Batıl batı ve mümessilleri nasıl her kavramımızın içini boşaltmış; yeni tanımlamalara, tariflere ve tasniflere tabi tutmuşsa; örneğin dünyanın dört bir yanında ta öncelerden beri nasıl fitne ve fesat tohumları ekerek, yalan ve talanla sömürü gerçekleştirmiş; gerçekleştirmeye de devam ederken, gözyaşı ve kan dökerken kendileri terörist olmuyor. Müslümanım diyenleri yine kurguladıkları müslümanımsı aparat, taşeron örgütlere işlettiği yine kendi çıkarlara hizmet eden organize suçlar dolayısıyla ‘terörist’ diye damgalayarak bu kavrama ram ediyor, kanıksatıyorsa; –her türlü basılı/boyalı basın yayın, film-sinema- tiyatro ve basılı eserler- işte tam bu dönemeçte ‘irtica’ kavramı da bu yeni dönemde işe koşulmuştur.
Bizce irtica ‘haktan batıla, doğrudan yanlışa, aydınlıktan karanlığa dönüş’ demekse, işte bu makas değişimi ve cumhuriyet adı verilen, cumhurun zinhar kale alınmadığı yeni, nevzuhur dönemin adı aslında irtica nitelemesini hak etmektedir. Tüm batılı işverenlerin tüm yapıp etmelerinde olduğu gibi…
Tamam, eskinin hakka aidiyet ve teslimi, hakkı temsiliyeti sorunludur, sorgulanabilir. Orada da çok aslî ve usulden yanlışlar duygu, düşünce ve eylemlere medar olmuş olabilir. Bunları yadsımıyoruz. Ve fakat ıslahat, Tanzimat, meşrutiyet dönemleri ve özellikle İT faaliyetleri ve akabindeki cumhuriyete geçiş tecrübesi köktenci bir dönüşü, yeni ve farklı yön ve hedef tespiti ile köklerden kopuşu ifade etmektedir.
Dinin karanlıklardan aydınlığa çıkaracak çağrısına, davetine karşı tek mürşit kabul edilen bilime, çalıp çırpma ve sömürü üzerine kurgulanan, dayanan batı medeniyetine doğru bilaakıl ve idraksizce koşar adım bunun adına çağdaşlaşma, muasır medeniyet seviyesine ulaşma denilerek gömlek değiştirilmiş, yeni norm ve etrafında örülen form kanıksanır olmuş ve bu, ahaliye de bilamecbur(!) dayatılmıştır!
Zulümatın karanlıkları matah addedilir olmuştur. Bu süreçte bizim tırnak içi ifadeyi uygun gördüğümüz, okumuş yazmış, İslamcı kanaat önderleri de bu süreçte işin künhüne vakıf olamayarak aparat olarak kullanılmış, şeriatın yadsındığı bu hengamede meşruiyet taşıyıcı rol üstlenmiş, adeta kullanılmışlardır!
Tabi, atı ç/alanın Üsküdarı geçtiğinin farkına varıldığında getirilen nedametler de süreci tersine döndürmekten çok uzak kalmıştır, maalesef! Sonrasında önceki dönem, onun kurum ve kuruluşları, kuralları ve kaideleri, norm ve formlarının başına gelenler kendi başlarına da aynıyla tasallut etmiş. Kendileri de yeni dönemin tahrip ve takibatı kadar mağduriyetini de en şiddetli boyutu ile görmüş yaşamışlardır. Ahali de bu süreçte eti budu ne ki; ne yapsın, nereye kaçsın!? Bugün halen de bu sinmişlik, kanıksamışlığın bedelleri ödenmeye devam edilmektedir.
Hani bir şeyler alınacağı vaadi şöyle dursun, ödemeler/verilenler katlanarak devam etmektedir. Bu katlanılamaz, kabul edilemez durumun gel de izahını yap; çık işin içinden çıkabilirsen! Durum, firavunun israiloğullarını aptallaştırması, ahmaklaştırması, akıllarını başlarından alması, handiyse yüreklerine, zihinlerine prangalar vurması, meftun köleler kılması benzeri bir durumdadır desek yanılmış olmayız zannımca!..
‘Bir Musa, bir asa’ gerek! Ama nasıl, nerede, ne zaman! Esasen bu son millet-ümmet, insanlığın bu son nüvesi de ‘bir vahiy, bir resul’ ile buluşturulmuş, kavuşturulmuş, ama dersler alınmayınca tarih tekerrür edip duruyor işte!
Bir ‘karşı devrim’ ya da asla/öze dönüş için her an ve zaman bir ümit, bir çıkış imkan ve fırsatı olmuştur, olacaktır. Lakin bu temennilerin ötesinde ciddi bir yönelişi, samimiyet ve fedakarlığı gerektirmektedir. Rabbimizin müdahalesi ve dilemesi dışında bizden istenen kulluğu, sa’yi kuşanmak ve ‘ahiret’ olgusunu öne almak asgari şartıyla…
Sürecin önceki aşamaları, ıslahat, tanzimat, meşrutiyet ve İT faaliyetleri, cumhursuz cumhuriyet devrimi malumunuz… Hiç gelişi güzel, sıradan, rastgele ve tevafuken olmamış, değil mi? Hele akabindeki ilave devrimler, sürecin sonuçlarını dayatan, kanıksatan, ister istemez kabul ettirilen formlar planlı programlı, aşama ve süreci gözeten, ihmal ve ihlal kaldırmayan, hesaplı kitaplı(!) –kitapsızlığı salık veren!- bir stratejik eylemlilik neticesidir.
Şimdilerde tartışılan; her durumda da kitabî referanslara dayandırılan ‘toplumsal değişimin’ rengi, yönü ve biçimi olgularının ne kadar emek ve zaman yitimine yol açtığı ortadadır. Meleklerin kaç kanatlı olduğunu tartışmak kabilinden bir topu taca atma ameliyesidir bu. Bu noktada bir başıbozukluk, bir ne olsa geçer keyfiliği, amaçsız-hedefsiz, plansız programsız bir hattı hareket, lider-kadro ve nicel bir serdengeçti topluluk gibi bileşenlerin, nitel bir çerçevenin, bilgi-bilinç seviyesindeki yetkinlik ve etkinliğin, aşamalı bir sürecin yadsındığı zannedilmesin. Ama meselenin sırf teorik tartışmalara indirgenmesine, rüzgarımızın yitmesine sebep olan nizaa noktalarının kaşınmasına olan itirazımız ne olur dikkatlerden kaçırılmasın!