten zaten geçti sonucuna ulaşsa (!), belki sonrakilere bu kadar yüklenmezdi. O dönem çocuk olan Mustafa Sabri Efendi’ye böylesine abanmazdı belki de..
Unutmayalım, İttihatçılar dönme.. Ana hatlarıyla İslam düşmanıdırlar, bunu da şiddetle saklama ihtiyacı duyuyorlar. Gavurla gizlice iş tutuyorlar. Büyük tiyatrolar oynuyorlar.. Müslüman gözükmekle yetinmiyor bir de şeriatı, halifeyi, memleketi kurtaracaklarını iddia ediyorlar.. Benden, senden daha güçlü, İslami sloganlar atıyorlar. Bunlara aldanmak, gerçek yüzlerini hemen fark etmemek, hele onlarla önceden yakın teması olmayan, hayatını ilim tahsiliyle geçirmiş bir hoca efendi için olası bir durum değil mi?
Unutulmasın ki Mustafa Sabri Efendi bunlarla yakın çalışmaya başlar başlamaz gerçek yüzerini görüyor. Tıpkı daha halifelik kaldırılmadan önce, hükumet merkezinin Ankara’ya alınma kararı alındıktan sonra oynanan oyunu daha sahneye konulmadan sezip: Bunlar mürted oldu, bunlara kanan da gavur olur fetvasını hemen verdiği gibi..
Elinden geldiği, gücünün yettiği kadar mücadele etmeye, çarpışmaya başlıyor.. İşi ertelemiyor, savsaklamıyor. Eli-ayağı para için, mebusluk için titremiyor. Kendisini öldürmeye kalkışıyorlar. Bu amaçla evine yaptıkları baskından Allah’ın yardımıyla kurtulup, 1913 yılında yurt dışına kaçıyor. Sonra Romanya’da ve yurt dışında birkaç yıl yaşamak zorunda kalıyor.
Hakikat bu iken Yakup Döver kardeş Mustafa Sabri için diyor ki; Daha sonra siyasetten ve devletten tecrit edilince, düzene muhalefet etmeye başladı. Sanki maması kesilince menfaati için zıplamaya başlamış gibi..
Bu haksız yaklaşım, insanın içini acıtıyor.. El insaf.
Devam ederek diyor ki, II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte meclisi mebusandan her biri birer koltuk kapan ilmiye, yeni düzeni meşrulaştıran mersiyeler düzmeye başladı.. Memleket insanı açlık ve sefalet içinde yüzerken beş bin kuruş, on bin kuruş maaşlarla, işleri tıkırındaydı.
Mustafa Sabri meşrutiyetin devamı olan cumhuriyete muhalif oldu. İkisinin birbirinden farkının olmadığını anlayamamıştı. Mesele cumhuriyet miydi? Yoksa devlet imkânlarından uzaklaşması, statüsünü kaybetmesi miydi? diye de ekliyor.
Tek istisna yapmadan bu iddialarda bulunuyor.
Sözü süz söyle de, gönlü bulandırmasın.. Vee söz icabında Hakkı da altüst eden bir rüzgar gibidir, aman dikkat..
Her ne sebeple olursa olsun, Mustafa Sabri Efendi’yi tanımadığını açıkça göstermiş oluyor..
Yakup kardeşimizin unuttuklarını, ıskaladıklarını bir nebze de olsa, biz hatırlatalım..
1- Yazar, Mustafa Sabri’nin muhalefetinin cumhuriyete olduğunu, devlet imkânlarından uzak düştüğünde ya da devletteki statüsünü kaybettikten sonra muhalefete kalkıştığını iddia ediyor.
Bunu söylemek için(kardeşim beni bağışlasın) ya cahil olmak, ya da peşin hükümle, hınçla hareket etmek gerekir, kanaatimce. Hak’tan bu kadar uzağa düşmek ancak böyle mümkün olabilir. Allah, en doğrusunu bilir.. Hainlik şıkkının ise tabii ki burada yeri yok..
Her neyse.. Bu iddianın köksüz, yanlış, merhametten ve aklı selim değerlendirmeden uzak olduğuna inanıyorum.
