12 Nis 25 - Cts 9:09:am
Koyu Açık

Blog Post

Fikir Yorum > Fikir yorum > FATİHA SURESİNDE ULÛHİYET-UBÛDİYET İLİŞKİSİ

FATİHA SURESİNDE ULÛHİYET-UBÛDİYET İLİŞKİSİ

Fatiha suresi Kuran tertibinde, birinci sure olarak yer almaktadır. Kuşkusuz bunun bazı nedenleri vardır. Bu nedenler arasında Fatiha’nın bütün olarak indirilen sure olduğu yolundaki rivayetlerin ya da Müminlerce namazın her rekâtlarında okunmasının payı varsa da Fatiha’yı önemli kılan asıl neden onun içeriğidir. Fatiha suresinin namazın her rekâtında okunması ve onsuz bir namazın geçerli olmamasının nedeni ise, tek doğruyu Allah bilir, İslam inancı, İslam düşüncesi, İslami duygular ve İslami eğitim ile ilgili temel ilkelerin bu surede yoğunlaşmasından dolayıdır denilmiştir. Hz. Osman Mushaf’ında nüzul sırasına göre Müddessir suresinin ardından beşinci sırada yer alır. Hz. Peygamber tarafından “Ummu’l-Kitap / Kitap’ın Anası” olarak adlandırılmıştır. Surenin en tanınmış ismi olan Fatiha kelimesi, adları lafız veya konu yönünden içeriklerinden alınmış olan diğer surelerin aksine, surenin ayetlerinin içersinde yer almamıştır.

Bu sure aslında Allah’ın kendi kitabını okumak isteyenlere öğrettiği bir duadır. Okuyucuya şu dersi öğretmek için Kitabın en başına yerleştirilmiştir; eğer samimi olarak Kuran’dan yararlanmak istiyorsan, Âlemlerin Rabbi’ne bu şekilde dua etmelisin. Konusu nedeniyle Fatiha ile Kur’an arasındaki ilişkinin, bir giriş ve kitap ilişkisi değil, bir dua ve ona cevap niteliğinde bir ilişki olduğu açığa çıkmaktadır. Fatiha kulun duası, Kuran ise Allah’ın kuluna verdiği cevaptır. Kul kendisine doğru yolu göstermesi için Allah’a yalvarır, Allah da duaya cevap olarak tüm Kuran’ı onun önüne koyar ve sanki şöyle der; “İşte benden istediğin hidayet”.

Bu sure, işaret yolu ile Kuran’daki her konuyu ihtiva etmektedir. Zira Fatiha’da tevhid, Allah’a hamd etme, Yalnızca O’na kulluk, Yalnızca O’ndan yardım isteme ile ahiret gününe, toplumların hidayete ulaşanlar, kendilerine gazap edilenler ve sapıklar şeklinde bölümlere ayrılmasına, Allah’ın melekûtu ve oradaki âlemlere işaretler vardır. Bütün bunlar nedeniyle âlimler, Fatiha suresini Kur’an’ı Kerim için bir başlangıç ve Kur’an mevzularına giriş olarak kabul etmişler, Mushaf’ın tertibinde Kur’an’ın önsözü ve namazda tilavete giriş olarak bu surenin konulup, her rekatta tekrar edilmesinin hikmetine bu açıdan bakmışlardır.

Fatiha suresi, İlah-Kul ilişkisini düzenler ve olması gereken düzleme oturtur. Çünkü bütün dünya görüşlerinin temelinde doğru ya da yanlış bu ilişkilerin yansımaları vardır. Fatiha suresi, Allah ile Kul arasında nasıl bir ilişki olabileceğini açıklar. Sure, insana Rabbini tanıtarak, onun şirk koşmasına engel olmaya çalışır.

Vahyin tümünün anlaşılabilmesi için bu surenin çok iyi kavranması gerekir. Sureyi kolaylık sağlaması açısından üç bölüme ayırarak inceleyebiliriz.

  1. Tevhid inancının işlendiği ilk üç ayet; Rahman-Rahim Allah’ın adıyla. Hamd; Âlemlerin Rabbi, Rahman-Rahim, Din gününün Maliki Allah’adır.
  2. Tevhid İnancının uygulamasının işlendiği iki ayet: Yalnız sana kulluk ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.
  3. Tarih boyu tevhid mücadelesinin işlendiği son iki ayet; Bizi doğru yola ulaştır, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, gazap edilenlerin ve sapıtanların yoluna değil.

Yaptığımız Kur’an okumalarında, her ne kadar Fatiha suresini değişik tefsirlere müracaat ederek, anlama çabası içinde olsak da buradaki amacımız, sureyi bütün yönleriyle tefsir etmek değil, tevhidi iki esas üzerinden Fatiha suresinin hayatımızda ifade ettiği değerleri anlatmaya çalışacağız.

İslam’da tevhid akidesine imandan sonra, ikinci olarak namaz emri gelir. Çünkü namaz; dinin direği, müminin miracı, peygamberimizin gözümün nuru dediği Allah katında da en sevgili ibadettir.

