20 Haz 25 - Cum 9:09:am
Koyu Açık

Blog Post

Fikir Yorum > Okumalardan Notlar > Kur’an-ı Kerim Okumalarından Notlar: (SÂFFÂT SÛRESİ 160-173. ayetler)

Kur’an-ı Kerim Okumalarından Notlar: (SÂFFÂT SÛRESİ 160-173. ayetler)

159. “Allah, o inkârcıların isnat ettikleri niteliklerden münezzehtir.”  

160. “Allah’ın samimi kulları başkadır (onlar gibi davranmazlar).”

161-162. “Siz ve taptıklarınız; hiçbiriniz onu (samimi kulu) Allah’a inancı hususunda saptıramazsınız.”  

163. “Ancak cehennemi boylayacak olan başka.”

   En doğrusunu Allah bilir ya, Cenâb-ı Hak bu âyetlerde şunu söylemektedir:

Sizin ve taptıklarınızın onları fitneye düşürmeye ve saptırmaya gücünüz yetmez, ancak Allah’ın ilminde, onlardan dalâleti seçeceği belli olanlar müstesna!

Cenâb-ı Hakk’ın onlardan cehennemi boylayacak olanları istisna etmesi, saptırması açısından değil, cehennemlik olduklarını bilmesi itibariyledir. Nitekim Cenâb-ı Hak bu konuda başka bir âyette meâlen şöyle söylemektedir: “Şüphesiz, sapmışlardan sana uyacak olanlar dışında kullarım üzerinde senin hâkimiyetin olmayacaktır”{Hicr-42}.

Diğer bir âyette de şunu haber vermektedir: “Gerçek şu ki o şeytanın, iman etmiş olanlar ve Rab’lerine dayanıp güvenenler üzerinde bir hâkimiyeti olamaz. Şeytanın hâkimiyeti ancak onu kendilerine dost edinenler ve onun yüzünden müşrik olanlar üzerinde geçerlidir”{Nahl-99,100}. En doğrusunu Allah bilir.

Bu düşünce ve yaklaşım kader düşüncesinin de temelini oluşturur. İslam’a göre insanların fiilleri kendi seçimleridir. Allah’ın takdiri olarak değerlendirip kulun çaresiz ve kaderine mahkûm, alın yazısı vs olarak değerlendirilmez. Kulun yapacağı fiillerin Allah tarafından bilinmesi, Allah’ın mutlak ilmi sayesinde bilmesi iledir. Yoksa Allah ona müşrik olmayı nasip ve takdir etti denmez. Allah mutlak, ezeli ve ebedi ilmi sayesinde biliyor denir.

Bu ayetlerde de kulun seçimi ön plana çıkarılmıştır. İman ya da şirk kulun seçimidir.

   Siz ve taptıklarınız.

Bu beyandan maksat, kendilerine tapılan cinler veya melekler olabilir. Tapılan putlar da olabilir; çünkü saptırma işi bazen onlara nispet edilmektedir. Şu ilâhî beyanda olduğu gibi: “Rabbim! Putlar insanlardan birçoğunun sapmasına sebep oldu”{İbrahim-36}. En doğrusunu Allah bilir.

Hiçbiriniz onu (samimi kulu) Allah’a inancı hususunda saptıramazsınız.

Yani cehennem ehlinin amelini işletmek üzere size hâkim olunanlarınız hariç, sizin bâtıl inançlarınızla, yani taptığınız bâtıl putlarınızla benim kullarımı saptıramazsınız. Hiçbiriniz onu (samimi kulu) Allah’a inancı hususunda saptıramazsınız. Ancak cehennemi boylayacak olan başka meâlindeki âyetler hakkında Ömer b. Abdülazîz ve Hasan-ı Basrî’nin şöyle dedikleri rivayet edilmiştir:

Siz, tanrılarınızla cehennemi boylamak üzere kendisine hâkim olunanlar hariç, hiç kimseyi saptıramazsınız. Bu da bizim söylediğimize yakın bir mânadır. En doğrusunu Allah bilir.