Mustafa Sabri Efendi cumhuriyetin daha esamesi bile okunmuyorken, hem ittihatçılara tam ve kesin muhalefette bulunmuş, hem de ittihatçıların ipini elinde tutan emperyalistlerin sinsice dayattıkları reformist zihniyete savaş açmıştır. İslam kılıfı altında yeni din icadı çabalarını, dini ehlileştirme amacıyla tezgaha konan reform tuzaklarını erkenden fark etmiştir. Bütün varlığı ile buna karşı topyekûn mücadeleye girişip insanları uyarmış, bizlere de bu konuda yeterli malzeme bırakmış, örnek, önder bir İslam Âlimidir. Allah rahmet etsin..
Bu sebeple daha 1910’lu-1915’li yıllarda reformistlerin ve onların ipini elinde tutan batılı zihniyetin belini kıracak çaba ve mücadelelere girişmişti. Reformist önderlere, İslam Dini’ni delik-deşik eden ve batılı emperyalistlerin amacına uygun hareket ederek dinin orasını burasını rendeleyen, yeni şekiller vermek isteyen Kazanlı Musa Kazım Bigiyef ve benzeri adamlara karşı reddiye mahiyetinde kitap ve makaleler yazarak mücadele etmiştir..
Bu çalkantılı dönemde insanüstü koşuşturma, mücadele içindeyken bile, cumhuriyet kurulmadan önce reformistlerin çanına ot tıkayan ‘’Dini Mücedditler’’ adındaki kitabını yazabilmiştir.
Mustafa Sabri Efendi’ye göre ana problem şudur: Günümüzde Müslümanım diyen insanlar, aydınlar, âlimlik iddiasındakiler…Maalesef bilerek ya da bilmeyerek batının pozitif bilimini putlaştırmış durumdadırlar. Ya da batının pozitif bilimine olan imanları, Allah’a olan imanlarından daha güçlü durumdadır, bu da şirktir…Temel problem budur.
Reformist çabaların arkasındaki itici güç te, amaç ta maalesef bu yenilmişlik ve aşağılık duygusundan besleniyor. Müslümanlar, sadece Allah’a ve gönderdiği dine güvenmeleri gerekirken, böyle yapmayarak terazilerini ve kimyalarını bozdular.
Halbuki hayatımıza hâkim olması gereken tek güç, sadece Allah’tır. Hem birey olarak hem de toplum olarak tabi olmamız gereken tek program, Allah’ın gönderdiği programdır. Bu programa teslim olmayıp, onu yeterli görmeyip başka programlara ihtiyaç duyanlar, müslüman değildirler.
Mustafa Sabri’nin o gün, yani Cumhuriyet öncesi yazdıkları, hicretten sonra bol bol yazdıklarıyla da uyumludur ve günümüze güçlü şekilde ışık tutmaktadır.. İlmin olmadığı, alimin yetişmediği, bağımsız İslami eğitim kurumlarından mahrum olduğumuz günümüzde bile, reformistlerin hain tuzaklarına ve dini altüst eden tuzaklarına karşı koymak isteyen gariban müslüman, Mustafa Sabri’nin 1913’lerde, 1915’lerde, 1920’lerde ya da hicret ettikten sonra yolunu aydınlatacak şekilde güzergahımıza yerleştirdiği işaretlere sımsıkı sarılmak zorundadır.
2-Mustafa Sabri Efendi, beş-onbin kuruş dolgun maaşa, vekillik koltuğuna, mevkiye, makama yapışan, kulluk eden bir tip olmadığını giriştiği müslümanca mücadelesiyle açıkça ortaya koymuştur. Bu yönüyle onu, kötü örneklerle, hele de bugünkü dalkavuklarla aynı kefeye koymak, akıl tutulmasıdır. Bunu görmemek için kör olmaktan daha ileri sıkıntılara düçar olmak gerekir.
Mebus seçildikten kısa bir süre sonra kendine meclis kapısını açan İttihat ve Terakkicilerle onları yıkmak, alaşağı etmek üzere açık bir mücadeleye girişmiştir. Bu sebeple ittihatçılar 1913 yılında kendisini öldürmeye kalkışmış, canını zor kurtararak kaçmış, kaç yıl yurt dışında yaşamak zorunda kalmıştır.
Doğru soru şudur: Mebusluk mevki değil mi, mebus maaşı en yüksek maaşlardan biri değil mi? Bunlara kulluk eden bir insan, mahbubunu tepip hayatını tehlikeye atar mı? Aklını peynir ekmekle mi yemiş?
Ohh, kebap..On dönüm bostan, yan gel yat, Osman.. Sergilenen mantığa göre böyle yapması gerekmez miydi?
Hayır, değil tabii ki.. Çünkü müslüman insan canını, malını Allah’a adamıştır. Müslüman paranın, mevkiinin değil, Allah’ın kuludur.. Mustafa Sabri de, hem büyük bir âlim, hem ilmiyle amil iyi bir müslümandır. Bunu da hayatıyla, yaptıklarıyla göstermiştir.
3-Mustafa Sabri Efendi, yazıda zikredilen Elmalı Hamdi Yazır, Mehmed Akif, Hasan Basri Çantay, Ahmet Hamdi Aksekilerle aynı torbada istiflenecek birisi de asla değildir..
Sayılan isimler(Akif istisna edilebilir mi bilmiyorum), cumhuriyet kurulduktan, açık açık Allah’ı ve kanunlarını reddedip küfrünü ilan ettikten sonra bile rejimin nimetlerinden açıkça ve cömertçe istifade etme imkânı bulabilen insanlardır.. Öldükten sonra da bu nimet yağmuru devam etmiştir. Bu nokta, dikkate değer kanaatimce..
Mustafa Sabri hariç.. İskilipli de zaten şehit edilmişti..
Elmalılı Hamdi Yazır’a bakalım mesela..
Merhum, Cumhuriyetin kurucuları ve yürü kulum dediği insanlarla derin ilişkiler içindedir, onlarla yakın akrabalık bağları vardır..
Mesela Mehmet Emin Paksüt(1914, İstanbul – 27 Ağustos 1995).. Elmalılı Hamdi, bu adamın dayısıdır.. Paksüt yani Elmalılı’nın yeğeni, İstiklal Mahkemesi başkanlığı da yapan Kel Ali lakaplı Ali Çetinkaya’nın damadıdır.. İstiklal mahkemesinde yargılanan Elmalılı, Ali Çetinkaya tarafından serbest bırakılmıştır. Ayrıca Paksüt, Cumhuriyet döneminde vekillik ve bayındırlık bakanlığı yapmıştır..12 Eylül Darbesinin ardından bile Kenan Evren tarafından Başbakanlık teklifi almıştır, yaşının 70’i aştığını, faal döneminin geride kaldığını, yararlı olamayacağını ifade ederek reddetmiştir. Hatırlanacaktır, son dönem adı Fetö olaylarında öne çıkan, Anayasa Mahkemesi Başkan vekilliği yapmış meşhur Osman Alifeyyaz Paksüt’ün de babasıdır(koltuklar babadan oğula geçiyor, saltanat devam mı ediyor, ne?).
Hamdi Yazır Hoca ayrıca, modern cumhuriyetin nimetlerini tepe tepe kullanan, Türkiye’nin sayılı zenginlerinden ve etkili güç odaklarından Erenköy Cemaati liderleriyle ve daha başkalarıyla yakın akrabadır, derin ilişkilere sahiptir.
Musa Topbaş’ın kardeşi ve Eymen Topbaş’ın babası Hulusi Topbaş, Yazır Hoca’nın damadıdır. Anap kurucularından İstanbul il başkanı Eymen Topbaş ve Ömer Faruk Topbaş Yazır’ın torunlarıdırlar.
Çok çeşitli yönlerden ilgi çekici isimler olan Halit Narin, Pakize Germirli, Semiha Şakir, Ghade Şakir, Sabri Ülker, Abdullah Tivnikli vs. vs. ile dolaylı olarak akrabadır. Topbaşlar, BİM gibi büyük kuruluşların sahipleridirler. İlim Yayma Cemiyeti vs. gibi kuruluşlarla da Türkiye İslamcılığının mimarları sayılırlar. Saydığımız ve dahi sayamadığımız akrabaların karanlık, ahlaksız yaşantıları incelemeye değer ayrı bir konudur, ayrıntıya girmeyeceğim..
Okan Bayülgenle Hamdi Yazır Hoca’nın yakın akrabalıkları kamuoyunda zaten bilinen bir konudur.
Hocaefendi’nin büyük oğlu Muhtar Yazır tıpkı Topbaşlar gibi, emperyalistler için sömürge ülkelerine yönetici yetiştiren Galatasaray Lisesi’nde okumuştur.
Cumhuriyet rejimi Hamdi Yazır’a tefsir yazmasını teklif etmiş ve bunun karşılığı olarak da altı bin lira tahsisat ayırıp, ödemiştir.
İsmi yazıda geçmese de Babanzade Ahmed Naim Efendi de çevresi ve ilişkileri bakımından Elmalılı Hamdi Yazırla büyük benzerlikler gösterir. Nitekim, Cumhuriyet kurulduktan sonra alimler sudan sebeplerle asılırken, Daru’l-Fünun Rektörlüğüne tayin edilmiştir.
Babanzade ailesinin neredeyse tüm evlatları, torunları Galatasaray Lisesi mezunudurlar. Yeni kuşak torunların tercih ettiği lise ise daha çok Saint Benoit Fransız Lisesi olmuştur.. Gavur okulları niye tercih edilirse???
İlk tahsilini Bağdat’ta tamamladıktan sonra İstanbul’ a gelen Ahmed Naim Hocaefendi, 1891’de kendisi de Galatasaray Lisesi’ni, 1894 yılında da Mülkiye Mektebini bitirir. Naim, 1895’de ek görev olarak Galatasaray Lisesi’nde Arapça hocalığına başlar. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından sonra “Maarif Nezareti”ne geçer.
Ahmed Hamdi Akseki’ye gelince.. Kurulan la dini rejimin diyanet işleri başkanlığını yapmıştır. Cebeci Asri mezarlığında medfundur, fazla söze de hacet yoktur..
Şimdi..
İstibdad ve hürriyet-mürriyet martavallarıyla Abdülhamid’e sallamak kullanışlı ahmaklık oluyor! Kabul.. Haklı söze ne denir?
Hayatını kısa bir süre hariç ittihatçılarla, batılı gavur zihniyetiyle, yeni din icat eden emperyalist maşası reformistlerle mücadele ile geçiren.. Yalnız ve sadece Allah’a kulluk konusunda hayatını ortaya koyan.. Etliye sütlüye karışmayanların hakim olduğu karışık bir ortamda kefeni cebinde gezen.. Canını, malını, her şeyini ortaya koyan.. Kılıcı elinden alındıktan sonra kalemini kılıcından da daha keskin kullanarak mücadelesini devam ettiren mücahit bir âlimin hakkını teslim etmemek, yakışık alır mı? Bunu yapmak, kullanışsız ahmaklık olarak mı adlandırılır?
Neymiş? Sen milletvekili olup kısa bir dönem ittihatçılarla yan yana durdun.. Tamam da yanlışı fark edip onların safını terk ettim! Onlarla savaştım. Hangi sebep ve hakla ağzımla kuş tutmamı istiyorsunuz?
Mesela, Hz. Ömer’in hayatını çalışan biri, Ömer’in Resulullah’ı öldürme çabasına, isteğine, dönemine takılı kalırsa, onu aşamazsa nasıl doğru bir Ömer algısı olacak, oluşturacak? Nasıl Hakka isabet etmiş olacak? İyi de bu adam, Resulullah’ı öldürmeye kalktı tekerlemesini hayat boyu tekrar edip, durur..
Mustafa Sabri Efendi’nin geçici ve kısa bir dönem yeterince tanımadığı ittihatçıların tiyatrosuna kanmış olmasına takılı kalmakla, Hz. Ömer örneğindeki gibi haksızlığa düşebiliriz.
Resulullah dönemindeki münafıkları düşünelim..Ashabtan biri veya çoğu bunları fark etmedi,edemedi diye, kalplere nüfuz edecek şekilde yaratılmayan insanoğlunu nasıl ve hangi hakla bununla mükellef tutup suçlayabiliriz?
Yakup kardeşimize soruyorum..
Yakın tarih çalışıyorsun.. Saygı duyuyoruz.. Lütfen Mustafa Sabri imanında, azminde, gayretinde, ferasetinde birkaç isim yazıp müslümanların ilgisine sunar mısın? Vardır muhtemelen, ben bilmiyorum.. İşin uzmanı değilim.. Lütfen rahmet okuyacağımız, eserlerini okuyabileceğimiz, örnek alacağımız birkaç isim.. Mustafa Sabri kadar olmasın, yarısı kadar olsun, razıyım.. Birkaç isim olmasın, bir-iki isim olsun, hatta tek isme bile razıyım.. Mustafa Sabri’den daha iyi, daha doğru mücadele eden kim var?
Şunu söylemeliyim ki iyi, helal süt emmiş, mücahit, örnek alınacak âlimlerin var olduğuna kesin olarak inanıyorum.. Zaten 50 yıllık İslami birikimime, ilgime rağmen Mustafa Sabri’yi, müslüman kimliğini, ilmini ve mücadelesini şahsen tesadüfen öğrenmiştim. Yeni rejim işini iyi yapıyor, bunların üstünü özenle örtüyor. Müslümanlık iddiasındaki bizler ise ya maişet derdine düşmüş, düşürülmüşüz, ya da yeterli gayreti göstermeyen tembelleriz.. Veya arkasına yaslanıp Müslümanlar hakkında ileri geri konuşan, hiç bir şeyi beğenmeyen, yapılanları eleştiren ve bunlarla tatmin olan boş-beleş insan sayımız tonlarca…
Hâlbuki cumhuriyetin üstlerini kalın taşlarla örttüğü örnek ve önder insanları bulup keşfetmek, onların eserlerini bugün zırcahil bırakılmış samimi gariban müslümanların istifadesine sunmak ne kadar müthiş ve güzel bir iş olur, değil mi?
Son olarak..
Rabbimiz emretmişti ki mü’minlere karşı alçak gönüllü, şefkatli olun diye.. Müminlere karşı alçak gönüllü olmanın Türkçesi kardeş olmaktır, olur olmaz ipliğini pazara çıkarma çabasında olmak değildir.. Onurlu duruşumuzu kâfirlere karşı sergilemeliyiz.
Batılı güçler, onların mamulü la dini cumhuriyet, tüm imkanlarını seferber etmiş, Mustafa Sabri ya da benzerleri ile ve onların müslüman zihniyeti mücadele ediyorlar. Bu insanların üstlerini örtüyorlar ya da iftiralarla şeref yoksunu gibi göstermeye kalkışıyorlar.. Mesela Mustafa Sabri, İngiliz muhibbi gibi sunuluyor.
Bu tablo karşısında bizler de sinekten yağ çıkarma cehdiyle bunların eksiklerinin, yanlışların peşine düşüp, encamından çok büyük gibiymiş de algılayıp sunarsak, müslümanlara haksızlık edip, gavurun ekmeğine yağ sürmüş olmaz mıyız? Allah, bunu kabul eder mi?
Sonuç..
Bugünün ilmiye sınıfı dününkine ne kadar benziyor?
Kanaatimce; ‘bu günkü la dini Cumhuriyetin, dünün İslam’a bağlılık ilan eden Osmanlı yönetimine’ benzediği kadar benziyor..
Vesselam..

(Resim: II. Meşrutiyet Devri Parlamento Açılışı)
Yakup Döğer 18 May 2025
Mehmet abim, değerlendirmeleriniz ve katkınız teşekkür ederim. En kısa zamanda size yanıt vermeye çalışacağım inşallah.