Namaz kul ile Rabbi arasında günde beş kez gerçekleştirilen bir sohbet, bir ahitleşme ve bir miraçtır. Fatiha da özü itibarıyla kulun Allah’a söz vermesi ve Ahd-ü misakta bulunmasıdır. O halde Fatiha ve namaz arasında oldukça kuvvetli bir irtibat sözkonusudur. Allah Resulü (as) Fatiha ile namazın ayrılmazlığını, her ikisinin de Allah’la kul arasında bir sözleşme niteliği taşıdığını şöyle açıklar.

“Yüce ve mübarek olan Allah buyurdu ki! Namazı kendimle kulum arasında ikiye ayırdım. Yarısı benim içindir, diğer yarısı da kulumundur, kuluma dilediği verilir.”

  • Kul,“ Elhamdu li(A)llâhi rabbi-l’âlemîn” deyince, yüce Allah kulum beni hamd etti der.
  • Kul,“ Errahmâni-rrahîm(i)” deyince, yüce Allah kulum beni övdü der.
  • Kul,“ Mâliki yevmi-ddîn(i) ” deyince, yüce Allah kulum beni yüceltti der.
  • Kul,“İyyâke na’budu ve-iyyâke nesta’în(u)” deyince, yüce Allah bu benimle kulum arasında bir ahittir, kuluma dilediği verilir der.
  • Kul; “İhdinâ-ssirâta-lmustakîm(e), Sirâta-lleżîne en’amte ‘aleyhim ġayri-lmaġdûbi ‘aleyhim velâ-ddâllîn(e)” deyince, yüce Allah, bunlar kulumundur ve kuluma dilediği verilir, buyurur (el-Münteka, İbn Teymiye; c:1 shf:378)

Kur’an- ı Kerim’in esas konusu insandır. O insanın fıtratı ve bu fıtrat üzere süregelen sünneti üzerinde durur. Kuşkusuz bu sünnetullah’ta en önemli konu, Ulûhiyet – Ubûdiyet (İlahlık-Kulluk) ilişkisidir. İnsanoğlu, her konuda olduğu gibi bu konuda da yorumlar yapmakta, değerlendirmelerde bulunmaktadır. Ama bunlar vahye, sünnete dayanmadığı sürece yanlış algılar olarak kalmaktadır. Bu nedenle Kuran’da “Allah hiç kimseye bir şey indirmemiştir demekle, Allah’ı gereği gibi, hak ölçüye göre takdir edemediler…” ( En’am:6/91 ) denilmektedir.

Çünkü insanlar;

– Sahte ilahlar peşinde koşarak, egemenlik, hâkimiyet konusunda başka rab’ler edindiler, Ona ortaklar edindiler. Allah’ı, hayat tarzlarında veya yaşam biçimlerinde, yalnızca tek İlah olarak tanımadılar. Yalnızca, Allah’a kulluk yapmadılar.

– Allah’a oğul isnad ettiler.

Bu yüzden Fatiha suresi, tevhidin ilkelerini en açık ve kesin bir biçimde ortaya koymaktadır. Tevhidî iki esas, surenin ana temasını oluşturur diyebiliriz.

  1. “ÂLEMLERİN RABBİDİR.” (Hamd Âlemlerin Rabbi Allah’adır.)(Fatiha:1/2 )

Bu ifade, İslâm düşünce sisteminin temel dayanağını ifade eder. Fatiha sadece bir dua değil, aynı zamanda Müslümanların ruhsal ve zihinsel derinlik kazanmasını sağlayan bir lutuftur. Bu ayetin hayatımıza bir anlam katması gerekmektedir. Gerçekten “mutlak ve sınırsız Rab’lık kavramı, İslâm inancının temel ilkelerinden biridir.  Âlem sözcüğü; Arapçada geniş kullanım alanına sahiptir. Kâinatta bilip, bilmediğimiz, görüp, görmediğimiz tüm yaratılmışlar, varlık türleri “Âlemler” lafzının içine girmektedir. Âlem kelimesi, ister maddi olsun isterse manevi olsun fiziki anlamda varlığı ifade etmektedir. Yani bu kelime yaratılmış her şeyi kastetmektedir. Kuran’da yetmiş üç kere geçen “Âlemin” kelimesinin tekili, Âlem’dir. Şöyle denilmiştir; “Âlem” kelimesi “Alamet” kelimesinden türemiştir. Zira âlem, yüce Allahın varlığına ve birliğine bir alamettir.