   Ancak cehennemi boylayacak olan başka meâlindeki âyet konusunda bazıları şöyle dedi: Levh-i mahfûzda cehennemi boylayacağı yazılmış olanlar başka. Bazıları da, cehennemi boylamasına Allah’ın razı olduğu kişiler başka, anlamı verdiler. Bunun aslı, bizim söylemiş olduğumuz mânadır. En doğrusunu Allah bilir.

164. “(Putperestlerce Allah’ın kızları sayılan melekler şöyle derler:) Bizim her birimizin mutlaka belli bir yeri vardır.”

   Melekler tarafından söylenen bu sözün iki anlama gelmesi muhtemeldir. Birincisi, meleklere kulluk etmelerini insanlara emretmekten kendilerini aklamak mânasına gelir, yani bizim her birimizin mevlâmıza ve yaratanımıza kulluk etmekte belli bir yeri vardır, bir an bile O’na kulluktan uzak duramayız, böyleyken insanlara bize kulluk etmelerini nasıl emrederiz? Tıpkı şu ilâhî beyanda olduğu gibi: “Melekler şöyle cevap verecekler: Hâşâ! Sen yüceler yücesisin. Bizim velimiz onlar değil sensin”{Sebe-41}.

Yani biz senin velimiz olman peşindeyiz, bundan nasıl uzak durabiliriz? Yahut muhtemelen şunu söylemek istemişlerdir: Senin bizim velimiz olmanı sağlamak gayreti, bizi sözü edilen her şeyden alıkoymaktadır. En doğrusunu Allah bilir.

   Her birimizin mutlaka belli bir yeri vardır.

Muhtemelen bundan maksat, asla bırakılamayan ve terk edilemeyen belli ve sınırlı bir yerdir. Belli bir makam. Bu belli bir ibadet mânasına da gelebilir. Nitekim Hakîm b. Hizâm şöyle demiştir: Resûlullah (s.a.) ashabı ile birlikte iken bir ara onlara şöyle dedi: “Benim duyduklarımı siz de duyuyor musunuz?” Biz bir şey duymuyoruz Yâ Resûlallah, dediklerinde Hz. Peygamber (s.a.) şöyle söyledi: “Gökyüzünün gıcırdama sesini duyuyorum. Gökyüzü gıcırdamaktan dolayı kınanamaz, çünkü orada bir meleğin alnını yere koymadığı veya kıyama durmadığı bir karış kadar bile boş bir yer yoktur”{İbni Kesir ve Suyuti}. En doğrusunu Allah bilir.

165. “Biz mutlaka (o yerlerde) saf tutarız.”  

166. “Ve biz, kuşkusuz Allah’ı tesbih ederiz.”  

167. “O putperestler hep şöyle derlerdi:”  

168. “Elimizde öncekilerden gelmiş bir kitap bulunsaydı;”  

169. “Elbet biz de Allah’ın halis kulları olurduk.”  

170. “Ama şimdi bu kitabı (Kur’ân) inkâr ediyorlar! Yakında her şeyi öğrenecekler!”

   Biz mutlaka (o yerlerde) saf tutarız.

Buradaki saf tutarız kelimesi muhtemelen, nasıl ki âdemoğulları saf olup cemaat halinde namaz kılıyorlarsa, melekler de saf tutarak namaz kılıyorlar anlamına gelir. Saf halinde kıyam ediyorlar yahut saf halinde rükû yapıyorlar veyahut saf halinde secde ediyorlar mânasına da gelebilir. En doğrusunu Allah bilir.

   Ve biz, kuşkusuz Allah’ı tesbih ederiz.

Müfessirlerin söylediklerine göre tesbih ederiz lafzı, namaz kılarız anlamına gelir. Her türlü noksanlıktan tenzih etmek mânasına da gelebilir, onlar mülhitlerin söyledikleri sözlerden Allah’ı tenzih ediyorlar. Tesbih ederiz sözü, devamlı olarak ve hiç ara vermeden ibadet ederiz anlamına da gelebilir. En doğrusunu Allah bilir.

   Elimizde öncekilerden gelmiş bir kitap bulunsaydı; elbet biz de Allah’ın halis kulları olurduk.

