Devrim dedik yeni sürece… Farklı isimlendirilmeler yapılabilse de; mesela, darbe, ihtilal, inkılap, isyan gibi… Bir de bir zamanlar ti’ye almak, yadsımak anlamında ‘inkilap’ kast-ı mahsusa kullanımı gibi… Cumhursuz cumhuriyet! Mesele cumhur da değil elbet! Yeni norm ve ona bağlı yeni form… İlave, ekstra, bu yeni durumu dayatan, ona dayanak olan devrimler dedik… ve öyle hiç de bir rastgelelik, tesadüf ve asla, usule dair bir ihtiyaç gereği olmadan, metazori ve planlı programlı… Bir süreç içeren ve bir amaca yönelik olarak…
Basit bir örnek olarak: Abdurrahman Dilipak’ın ‘Bir Başka Açıdan Kemalizm’/(3. baskı-Beyan) kitabının ‘Adamımız Türkiye’yi İdare Etmeyi Nasıl Reddetti?’ başlıklı bölümden –bunun benzeri ifadeyi ‘Bizim Çocuklar Başardı’ ifadelerinden hatırlayacaksınız-, büyükelçi Sir Percy Loraine ile konuşmalarından aktaran Martin Gilbert; ‘’O, 15 yıllık katı diktatörlük döneminde Türkiye’yi halk istemediği halde, zorla yirminci asra götürmeye çalışmıştı. O, ‘Sarık ve ‘Çarşaf’ı yasaklamış İslam’ın kuvvet ve kudretini kırıp, hatta Latin alfabesini bile kabul ettirmişti… (…) Ben sanki ‘Türkiye’nin Başbakanıymışım’ gibi benimle çok sade ve çok serbest biçimde meşveret ediyordu. (…) O’nun bir başkan olarak, ölümünden önce, kendi makamı için birini tavsiye etme selahiyeti vardı. Onun en büyük arzusu kendisinden sonra, ‘Türkiye’nin Başbakanı’ olarak onun vazifesini üzerime almam idi. (…) Ekselansları, yaptığı teklif ile sadece benzeri görülmemiş bir ikramda bulunmakla kalmıyor, aynı zamanda Majesteleri’nin (İngiliz Kralı) Hükümetine olan bağlılığını da izhar ediyordu. (…)
Makas değişimi… Yeni yön tayini… Köklerin kurutulması köktenci girişimi, yeni kök arayışı… Referans değişimi… Allah’a kulluktan kulların emir ve buyruklarına, ‘tek mürşit’ denilerek aklın ilah edinilmesine…
Pekiyi, ‘Devrim ne durumda, başarılı oldu mu, sürüyor mu, geleceğine dair öngörüler nedir?’ vb. suallerin tefrikası, analizi yapılmakta, bir şikayet dillendirilmekte midir?! Bırakınız bunu, bu türedi, emri vaki duruma karşı bir itiraz, bir çıkış ve çözüm arayışı, o karşı devrime karşı bir öze dönüş sadedinde bir ‘karşı devrim’ söz konusu mu?
Bu ‘karşı devrim’ terkibi derken, daha önce de dedik; İslam mahza asıl olandır, yüce olandır, ontoloji ve epistemolojisi ile aşkın olandır; hiçbir şeye muhalif, kıyası kabil, karşıtlık ilişkisi içinde değildir! Bir kere bunun bilelim, sözü ona göre ölçüp tartarak konuşup yazalım…
Yeterli serim ve düğümden sonra gelelim çözüm sadedinde sadrımıza düşenlere… Sadırdan satırlara devam eden bu süreçte fikirlerin teatisi elbette çok önemli. Ve bunu bir veya ne kadar çok olursa olsun birçok yazı ile gerçekleştirebilmek olası değildir. Bizim açmazlarımızdan biri de ‘fikir-düşünce ve bunların eyleme, salih amele dönüştürme süreçlerindeki nakısalar kadar, birbirimizden ‘uzak ‘olmamızdır. Bu uzaklık hem gerçek hem de mecazen ele alınabilir. Gözden ırak olan ister istemez gönülden de zamanla mesafelere konu oluyor, gönülden uzak olanlar ise (hiç bizdeki gönül sorgulanıp ayrılık noktaları kaşınmadan, paranteze alınmak lüzumu hissedilmeden, vahyin ‘çekişmeyin, yoksa devletiniz/gücünüz/rüzgarınız gider’ diyerek ve ‘dinlerini parça parça edenlere; herkes kendinde olanla övünüp durmaktadır’ diye ta’zir de bulunurken…) zinhar hesaba dahil edilmeden, muarızlarımızın ekmeğine yağ sürer, onların değirmenine su taşırcasına bir çekişme, öteleme, ötekileştirme, tekfir, tahfif ve tahkir etme melekesine(!) dönüşerek, gözlerden ısrarla uzak tutulur olmuştur, her nasılsa!.. Sonra ümmet/millet söylemi; öyle mi?!
Bilgi- bilinç beraberinde, Akif’in şiirlerinde (Safahat/Fatih Kürsüsünde/İnkılap Kitapevi syf. -özellikle- 269-269) çok yetkin olarak vurguladığı, özellikle ‘‘sa’y/çalışma, yetişmek/Hızır, tevekkül-kader, Huda vekil-i umurun değil mi, Huda’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Huda…’’ kavram ve mısralarıyla işlediği konu bize düştüğümüz yerden kalkacak, yitiğimizi yitirilen yerde arayacağımız doneler sunmaktadır.
Hani denmiş ya cumhuriyetin emanet edildiği gençliğe hitaben ; ‘Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.’ diye, işte bu kullanım dahi yeni sürecin kök reddi ve yeni bağlar, bağlantılar arama amaç ve niyetini en hafifinden ‘ırk’ vurgusu üzerinden açık etmektedir. Oysa bizim aslî köklerimizde, müktesebatımızda, ırkların esamisi okunmaz; o, tanışıklık ve danışıklık için bir rahmettir ve üstünlük ancak ve yalnız ‘takva’dadır.
Bu meyanda biz de diyoruz ki, bizlerin, düştüğümüz yerden kalkmak ve vaziyeti aslına tevdi ve irca etmek için muhtaç olduğumuz kudret ‘vahye ram olup sa’ye sarılmaktır’. ‘Vahye ram olmak’ salt bir teorik aidiyet ve duygusal, kutsallık atfıyla olmaz, malumunuz. Bu, ‘Allah’ı hakkıyla takdir etmek/emir ve yasaklarının gereğini gereği gibi yapmak, Kur’anın/vahyin tilavetini hakkıyla yapmak/uygulamak ve cihadı da bihakkın, tüm boyutlarıyla ifa etmek boyutlarını içermektedir özetle… Burada vahiy ve risalet bütünlüğünü bozacak her türlü algı ve uygulamadan da uzak durmak gerekmektedir ayrıca…
Not: Fotoğraf İngiltere Kralı VIII. Edward 5 Eylül 1936 da istanbul ziyaretinde sandaldan çıkmasına Atatürk yardımcı olurken