Âlem kelimesinin, bilmek manasındaki “İlm” kökünden türediği de ifade edilir. Bu çerçevede âlem, “Bir şeyin bilinmesini sağlayan şey” olmaktadır. Eğer yaratılmış her şeyi ifade eden bir kelime ise bu takdirde metafizik âlemdeki melekler ve cinlerde buna dâhildir. Âlem’ler sahibi bütün bu kadar galaksilerin, galaksilerde bulunan bütün varlıkların sahibi, yaratıcısı olduğuna göre onlara hükmediyor demektir. Yani onların melikidir, sultanıdır. Bu Melik her şeyi bir düzen içinde yarattığına göre bu yönden, Zengin (Gani)’dir. Zengin (Gani), sahip oldukları sebebiyle hiçbir şeye muhtaç olmayan demektir. Rab sözcüğü; Mâlik ve Melik, Kefil olan, Rızık veren, İhtiyaçları karşılayan, Koruyucu, Hükümran, Mutlak Sahibi, Efendi, Terbiye Edici, Emreden, Kanun Koyan, Yol Gösteren, Yöneten ve Düzenleyen, Kemale Erdirici, İdame Ettirici, Otorite ve Hakimiyet Sahibi anlamlarına gelir.

Rab sözcüğü; Malik ve Melik, Kefil olan, Rızık veren, İhtiyaçları karşılayan, Koruyucu, Hükümran, Mutlak sahibi, Efendi, Terbiye edici, Emreden, Kanun koyan, Yol gösteren, Yöneten ve Düzenleyen, Kemale erdirici, İdame ettirici, Otorite ve Hâkimiyet sahibi anlamlarına gelir.

Yalnızca Allah, tüm bu anlamlarıyla âlemlerin Rabbi’dir.  Rab Arapça bir isimdir. Arapça Rab kelimesi, başka bir dilde tek bir terim ile kolayca ifade edilemeyecek kadar geniş ve girift bir anlamlar demetini kapsar.  Kur’anî bir terim olarak Rab; varlıklar alemini yaratan, terbiye ederek geliştiren, onları maddi ve manevi olgunluğa götüren, terbiyenin bütün gereklerine malik ve her şeye sahip, bir ve tek olan Allah anlamına gelmektedir.

Kuran-ı Kerim’in ilk inen ayetlerinde “Rab” ismi odak kelime olarak göze çarpmaktadır. (Alak:96/1- Müddessir:74/3- Müzzemmil:73/8- Kalem:68/2- Fatiha:1/1) Rab ismi üzerinde neden bu kadar duruluyor? Bunun nedenleri üzerinde durup düşünmek gerekir. Araplar birtakım rivayetlere göre, Kur’an’ın inişinden önce de bu sözcüğü kullanmaktadırlar. Ama Rab denince onların aklına, babaları ya da kabile başkanları, liderleri gelebilmektedir. Baba, kabile başkanı vs. gibi varlıklar, toplumdaki otorite kaynaklarıdır. Baba aileye, kabile başkanı da kabileye egemendir. Oysa Kur’an, insanların kafasındaki bu anlayışı değiştirmek, hüküm ve otorite kaynağı olarak yalnızca “İllâ” Allah’ı yerleştirmek, Allah’tan başka hiçbir varlığın gerçek Rab olmadığı inancını hâkim kılmak istemektedir.

Kur’ân, Rab konusundaki bu geleneksel anlayışı değiştirmekle kalmıyor, Allah’ın yanında başka Rablere yer vermenin insanı nasıl şirke götüreceğini de ayrıntılı biçimde açıklıyor. (Tevbe;9/31) Tevhid ile şirkin sınırları bu ayette açıklıkla belirlenmektedir. Bilginleri, din adamlarını, âlimlerini, önderlerini ya da başka kişi ve kurumları Rab edinmek, insanları şirke sürüklemektedir.

Demek ki Fatiha’nın ilk ayetinde verilmek istenen şudur: Allah, bütün âlemlerin, varlıkların Rabbi; yetiştiricisi, büyütücüsü, eğiticisi, öğreticisidir. Onlar üzerinde tek yetki sahibi O’dur. Burada her şeyden önce tevhidin esası olan tek ve bir, Allah düşüncesine yer verildiği gibi; aynı zamanda bu inancın evrenselliğine dikkat çekiliyor. Çünkü tevhidin öngördüğü Rab, bütün varlıkların Rabbi’dir. Tevhid dışı inançlar, anlayışlar, değerler bu evrensellik ilkesinden uzaktırlar. Onların Rabbi ancak, belli bir ırkın, bir sınıf veya zümrenin, bir ulus’un Rabbi’dir.

Tevhid inancı, tüm bu ayırım ve sınırlılık anlayışlarına karşı çıkar. Onun yerine kapsayıcılık ve evrensellik ilkelerini getirir. Ayrıca bu konu nesneldir, kişilerin kabul edip etmemelerine bağlı değildir. Onlar kabul etseler de etmeseler de, Allah bütün âlemlerin, varlıkların Rabbi’dir.

İslam âlimleri, âlemi şöyle tasnif etmişlerdir: Âlem, “mâ sivallah” demektir. Yani âlem, Allah dışında her şey demektir. Âlimlerimiz, önce âlemi iki kısma ayırmışlardır: – Gayb âlemi -Şehadet âlemi

Gayb âlemi; bilginin konusu değildir. Bu âlem bilinmez, görülmez. Bu âlem ancak iman konusudur. Kur-anın bize haber verip, inanmamızı istediği, cennet, cehennem, melek, cin bunların hepsi gayb âlemidir. Şehadet âlemi de görülen ve bilinen âlemdir. Bilginin konusu olan âlemdir.