Bu ilâhî kelâmın anlamına dair ihtilaf edilmiştir. Bazıları şöyle dedi: Resûlullah (s.a.) peygamber olarak gönderilmeden önce Mekkeliler şöyle diyorlardı: Yahudileri ve Hristiyanları Allah kahretsin! Çünkü onlar peygamberleri inkâr ettiler. Eğer bize öncekilerden bir kitap veya bir beyan gelmiş olsaydı elbette biz de Allah’ın halis kulları olurduk.

Onlar böyle diyorlar ve Allah adına yemin ederek sözlerini teyit ediyorlardı, nitekim Cenâb-ı Hak şöyle haber vermektedir: “Onlar kendilerine bir uyarıcı gelirse herhangi bir ümmetten daha fazla doğru yolu tutacaklarına dair var güçleriyle yemin etmişlerdi. Ama onlara uyarıcı gelince bu sadece (haktan) uzaklaşmalarını arttırdı”{Fatır-42},

Yani uyarıcı geldiğinde Rab’lerini inkâr ettiler. En doğrusunu Allah bilir. Bazıları da şöyle söyledi: Resûlullah (s.a.) onları ikaz ediyor, Allahtan başkasına itaat ve kulluk eden ve peygamberleri inkâr eden önceki ümmetlere nasıl Allah’ın azabı geldi ise, Allahtan başkasına itaat ve ibadet ederlerse, onlara da azabın geleceğini söylüyordu.

O zaman şöyle diyorlardı: Elimizde öncekilerden gelmiş bir kitap bulunsaydı, yani geçmiş ümmetlerin neden helâk edildiklerine dair elimizde bir haber bulunsaydı ve onların gerçekten Muhammed’in söylediği sebeple helâk edildiklerini bilseydik, elbette biz de Allah’ın halis kulları olurduk.

Bunun üzerine Cenâb-ı Hak onlara, önceki ümmetlerin, Muhammed aleyhisselâmın söylediği sebepten helâk edildikleri haberini bildirdi, ancak onlar kabul etmediler ve inatla inkâr ettiler. Muhtemeldir ki onlar bunu delil olarak ileri sürmüşlerdi, yani atalarımız da böyle yaşadılar, onlar da bizim yaptıklarımızı yaptılar ve azaba uğramadılar, şayet yaptıkları Allah nezdinde rızaya mazhar olmasaydı ve onlar böyle yapmakla emrolunmuş olmasalardı, Allah onları rahat bırakmazdı.

Bu, şu ilâhî beyanlarda belirtildiği gibidir: “Putperestler diyecekler ki: Allah dileseydi ne biz ortak koşardık ne de atalarımız”{Enam-148}, “Onlar bir kötülük yaptıkları zaman ‘Babalarımızı bu yolda bulduk. Allah da bize bunu emretti’ derler”{Araf-28}. Buna benzer sözlerle onlar, anlamsız deliller ileri sürüyorlardı. Buna göre muhtemelen onların, elimizde öncekilerden gelmiş bir kitap bulunsaydı; elbet biz de Allah’ın halis kulları olurduk sözünü, onlar bizim yaptığımız şeyleri yaptıkları için ve söylenen şeyler yüzünden değil, başka bir şeyden dolayı helâk edilmişlerdir diyorlardı.

   Elbette biz de Allah’ın halis kulları olurduk.

Buradaki “muhlasîn” kelimesindeki lâm harfi üstünlü olarak okunur. Onların sözlerinin zâhirine göre ise esreli olarak “muhlisîn” diye de okunur; buna göre eğer öyle olsaydı, biz de ihlasla Allah’ın birliğini kabul eder ve O’na kulluk yapardık anlamına gelmesi de caizdir. Ancak “muhlasîn” lafzı, öyle olsaydı Allah özel olarak bizi seçerdi mânasına gelir. En doğrusunu Allah bilir.

   Cenâb-ı Hak, önceki ümmetlerin Muhammed aleyhisselâmın sözünü ettiği inkârdan dolayı helâk edildiklerine dair beyanı geldikten sonra onların inat ettiklerini, büyüklendiklerini ve inkâr ettiklerini haber vermektedir:

Şimdi bu kitabı (Kur’ân) inkâr ediyorlar! Yakında her şeyi öğrenecekler!

