Birçok dilde “iyi” ile “mal/mülk”ün aynı kelimede ya da aynı kökte birleşmesi, dilsel bir tesadüften ziyade derin bir değer tarihine işaret eder. İngilizcede “good” hem ahlaki iyiliği hem de “goods” biçiminde ekonomik malları ifade eder. Almancada “gut” “iyi” anlamına gelirken “Güter” doğrudan “mallar” demektir. Fransızca ve İspanyolcada “bien”, hem “iyi” hem de “mülk/varlık” anlamını taşır; İtalyanca “bene” de aynı çokanlamlılığı sürdürür. Bu dillerde ahlaki değer ile maddi değer başlangıçta ayrışmış değildir; “iyi”, aynı zamanda “sahip olunmaya değer olan şey”dir. Dil, değerin önce soyut bir ilke değil, yaşama yarayan, fayda üreten ve sürdürülebilirliği mümkün kılan bir nitelik olarak kavrandığını gösterir.
Arapça bu dillerle aynı tarihsel sezgiyi, belki daha da güçlü biçimde korur. “Hayr” (خير) kelimesi, yalnızca ahlaki iyilik değil; mal, servet, nimet ve fayda anlamlarını birlikte taşır. Kur’an dilinde “hayr”, çoğu zaman doğrudan maddi imkânlarla, emekle ve dünyadaki karşılıklarla ilişkilendirilir. Bu nedenle Arapçada “iyi” ile “mal” arasındaki bağ, ne mecazidir ne de sonradan kurulmuştur; bizzat kelimenin anlam alanına içkindir.
Kur’an’da Zilzâl (99) ve Âdiyât (100) sûrelerinin art arda gelişi, bu çok katmanlı anlamı yalnızca dil düzeyinde değil, ontolojik ve ahlaki bir sahneleme olarak da kurar. Zilzâl sûresi, yerin şiddetle sarsılmasıyla başlar; yer, içindeki “ağırlıkları” (athqāl اَثْقَالَهَا ) dışarı çıkarır. Bu ağırlıklar yalnızca bedenler değildir. Toprağın sakladığı şeyler arasında insan emeği, biriktirilmiş servet, tüketilmiş ömür ve dünyada değer yüklenmiş her şey vardır. Yer, insanın üzerine anlam yüklediği maddi düzeni geri verir. Böylece mal ve mülk, gizlenmiş ve masum unsurlar olmaktan çıkar; açığa vurulan, tanıklık eden varlıklara dönüşür.
Zilzâl sûresi, iyilik ve kötülüğü soyut niyetler olarak değil, sonuç üreten fiiller olarak sunar: “Kim zerre kadar hayr yapmışsa onu görür.” Buradaki hayr, yalnızca ahlaki bir iyilik değil, etkisi olan, dünyada karşılık bulan bir eylemdir. İyilik, dünyaya dokunur; iz bırakır; toprağın hafızasına yazılır. Böylece hayr, Arapça semantiği içinde maddi ve fiilî bir boyut kazanır.
Bu ontolojik sahnenin hemen ardından gelen Âdiyât sûresi, insanın değer yönelimini çıplak hâliyle ortaya koyar. Sûre, savaş atlarının hızı ve saldırgan enerjisiyle açıldıktan sonra insanın temel zaafını bildirir: “İnsan Rabbine karşı nankördür.” Bu nankörlüğün nedeni açık biçimde adlandırılır: “Ve o, mala (hayr’a) karşı şiddetli bir sevgi içindedir.” Buradaki “hubbu’l-hayr”( لِحُبِّ الْخَيْرِ ), hayrın açık biçimde mal ve servet anlamında kullanıldığını gösterir. Sorun malın kendisi değil; insanın sevgisini ölçüsüzce ona yöneltmesidir.
Zilzâl ile Âdiyât birlikte okunduğunda tutarlı bir değer eleştirisi ortaya çıkar. İlk sûrede yer, insanın dünyaya bıraktığı her şeyi açığa çıkarır; ikinci sûrede insanın kalbinde taşıdığı sevginin yönü ifşa edilir. Birinde mal ve emek yerin hafızasından geri döner; diğerinde mala yönelen arzu ahlaki bir sorguya açılır. Bu ardışıklık, “iyi”nin ne salt içsel bir niyet ne de basitçe maddi sahiplik olduğunu, ikisi arasındaki ilişkisel dengede anlam kazandığını gösterir.
Sonuç olarak, dillerarası düzeyde gözlemlenen “iyi = mal” yakınlığı, Kur’an bağlamında eleştirel bir derinlik kazanır. Arapçada hayr hem nimet hem sınavdır. Mal, hayatı mümkün kıldığı ölçüde iyidir; fakat insanın yönelimini belirlediğinde bir yük, bir ağırlık hâline gelir. Zilzâl–Âdiyât ardışıklığı, bu ince çizgiyi hem dilsel hem ontolojik düzeyde görünür kılar.
Zilzâl Suresi
1, 2, 3, 4, 5. Yerküre kendine has sarsıntısıyla sallandığı, toprak ağırlıklarını dışarı çıkardığı ve insan «Ne oluyor buna!» dediği vakit, işte o gün (yer) Rabbinin ona bildirmesiyle bütün haberlerini anlatır.
6. O gün insanlar amellerini görmeleri (karşılığını almaları) için darmadağınık geri dönüp gelirler.
7. Kim zerre miktarı hayır الْخَيْر yapmışsa onu görür.
8. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.
Âdiyât Suresi
1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8. Harıl harıl koşanlara, (nallarıyla) çakarak kıvılcım saçanlara, (ansızın) sabah baskını yapanlara, orada tozu dumana katanlara, derken orada bir topluluğun ta ortasına girenlere yemin ederim ki insan, Rabbine karşı pek nankördür. Şüphesiz buna kendisi de şahittir ve o, mal الْخَيْرِ sevgisine de aşırı derecede düşkündür.
9, 10, 11. Kabirlerde bulunanlar diriltilip dışarı atıldığı ve kalplerde gizlenenler ortaya konduğu zaman insan (halinin ne olacağını) düşünmez mi? Şüphesiz Rableri o gün onlardan tamamıyla haberdardır. (Diyanet Vakfı Meali)