İnsanların bildikleri, bilemedikleri sayılabilecek ne kadar âlem varsa bunların hepsinin Rabbi yalnızca Allah’tır. Bunların tümünü yaratan, yoktan vareden, hayat programlarını, yaşam biçimlerini tespit eden, eşya ve varlıklar üzerinde hüküm sahibi olan, hepsini doyuran, koruyan, yaşatan, ayakta tutan ve hepsinin boyunlarındaki kulluk ipinin ucu elinde olan, hepsinin kendisine boyun büküp yasalarına teslim oldukları Rab yalnızca, Allah’tır.

İşte bizler; Fatiha suresinin bu bölümünde, tüm âlemlerin ve bizim Rabbimiz olan böyle bir Allah’a hamd ediyoruz. Yalnızca böyle bir Allah’ı övüyor, yalnızca böyle bir Allah’ın övdüklerini, övüyor, yalnızca böyle bir Allah’ın bizim adımıza seçip, beğenip gönderdiği hayat programını övüp, yüceltip, yaşanabilecek meşakkatlere sabredip yegâne hayat biçimi olarak başımıza taç yapıyoruz.

Ve Onun övmediklerini, beğenmediklerini de övmeyeceğimize, sevmeyeceğimize, onlara sahip çıkıp benimsemeyeceğimize, hayatımızda yer vermeyeceğimize dair ahit’te bulunuyoruz, bu konuda Rabbimize söz veriyoruz. Hamdımızı, kulluğumuzu sadece O’na ait kılacağımıza, Ondan başkalarını asla hamd edip, emirlerini dinlemeyeceğimize, O’ndan başkalarının arzularını gerçekleştirip, yasalarını uygulamayacağımıza, O’ndan başkalarının gösterdikleri, bizi Allah’a rağmen çekmeye çalıştıkları yerlere gitmeyeceğimize söz veriyor, akitte bulunuyoruz.

Ve hergün namazlarımızda, sünnet namazlarımızda dâhil olmak üzere, en az kırk defa Fatiha suresini okuyarak bu akitlerimizi yeniliyoruz. O halde günde kırk defa, Rabbimize verdiğimiz bu akitleri bozmamalıyız, akitlerimize sadık kalmalıyız.

Namazlarımızda; Rabbimize verdiğimiz bu sözlerimizi unutup, namaz sonrası hayatımızda o hayata karışacak, söz sahibi başka rabler, başka efendiler bularak Allah’la haşa dalga geçmeye çalışmamalıyız. Hayatı parçalayıp bir bölümünü Allah kaynaklı, öteki bölümünü başka rabler, başka ilahlar, kaynaklı düzenleyerek şirkin içine düşmemeliyiz.

Arkadaşlar unutmayalım ki yaptıklarımızın yaptırıcısı, yapmayıp terk ettiklerimizin de terk ettiricisi kim ise, bizim Rabbimiz odur. Allah sadece benim değil, insanoğlunun değil, bütün âlemlerin tek Rabbidir. Güneş, ay, yıldızlar, galaksiler, yürüyenler, sürünenler, canlılar, cansızlar, akıllılar, akılsızlar, bilinenler ve bilinmeyenler olarak, görülenler, görünmeyenler olarak göklerde ve yerde ne varsa, O bütün âlemlerin, yegâne Sahibidir, Malikidir, Otoritesidir, Rabbidir.

Yalnız bu ayeti; “Allah’ın âlemlerin Rabbi” oluşunu, bir sonra gelen ayetle birlikte, beraber okuyup, tefekkür etmek, anlamaya çalışmak, yani “O; Rahmandır, Rahimdir.” ayetiyle birlikte düşündüğümüzde, zihinlerimizde oluşması gereken Rabbin aynı zamanda Rahman ve Rahim nitelikleriyle de bilinmesinin murat edildiğini düşünebiliriz. Allah’ın, Alemlerin Rabbi olduğunu ifade ettikten sonra kendisini öncelikle Rahman ve Rahim sıfatlarıyla ifade etmesi, âleme, insanlığa ve hayata hangi nazarla bakmamız için, gerek ferdi gerek içtimai hayat içersindeki tüm düşünce, tutum ve davranışlarımızda hangi ilkeyi esas almamız gerektiğini gösterir. Allah’ın, Rab sıfatı ile terbiye etmesi, mahrumiyete değil, rahmete dayanır. Rab ile kulları ve yaratıcı ile yaratıkları arasındaki sürekli ilişkinin temel dayanakları belirleniyor. Rabbimiz, yalnızca âlemlerin Rabbi, yetiştiricisi, eğiticisi, öğreticisi, onlar üzerinde otorite sahibi olmakla kalmıyor, aynı zamanda onlara karşı merhamet hissi de taşıyor. Allah’ın kitabını “rahmet” olarak nitelemesi de bu noktada önemlidir.

Fatiha suresini, konumuzun girişinde üç bölüme ayırarak incelenebileceğini ifade etmiş bu birinci bölümü “Hamd Âlemlerin Rabbinedir.” ayeti üzerinden değerlendirmeye çalışmıştık. Birinci bölüm olarak değerlendirdiğimiz bir ve dördüncü ayetler arasında, Rabbimiz Allah en güzel nitelikleriyle tanıtılarak, tevhid inancının ne olduğu, kısa ama özlü bir biçimde ortaya konmuştu.

Bu ele almaya çalıştığımız konu ile surenin üçüncü ve dördüncü ayetleriyle; Rabbimiz ile yapmış olduğumuz sözleşmenin, Allah’a ait olan birinci bölümü bitmiş, kula ait olan ikinci bölümüne başlanmıştır. Yüce Rabbimizin “Bu, Benimle kulum arasında bir ahittir ve kuluma dilediği verilir!” buyurduğu tevhidin vurgulandığı ikinci ana ifadeye sıra gelmiştir.

 2- “İYYAKE NA’BÜDÜ VE İYYAKE NESTA’İN” (Yalnız sana kulluk ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.) (Fatiha:1/5. Ayet)

Bu ayet’le birlikte konu, İlah-Rab tasavvurundan, İnsanın yönelişine geçiyor. İnsan bu tasavvur doğrultusunda, kendi konumunun bilincine varıyor ve Âlemlerin Rabbine yöneliyor. Ayet doğrudan, Ulûhiyet-Ubûdiyet ile ilgilidir. Kelime-i Tevhidi tefsir etmektedir. Surenin (1-4.) ayetleri Rubûbiyetle ilgiliydi. Dolayısıyla Ulûhiyetin yolu Rubûbiyet’den geçer, zira otorite sahibi, aynı zamanda hüküm/kanun koyan (İLAH) sıfatına da haizdir. Bir başka ifadeyle, Rab olan kanun koyma hakkına sahiptir ki, Allah’ı “Âlemlerin Rabbi” ve “Din gününün sahibi” olarak tanıyan insan, İlah olarak Ona yönelmektedir.

Nitekim Şuara suresinin (23-29.) ayetlerinde, Firavun ile Hz. Musa arasında geçen konuşmada Firavun’un “Âlemlerin Rabbi de nedir?” (Şuara:26/23) sorusuna, Hz. Musa’nın cevabı meseleyi bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. Şuara suresindeki bu grup ayetlerde görüldüğü gibi, Hz. Musa Rububiyetin, yalnızca Allaha ait olduğunu ifade ettiği anda, Firavun kendi ulûhiyetinin tehlikeye girdiğini fark ediyor, Hz. Musa’yı zindana atmakla tehdit ediyor. Çünkü Firavun, Rabliğini devam ettirdiği ölçüde hükmünün geçerlilik arz edeceğini, dolayısıyla aynı ölçüde iktidarını devam ettirebileceğinin farkındadır.

Fatiha suresinin beşinci ayetteki ifadelerine dikkat edildiğinde, İslam inanç sisteminin bu temel ilkesi, bu surede ifade edilen daha önceki ilkelerden kaynaklanıyor diyebiliriz. Buna göre, kulluk yalnız Allah’a yöneltilir ve yalnız O’ndan yardım istenir. Burada da bir yol ayırımı vardır. Her türlü kölelikten mutlak anlamda kurtuluş ile mutlak anlamda kullara kul olmak arasında bir yol ayırımı! Bu ilke, İnsanlığın topyekûn kurtuluşunun ilanını müjdeler; kuruntulara, çeşitli sosyal sistemlere ve yeryüzü gereklerinin zorlayıcı baskısına bağımlılıktan kurtuluşunun ilanı. Ayrıca kulluk ve tevhid ilanı işlenmekte, böylece İnsanın, nasıl bir kulluk ve tevhid ilanında bulunup samimiyet göstermesi gerektiği ile namazlarımızda her huzuruna çağrılışta bizden bu ahdimizi yenilememiz isteniyor.

Fatiha suresinin birinci bölümünde hamdın yalnızca Allah’a yapılacağını duyan muhataplar, “acaba Allah Teâlâ’ya nasıl ve ne şekilde hamd edelim?” diye elbette kendi kendilerine soracaklardır. İşte buna cevap vermek üzere sözün yönünü değiştiren bir üslup ile “Yalnız sana kulluk/ibadet ederiz ve yalnız senden yardım/inayet dileriz” buyrulmuştur. (Fatiha:1/5)

Ayetteki, iyyâke ifadesi “Sana, yalnızca sana.” manasına bitişik olan zamirdir ve ondan sonraki na’büdü fiilinin düz nesnesidir. Nesnenin böyle bir fiilden önce gelmesi, sırf sana mahsus anlamı taşıdığından, başkasına değil, yalnızca sana demek olur.