Delillerin ve âyetlerin haberleriyle gerçeği öğrendikten sonra gözleriyle de görerek yakında her şeyi öğrenecekler. En doğrusunu Allah bilir.

171. “Andolsun ki elçi olarak gönderdiğimiz kullarımıza geçmişte söz vermiştik:”  

172. “Zafere mutlaka onlar ulaşacaklar.”  

173. “Galip gelenler kesinlikle bizim ordumuz olacak.”

   Andolsun ki elçi olarak gönderdiğimiz kullarımıza geçmişte söz vermiştik: Zafere mutlaka onlar ulaşacaklar.

Bu ilâhî kelâmın anlamına dair ihtilaf edilmiştir. Bazıları şöyle dedi: Zafere ulaşanlar resullerdir, Allah onları insanlardan ve onların kötü niyetlerinden korumuştur.

Bazıları da şöyle dedi: Nihaî akıbeti kendileri kazanacağından dolayı onlar zafere ulaşacaklardır, çünkü işin başında mağlup olsa bile akıbette zafere ulaşmayan hiçbir peygamber yoktur.

Bazıları ise şöyle söyledi: Zafere mutlaka onlar ulaşacaklar, yani onlar kanıtlarla, mûcizelerle ve delillerle zafere ulaşacaklar. Getirdikleri deliller ve ayetlerle galip gelecekler, şüpheleri ve kafalardaki karışıklıkları kaldıracaklar. En doğrusunu Allah bilir.

   İlk yorumu yapanlar şu âyet-i kerimeyi delil getirirler: “Nice peygamber vardır ki onunla birlikte birçok Allah erleri savaştılar”; bu cümle bazı kırâatlarda, onunla birlikte bulunan birçok Allah erleri düşmanları öldürdüler, anlamına gelecek şekilde okunmuştur, “Allah yolunda başlarına gelenlerden ötürü gevşemediler, yılmadılar, boyun eğmediler”{Ali İmran-146}. Cenâb-ı Hak burada, onlar savaşta öldürülseler bile asla gevşemediklerini ve boyun eğmediklerini haber vermektedir. Sonra şöyle buyurmaktadır: “Onların sözü şunu demekten ibaretti: Rabbimiz! Günahlarımızdan ve işimizdeki aşırılıklardan ötürü bizi bağışla, sebatımızı arttır, kâfir topluluğa karşı bize yardım et!”{Ali İmran-147) Yüce Allah da şu âyet-i kerimede onlara daha güzelini verdiğini haber vermektedir: “Allah onlara dünya nimetini ve ahiret nimetinin de güzelini verdi”{Ali İmran-147}. En doğrusunu Allah bilir ya, bu âyet-i kerime de, onlar mağlup olsalar ve öldürülseler bile zafere onların ulaşacağı manasına gelmektedir.

   Zafere mutlaka onlar ulaşacaklar. Burada “innehum” ve “lehum” şeklinde iki tane zamir kullanılmıştır, bunların ikisi de aynı anlama gelir ve tekit manasını ifade ederler. Buna benzer ifadeler başka âyetlerde de kullanılmıştır: “Biz mutlaka (o yerlerde) saf tutarız”{Saffat-165}, “Muhakkak ki ben yalnızca ben âlemlerin Rabbi olan Allah’ım”{Kasas-30}. Bu âyetlerde zamir tek olsaydı yine aynı anlamı ifade ederdi, fakat mânayı tekit için böyle kullanılmıştır.

   Galip gelenler kesinlikle bizim ordumuz olacak.

Yani daha önce de söylediğimiz gibi galip gelenler kesinlikle peygamberlerimiz veya taraftarlarımız veya dostlarımız olacak. En doğrusunu Allah bilir.

Bu ayetlerin indiği zaman ve ortamda bu ifadeler çok kıymetli ve peygamber ve inananlara güç kuvvet veren, dirençlerini arttıran ayetlerdi.

Bu ayetler kıyamete kadar, ne kadar olumsuz bir durum ve pozisyonda olursa olsun, inananlara her zaman güç ve kuvvet verecek ve dayanmaya, sabretmeye sevk edecektir.

Allah’ın rahmeti geniştir.

Allah her şeye kadirdir.

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir