Bugünkü yazımda inşaAllah, bir müslümanın hayata bakış noktasındaki hareket stratejisi nasıl olmalıdır konusu üzerinde durmaya çalışacağım. Bunu da üç aşamalı olarak yapmak istiyorum. Birinci aşamada, şu anda dünya konjonktüründe mevcut olan durumun bir analizini yaparak problemi açık ve net bir şekilde ortaya koymaya çalışacağım. İkinci aşamada, Kur’an’da birer karakter örneği olarak sunulan Firavun, Hâmân, Kârun ve Bel’am üzerinde etraflıca durmak istiyorum. Ve nihayet üçüncü aşamada ise Mûsâ (as) – Firavun kıssası üzerinde durup, günümüze de ışık tutması açısından bazı değerlendirmeler yapmak istiyorum.
Konuya girmeden önce bir temel hakikati hatırlatmak istiyorum. Malumunuz, Alak suresinin ilk ayetinde daha, ortada bildiğimiz anlamda okunacak herhangi bir metin olmadığı halde, ilk inen ayet “Oku, seni yaratan Rabbinin adıyla” şeklinde ifade ediliyor. Bu çok manidardır, çok önemlidir. Buradaki anahtar kelime “oku” sözcüğüdür. Onun için bunun üzerinde kısaca durmak isterim. Dikkat buyurun, ilâhi emir “ütlû” ile başlamıyor, “ikra’” diye başlıyor. Bu ikisi arasında çok fark var. Birincisi anlatmak, aktarmak anlamına gelirken, “ikra’” sözcüğü; oku, anla ve hayatına uygula demektir. Ama bunu yaparken, herhangi bir ideolojiye ya da kendi heva ve hevesine göre değil, hayatının merkezine Allah (cc)’ı alarak yani vahyi koyarak oku, ondan sonra harekete geç demektir. Yani hayata, olaylara bu perspektiften bakmalıyız. Bu açıklamadan sonra birinci aşama ile ilgili yazımıza başlayabiliriz.
Bugün demokrasi maskesi altına girmiş Firavunlar, Hâmânlar, Kârunlar ve Bel’amlara karşı dikkatli olmalıyız. Bunların her biri farklı bir karakteri temsil ediyor olsalar da ortak yönleri menfaatçilik ve çıkarcılıktır. Bunlar, aklı ‘ortak akıl’ kılıfı altında ilahlaştırmış, aklı vahyin önüne koymuşlardır. Elbette akıl önemlidir ama aklı nerede ve nasıl kullanacağımız daha da önemlidir. Akıl, vahyi devre dışı bırakıp, ölçü koyan, helâli haramı belirleyen bir akıl değil, vahyi anlamaya vesile olan bir akıl olmalıdır.
Bugün etrafımız cahiliye mantalitesi ile kuşatılmıştır. Basın yayın organlarıyla, sosyal medyasıyla, siyasi söylemlerle, modernite ile… vs. Bunlara karşı çok dikkatli olmalıyız. Öncelikle şunu vurgulamak isterim ki bir müslüman bir yanlışa muhatap olduğunda bu yanlışın farkına varabilir. Ancak aynı yanlışı farklı kaynaklardan sık sık dinlerse, o yanlış kendisine yanlış gibi gelmeyebilir, hatta daha kötüsü farkında olmayarak yanlışın müdafaacısı olabilir.
Onun için müslüman hayatı, hayatın kitabı olan Kur’an’dan öğrenmelidir. Peki, Kur’an nedir? Kur’an, içinde zamanla-mekânla değişmeyen belli sabiteleri bulunduran ve buna ilaveten gelecek problemlere ve değişen şartlara da çözüm noktasında kaynak teşkil eden (içtihad yolu) ilâhi bir kitaptır. Dolayısıyla müslümanım diyen bir insan, Kur’an’a teslim olan insandır. Bir başka ifadeyle, Kur’ânî sabiteleri kendisi için de sabiteler olarak kabul eden kişinin adı müslümandır.
Tümü dâhil olmak üzere tüm yeryüzü kaynaklı beşeri sistemler, Allah’ın (cc) mülkünde, Allah’ın hükümlerini değil, kendi heva ve hevesinin hükümlerini uyguluyorlar. Bir başka ifadeyle, Allah’ın mülkünde Allah’a başkaldırıyorlar. Bunlar güç odaklı sistemlerdir. Güce tapan insanların hâkim olduğu, daha açık bir ifadeyle, gücün sözünün geçerli olduğu, güçlüysen haklısın mantalitesine sahip sistemlerdir.
İşte biz gücün sözünün hâkim olduğu böyle bir dünya yerine, sözün gücünün hâkim olduğu bir dünya inşa etmenin gayreti içinde olmalıyız. İşte bu söz “La ilahe illallah”tır. Tekrar konumuza dönersek, beşeri kaynaklı sistemlerin hiçbirisinde ahiretle ilgili bir mesaj yoktur. Dolayısıyla bu sistemlerin bizzat kendisi suçtur ve suçlu üretir. Bu açıdan bataklık kurutulmadan sivrisineklerle uğraşmanın bir anlamı yoktur.
Çözüm İslam’dadır ve İslam’ın yeryüzünde egemen olmasındadır. Bu olmadığı takdirde, günümüzde olduğu gibi Allah (cc) korkusu ortadan kalkar, ahlaki normlar sıfıra indirgenir ve zulüm üstüne zulüm söz konusudur. Hâlbuki İslam hem dünyada huzur içinde yaşamayı hem de ahirette cennetle buluşmayı vaat eder. Bu özellik yalnızca İslam’dadır. Siz hiç, size cennet vaat eden beşeri kaynaklı bir sistem gördünüz mü? Göremezsiniz, çünkü onların bakış tarzı sadece dünyalıktır ve menfaate dayanır.
Aklını ve iradesini doğru yerde kullanan bir insanın böyle bir sistem içinde bulunması, onu desteklemesi mümkün müdür? Müslüman şöyle düşünmelidir: Sonu cennete gitmeyen bir yol benim yolum olamaz… Fakat maalesef günümüzde hem kendisini müslüman olarak takdim ediyor, “Ya Rabbi, bizi doğru yola ulaştır” diyor (en azından namazda manasını bilmeden) hem de beşeri kaynaklı sistemlerin arkasından koşturuyor… Bu ne büyük bir çelişme… Bakınız şimdi sizlere “Cennet Vaadi” karşısında esas duruşunu ortaya koyan mümtaz bir sahabeden bahsetmek istiyorum: Evet, Abdullah b. Revaha’dan bahsetmek istiyorum. Akabe biatı sırasında, Abdullah b. Revaha Allah’ın Rasûlü’ne şöyle diyor:
“- Ya Rasûlullah! Size hangi şartlar üzerine biat edeceğiz?”
“- Yalnız Allah’a kulluk etmeniz, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamanız, Allah’ın Resûlü olduğuma şehadet etmeniz, kendinizi ve mallarınızı muhafaza edip savunduğunuz gibi beni de himaye edeceğinize dair söz vermeniz.”
“Bunu yaptığımız takdirde bize ne var?”
“Cennet.”
“Bunu ne azaltırız ne de çoğaltırız, biz varız.”
İşte meselenin özü budur…
Selâm ve muhabbetle,