Na’büdü fiili ise; ibadet etmek, kulluk yapmak demektir. Abed, ubudet, ubudiyet (kulluk) manalarını da toplayan ibadet mastarından yapılmış geniş zaman fiili birinci şahıs çoğul kipidir. O halde ibadet nedir?

Önce ibadetin ne anlama geldiği konusunda, Kuran-ı Kerime bakalım. İsrailoğulları ile Firavun arasındaki ilişkilere değinen ayetler, konuya ışık tutmaktadır. (Mü’minun:23/45-47; Şuara:26/22. Ayetler) Bu ayetlerdeki ibadet (Kulluk etme) fiilinin özüne bakarsak, bunun bugün kullanılan anlamda bir ibadet olmadığını, İsrailoğullarının, Firavun ve yönetiminin otoritesine boyun eğdiklerini, hayatlarını düzenleyen kurallar konusunda, Firavun ve yönetiminin buyruklarına uyduklarını anlamaktayız.

Firavun onlara, kendisinin Rab olduğunu (Naziât:79/24) söylemekte, kendisinden başkasını ilah edineni zindana atmakla tehdit etmektedir. (Şuarâ:26/29) Bu ayetlerden hiçbir zaman İsrailoğullarının Firavun’a taptıkları ve ona sözgelimi namaz, oruç, secde gibi birtakım ritüellerde veya biçimsel hareket ve davranışlarda bulundukları anlaşılmaz. Anlatılmak istenen Firavun’un onlar üzerinde mutlak bir otorite kurduğu, onları dilediği gibi yönettiğidir. Öyle ki, birçok kişi, Firavundan korkmaları sebebiyle Hz. Musa’nın getirdiği davete iman edememişlerdir. (Yunus:10/83) Hz. Musa’nın Firavun’a gitmesinin tek nedeni ona âlemlerin Rabbini hatırlatmak, yeryüzünde büyüklenmeye, fesat çıkarmaya hakkı olmadığını bildirmek, yeryüzünün ezilmişlerini, mustazaflarını Firavun ve benzeri zalimlerin ellerinden kurtarmak, onları özgürlüklerine kavuşturmak ve asıl kulluk yapılması gereken yalnızca Allah’a kul yapmak içindi.

Kur’an-ı Kerimin kullandığı birçok kelimeye daha sonraları değişik kültürlerin etkisi altında başka başka anlamlar yüklendiği gibi, ibadet kelimesi de böyle bir anlam değişikliğine uğramıştır. İbadet denilince bugün akla hemen, namaz – oruç vs gibi, Allah’ın Müslümanlara yapmalarını emrettiği bazı şeyler gelmektedir. Kuşkusuz bunlar Rabbimize ibadetimizin bir göstergesidir.

Ancak ibadet kavramı, bunlardan çok daha geniş kapsamda ele alınmalıdır. İbadet; (kulluk etme), kişinin tüm hayatını kapsayan, oturması, kalkması, düşünmesi, gülmesi, ağlaması, ölümü ve yaşantısını içine alan tevhidi bir tavrı ifade eder. Zaten ayette iki kez tekrarlanan ve özellikle başa alınan iyyâke / yalnız sana ifadelerinin de anlamı budur.

İbadet kavramı; tezellül (kendini alçak tutmak) etmenin nihai noktasıdır, ibadet edilmeye lâyık olan yalnızca âlemleri yoktan yaratan Rabbimizdir. Nitekim insanın yaratılışındaki amaç da ibadettir. (Zâriyât: 51/56) Yani nihai olarak ibadetle kast edilen şey, insanın hayatının amaçlılığıdır. Bir başka ifadeyle ibadet, hayatın istisnasız her alanında Rabbani ilkeler manzumesine, emir ve yasaklarına riayet etmekle ifa edilir. Dolayısıyla yalnızca Allaha ibadet, öncelikle Allah’ı hüküm konusunda yalnızca otorite sahibi kabul etmek ve O’nun karşısında tezellül (kendini alçak tutmayı) gerektirir ki, nitekim insan, hüküm, helal ve haram koyma noktasında, kimi otorite, kanun koyucu, görüyorsa onun karşısında ibadet etmektedir.

Ayrıca bir grup İslâm Âlimi ibadet kavramını şu şekilde tanımlamaya çalışmışlardır: İbadet kavramı Türkçeye genellikle kulluk şeklinde tercüme edilmektedir; ancak kulluk ibadet kavramının karşılığı değildir. Kulluk, kullanılmakla ilgilidir ve kul da kullanılan kimse demektir. A-b-d kökünün Sami dillerindeki asıl anlamı yapmak, meydana getirmek, çalışmak ve üretmektir. İnsanın Allah’a boyun eğişi, O’nun karşısındaki tezellülü (kendini alçak tutma) kendi hür iradesine dayanır.

Yani insan bilinçli bir tercihte bulunur ve şükredici ya da nankör olur. Bir başka ifadeyle ibadet icbara (zorlamaya) dayanmaz. Dolayısıyla bugün anlaşıldığı şekilde bir efendi – köle ilişkisinden ibaret değildir, çünkü efendi – köle ilişkisi icbara (zorlamaya) dayanır. Kelimenin yapmak, meydana getirmek, çalışmak, üretmek şeklindeki anlamlarını, boyun eğmek ve tezellül (kendini alçak tutmak) etmekle bir araya getirdiğimizde şu sonuca ulaşırız.

İbadet; insanın manevi-ahlaki ilkeler manzumesine, yalnızca Allah’ın ve Rasûlü’nün emir ve yasaklarına riayet etmek suretiyle, halifesi kılındığı yeryüzünün imar ve ıslahı için çalışması, Hakkı ve Sabrı tavsiye edip bütün haram ve kötülüklerden sakındırması, iş görmesi, değer üretmesi, bütün bunları yalnızca Allah için yapması, tüm bağlarından sıyrılarak, onların tümünü reddederek, yalnızca onu Yaratan’ın, ona hayat bahşedenin, onun ve alemlerin yaşam biçimlerini kontrol edip düzenleyenin önünde tezellül (kendini alçak tutmak) etmesi ve böylece yaratılışının gereğini yerine getirmesidir demişlerdir. Bunun en somut ifadesini En’am suresinin 162. Ayetinde “De ki; benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm Âlemlerin Rabbi Allah içindir.” (En’am: 6/162) görebiliriz.

Arapçada “İbadet” kelimesi üç anlamda kullanılır. A- Tapma ve bağlılık. B- Boyun eğme ve itaat etme. C- Hükmü altına girme ve kulluk yapma. Bu ayette bu üç anlama da gelir: Yani “Biz yalnız sana ibadet ederiz, yalnız senin kulların ve köleleriniz.” “Yalnız senle bu tür bir ilişki içindeyiz” ve bütün bu anlamlarıyla “Senden başka hiç kimseyi İlah kabul etmiyoruz”

Peygamber efendimiz sav buyurmuştur ki: “Mümin taze ekin gibidir, rüzgâr estikçe yatar, fakat yine doğrulur kalkar. Kâfir ise çam ağacına benzer, rüzgâr estikçe gürler, ama bir kere yıkılırsa bir daha kalkamaz.” (Buhari, Tevhid, 31; Ahmed b. Hanbel, 2/523) Çünkü kâfir ölümlüye, Mümin ise diri olan Allah’a bağlıdır. Gerçekten ibadet yalnızca O’nun hakkıdır ve ancak Allah’a ibadet edenlerdir ki; diğer ümitlere, korkulara kendini tamamen kaptırmaz ve vazifesi yolunda şaşırmaz ve onlardan herkes faydalanır.

Hz. Peygamber sav’ in vefatı üzerine bütün ashâb-ı kiram pek çok üzülmüş adeta şaşırmış idiler. Hz. Ömerü-l-Fâruk bile; “Peygamber vefat etmedi ve etmez, her kim öyle derse vururum demeye kadar varmıştı.” Fakat Ebu Bekir efendimiz derhal (Âl-iİmran:3/104) ayetini okuyup; “Ey Müminler! Eğer Muhammed’e ibadet ediyorsanız işte o vefat etti ve eğer onu gönderen Allah’a ibadet ediyorsanız, O ölmez diridir.” mealindeki nutkunu söyleyince ashab-ı kiram kendilerine gelmişlerdi. Bu gerçek her zaman gerçeğin ta kendisi ve bu kanun, her vakit geçerli olan bir kanundur.

Bu dinin, hayatın hâkimi, sahibi, belirleyicisi yalnızca Allah’tır. Öyleyse iman da, İslam da yalnızca Allah’ın istediği biçimde olmalıdır. Şunu kesinlikle bilelim ki Allah’ın istediği imanda da, Allah’ın ortaya koyduğu İslam’da da ibadet kastı bulunmayan hiçbir beşerî faaliyet yoktur. Kulluğun dışında sayabileceğimiz bir tek davranış yoktur. İslâm başlangıcından, hayatın sonuna kadar insan hayatında bu ibadet mefhumunu gerçekleştirmeyi en büyük gaye edinmiştir.

 İnsanın bireysel hayatında, İnsanın Allah’la ilişkilerinde, İnsanın insanla ilişkilerinde, İnsanın çevresiyle ilişkilerinde, ekonomisinde, iktisadi hayatında, ceza hukukunda, medeni ve aile hukukunda, bütün emir ve yasaklarında vd. İslam’ın bundan başka hedefi yoktur. İslam hayatın tümünde insanın yalnızca Rabbine kul olmasını istemektedir. Kuran baştan sona bu kulluğu anlatmaktadır.

Ayetin ikinci kısmında, tevhidin bir başka boyutuyla karşılaşıyoruz. “İyyakenesta’in” İstiane; yardım dilemek, destek istemek demektir. Yalnızca Allah’a ibadet eden insan, bunun gereği olarak yalnızca O’ndan yardım dilemeli, yalnızca O’ndan destek istemelidir. Allah insana şah damarından daha yakındır. (Kâf:50/26) Hak olan davet, dua, yalnızca O’na yapılır; Allah’tan başka Allah’ın yakınından/O’nun sözde astlarından, yardıma çağırılanlar, kendilerini çağıranlara hiçbir şekilde cevap veremezler.(R’ad:13/14) Bu şekilde kendilerinden yardım talep edilenler açık bir biçimde şirk aracı, şirk unsuru haline getirilmişlerdir.

Meselenin sosyal boyutuna gelince ayet; İnsanın sırtına vurulmuş olan yükleri indiriyor ve boynuna geçirilmiş olan zincirleri paramparça ediyor, onu yalnızca Âlemlerin Rabbine bağımlı kılıyor. Böylece tüm sahte aracı, kayırıcı ve kurtarıcılar, dolayısıyla tüm anlamsız korku ve kaygılar hayatın dışına itiliyor.

Ama yalnızca Allah’a kulluk etmek kolay değildir. Çünkü yeryüzünün zalimleri, fasıkları, yeryüzünde mülkü, hükmü elinde bulunduranlar buna şiddetle karşı çıkacaklardır. İman eden kişi de zaten böyle bir ortamda denenecek; direnir ve dayanırsa, tevhidi imanında sabrederse iman etmiş olduğunu ispatlayacaktır. Cennet kolay kazanılabilecek bir ödül değildir. (Bakara:2/214)

İşte müminler, bu zorluklar karşısında yalnızca Rablerinden yardım dileyecekler, yalnız O’na sığınacaklardır. Çünkü insanların velisi, dostu, sığınağı, dayanağı, koruyucusu yalnızca Allah’tır. Bu yüzden yalnız O’na dayanmalı, O’na güvenmelidirler. Yalnızca Allah’tan yardım isteme, İnsanın Allah’la olan ilişkisinde hem kulluğunu yerine getirmede hem de kul olmanın bir gereği olarak önem arzetmektedir. Fatiha suresinde insanın Rabbi ile ilişkisi, Rabbi karşısında görev ve sorumluluğu ile onu yerine getirmede, yalnızca O’ndan yardım istemesi birbirini tamamlayan iki davranış olmakta ve yalnızca O’ndan yardım isteme, aynı zamanda Allah’ın merhametini yansıtacak olan bir davranış olma özelliğini taşımaktadır diyebiliriz.

Ve işte Fatiha suresinin bu bölümünde hayatın tümünü, kulluk olarak Allah’a takdim edeceğimize dair Allaha söz veriyoruz. Ya Rabbi söz veriyorum, ben hayatımın tümünde sadece Sana kulluk edecek, yalnızca Seni dinleyeceğim, yalnızca Senden yardım isteyeceğim diyoruz.

Bu ayet aslında bir Müslüman portresi çizmekte, bir Müslümanın kafa karışıklığına sahip olamayacağını bildirmektedir. Müslüman, neye, niçin inandığını, kim için ve ne uğruna yaşaması gerektiğini, kimden ve neyin karşılığında yardım talebinde bulunacağını bilmelidir. Ayrıca istenen şekilde bir duruş ortaya koymanın, asgari gereklerinin nelerden oluştuğunun da farkında olmalıdır.

Sure’de; Allah’a yönelik övgü, O’nun birliğinin, yalnız ve tek oluşunun dile getirilmesi, kendisinden yardım ve hidayetin istenmesi gibi hususların, insanlar için vazgeçilmez ve aklı yerinde olan her insan içinde gerekli şeyler olduğu belirtilmiş. İnsanın Rabbi ile ilişkisini ortaya koyan ana esasların yer aldığına işaret edilmiş. İnsanın, Rabbi ile olan ilişkisinde, temel olarak nelere dikkat etmesi gerektiğini anlamamıza katkı sağlayacak hususlarla, Allah ile kulları arasındaki ilişkinin gerçek mahiyeti belirlenmiştir.

Sonuç olarak söylemek gerekirse; Fatiha suresi, ilk ayetinden son ayetine kadar tam bir anlam bütünlüğü içerisinde birbirine bağlanmış, Kur’an’ın icazını gösteren eşsiz bir ilahi hayat kitabıdır. Surenin başı rahmet, ortası hidayet, sonu ise nimettir. Kul, Allah’ın hidayetinden nasiplendiği ölçüde O’nun nimetine ermiştir. Çünkü her şey O’nun nimet ve rahmetine döner. Nimet ve Rahmet, O’nun yaratıcılığının gereklerindendir. Tarih, kendilerine nimet verilenler, iman edenler ile onlara karşı çıkanların, zorba ve tâğuti güçlerin, yani gazap edilenlerin ve dalâlette olanların, sapıtmışların mücadelesinden ibarettir.

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir