I. Meşrutiyetin ilanında, parlamenter sistem meşrutiyetin dinen meşruiyetinin sağlanması için, ikna edilmesi gereken sınıf, ilmiye sınıfıydı. Parlamenter Meşrutiyet sistemi siyasi, bürokrasi ve seyfiye sınıfı tarafından uygun görülüyordu. Bu esnada dönemin İslamcı aydınları da basın yoluyla olumlu manada hararetli savunularda bulunuyordu.
Meşveret kavramından, meşrutiyete cevaz devşirenlerin dayanağı, Ali İmran Suresi 159. ayette yer alan “Hum” zamiri içine, “gavurlar da girer miydi?”. İlmiye sınıfı başta Şeyhülislam olmak üzere, “Hum” zamirinin içine “gavurların giremeyeceği” yönündeydi. Yani yeni siyasi düzen olan meşrutiyetin işleyişi olan parlamentoda – dönemin yorumlarına göre meşveret meclisinde – gavurlar bulunamazdı. Karşı çıkanların başında gelenlerden biri de, Ahmet Cevdet Paşa idi.
İçinde siyasi, bürokrasi, seyfiye ve İlmiyenin de bulunduğu 200 kişilik istişare heyeti, iki kez toplanmasına rağmen, ilmiye ikna edilemedi. Dönemin söz sahibi seyfiye sınıfı, toplantının yeniden yapılmasında ısrar etti ve üçüncü toplantıda ilmiye ikna edildi. “Hum zamirinin içine kimlerin gireceği, içtihadi bir konudur” kararı çıktı.
İlmiye Baskı Altında
İlmiye, baskılara dayanamadı. İleride kendisi, makamından mevkiinden, yerinden yurdundan edecek büyük bir karar rıza gösterdi. Parlamentoya giren gavurların ilk hedefinde özellikle ilmiye sınıfı, ilmiye sınıfının şahsında din vardı. İlmiye sınıfı, yeni siyasi düzen lehine verdikleri bu tavizinden dolayı ilerleyen süreçte büyük itibar kaybına uğradı. Oysa yeni siyasi düzen, ilmiye sınıfının onayıyla cari olma imkanı bulabilmişti. İlmiye sınıfı, bu durumu kendileri için itibar olarak görürken, parlamenter sistem ilmiyeyi saf dışı bırakmıştı.
I. Meşrutiyet kısa sürdü ve uzun yıllar sürecek olan II. Abdülhamid’in baskıcı iktidarı başladı. Abdülhamid ise ilmiyeye hiçbir zaman güvenmedi. Amcasını tahttan indirip yerine kardeşi V. Murad’ı geçiren, sonra kardeşini tahttan indirip kendisini saltanata getiren ilmiye sınıfıydı. Denilebilir ki, sultanların saltanatının meşruluğu, ilmiye sınıfının tasdikine bağlıydı.
Aradan otuz küsur yıl geçti ve Abdülhamid’in saltanatı II. Meşrutiyetin ilanıyla beraber sona erdi. İlmiye, “Hum” zamirini konuşma zahmetine dahi girmedi. İlmiye bir karar vermişti. “Abdülhamid gitsin de nasıl giderse gitsin, Abdülhamid devrilsin de kim devirirse devirsin.” Siyasi basiretinden yoksun olan ve bağımsız bir muhalefet odağı olamayan ilmiye, bu icraatı kendileri yapamayacağını bildiklerinden, yerli gavurlardan oluşan İttihatçılara arka çıktılar. “Yıldızdaki baykuş” devrilmişti.
İslamcı aydın entelektüel ve dahi bütün ilmiye, Yıldızdaki Baykuşun devrilişini, elleri kızarıncaya kadar alkışladı. Başlarına akbabaların musallat olacağının, olduğunun farkına bile varmadılar. Yeni bir düzen kurulmuş, hürriyet ve müsavat gelmişti. Akif’in deyimiyle, “geçmiş deve dikenleriyle kaplı bir çöl, gelecek kutsi bir hakikatti.” Akif gibi biri bile, başlarına musallat olan akbabaların, ileride başlarına ne işler açacağını kavrayamamıştı.
Yıllar sonra yazdığı şiiri Süleymaniye Kürsüsünden:
“Bir de İstanbul’a geldim ki: bütün çarşı, Pazar / Naradan çalkanıyor! Öyle ya… Hürriyet var!
Galeyan geldi mi, mantık savuşurmuş… Doğru: / Vardı aklından o gün her kimi gördümse zoru
Kimse farkında değil, anlaşılan, yaptığının / Kafalar tütsülü hülya ile gözler kızgın”
diyerek, acı acı feryat edecekti. Sonra Hicran ve Secde şiirlerini yazacaktı. Lakin geçmişin hataları telefi edilebilir eşiği çoktan aşmıştı. Akif, iki arada bir derede kaldığını ifade ederken, Hasan Basri Çantay’a, “Ne ona yaranabildim ne de buna” diyerek nedamet getirecekti.
“Kullanışlı Ahmaklar”
II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte meclisi mebusandan her biri birer koltuk kapan ilmiye, yeni düzeni meşrulaştıran mersiyeler düzmeye başladı. Aslında İttihatçıların gözünde her biri “kullanışlı ahmaklardı.” Memleket insanı açlık ve sefalet içinde yüzerken, beş bin kuruş, on bin kuruş maaşlarla, işleri tıkırındaydı.
Elmalılı Hamdi Efendi, Meclisi Mebusan kürsülerinden, halifenin meşruti hükümetin bir memuru olduğunu haykırıyordu. Halifenin dahi meclisin iradesine tabi olması gerektiğini, esas olanın “hakimiyet-i millet” olduğunu haykırıyordu. İleride kurulacak olan laik cumhuriyetin külli kaidelerinden biri olacak olan “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ilkesini inşa ettiğinin farkında bile değildi. Aradan yıllar geçti, İttihatçılar ilmiyeyi siyasetten sürgün edip dışlamıştı.
Elmalılı Hamdi Efendi yapılanların büyük hata olduğunu kavramış, “Tövbe Ya Rabbi tövbe” diyerek, bu kez pişmanlığını haykırmıştı. Lakin bu nedametin artık hiçbir faydası yoktu.
“İttihatçılar içinde bir İslamcı” olarak ifade edilen Said Halim Paşa, daha sonraları “Buhranlarımız” diyerek şikayet ettiği ne varsa, iktidarda kaldığı süre boyunca gerçekleşmesi için çaba gösterdi. 1917 yılına kadar İttihatçıların başkanı olarak kaldı. İktidardan düşünce de, “Siyasi Buhranlarımız”, “İçtimai Buhranlarımız” gibi tespitler yapmaya başladı.
1908 Meşrutiyetin ilanıyla birlikte ortaya çıkan tiyatro furyasında, Taksim’de, Eminönü’nde ve İstanbul’un çeşitli yerlerinde çırılçıplak kadınlar oryantal dans yaparken, iktidarda söz sahibi olan Said Halim Paşa, olup bitene hiç ses çıkarmıyordu. 1913 yılında İttihatçıların kanlı Bab-ı Ali Baskınında, Said Halim Paşa İttihatçıların üzerinde söz sahibi ricaldendi. O vakitler siyasi ve içtimai buhranlar dediği ne varsa, inşa ediliyordu…
Sonra, 1917’de sadrazamlıktan istifa edip, iktidardan uzaklaşınca, buhranlarımızın olduğunu keşfetti. Acaba yapıp ettiklerine pişman mıydı? Orasını bilemiyoruz.
İskilipli Mehmed Atıf, Allah O’na rahmet etsin. İlmiye sınıfının siyasi basiret yoksunluğundan nasibi alanlardan biriydi. Frenk mukallitliğini şapkaya indirmişti. Oysa Osmanlının siyaseten, iktisaden, hukuken, baştan sona Frenk mukallidi olması için bir ömür çaba sarf edenlerdendi. Aynı mukallitliğin devamı olan cumhuriyet rejiminin hışmından O’da kurtulamadı. Aslında cumhuriyet rejimi, II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte başlayan değişim ve dönüşümün devamıydı. İlmiye revan oldukları yolun nereye çıkacağını kestiremeyecek kadar basiretten yoksundu. Pişman oldular lakin nedametleri fayda etmedi.
Hey gidi ilmiye hey
Meşrutiyet meclisinde mebus koltuğuna oturan Mustafa Sabri, hararetli tartışmalarla meşrutiyet sistemini bütün hatlarıyla savunmakta, meşrulaştırmaktaydı. Ramazan ayında taşraya gidecek olan medrese talebelerine, halkı meşrutiyet yönetimine ısındırmalarına dair akıl veriyordu. Meşrutiyet muhaliflerini amansız ve pervasız bir şekilde fitneciler diyerek merhametsizce eleştiriyor, adeta yerin dibine sokuyordu. Yerli gavur İttihatçılar için mübarekler olarak onlara methiyeler diziyordu. Kısa zaman sonra onların aslın ne yapmak istediklerini anlamıştı, lakin artık elinden hiçbir şey gelemezdi. Zira her yönüyle iktidar onların eline geçmişti.https://fikiryorum.net/?s=sabri
On yıl sonra Şeyhülislam olduğunda, Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’den kendisine gelen ahlaksızlık hakkında şikayetler karşısında şaşkındı. Daha sonra siyasetten ve devletten tecrid edilince, düzene muhalefet etmeye başladı. Meşrutiyetin devamı olan cumhuriyete muhalif oldu. İkisinin birbirinden farkının olmadığını anlayamamıştı. Mesele cumhuriyet miydi? Yoksa devlet imkânlarından uzaklaşması, statüsünü kaybetmesi miydi? Abdülhamid’i ağır ithamlarla eleştirmesinin ardından yıllar geçtikten sonra, İsrail Devleti zuhur etmeye başladığında, Abdülhamid’in siyonistleri engellemek için çok çabaladığından bahsedecekti.
Yıllarca meşrutiyetin meşruluğunu savunan Ahmed Hamdi Akseki, zamanla hiçbir şeyin yolunda gitmediğini anladığında çok geç kalmıştı.
Ve: “Benim neslimin büyük günahı tarihini bilmemek, tarihine inanmamak ve bilhassa tarihinde kendinden bir şey devam ettiğine inanmamaktı. Gördüğümüz feci terbiyenin tesiri altında tarihi bir mezar ve bütün vekayii birer ceset gibi düşünüyorduk. Mazimiz bir dağdı, onu çıkmıştık, şimdi inmekle meşguldük. Ve talihin bizi iniş tarafında dünyaya getirdiğine kızmaktan başka yapacak bir şeyimiz yoktu” diyerek acı bir itirafta bulunacaktı.
Hey Gidi İlmiye Hey
Meşrutiyet düzeni ile birlikte dinin devlette belirleyiciliği ortadan kalkmaya başlamıştı. Artık din – İslam – kendisinden bir şey sorulacak mercii olma vasfını kaybetmişti. Lakin ne hikmetse ilmiye bunu anlayamadı. Hüseyin Cahid’in dediği gibi, “meşrutiyet demek, yasaların meclis tarafından yapılması demekti.” Yani önemli olan haram helal değil, önemli olan zamanın gereklerine göre beşeri yasama yapmaktı.
Meşrutiyetin ilanından yaklaşık on yıl sonra din ve devletin birbirinden ayrılma meselesi konuşulmaya başlayınca, ilmiyeden her biri, “Dinimiz Devletimiz” diye makaleler yazmaya, dinin devletten tefrik edilemeyeceğini seslendirmeye başladılar. Oysa din ve devlet işleri ilmiyenin el birliği ile meşrutiyetin ilanıyla birlikte çoktan ayrılmıştı.
20. yüzyıl başlarında ilmiyenin, “Jakoben Hamidizmden kurtulalım da nasıl kurtulursak kurtulalım” diyerek İttihatçı tayfaya yaslanmaları ile 21. yüzyılın başlarında Müslüman aydın entelektüellerin “Jakoben Kemalizmden kurtulalım da nasıl kurtulursak kurtulalım” diyerek muhafazakâr iktidar yaslanmaları arasında mahiyet olarak fark görünmemektedir. Oysa kimin ne olduğu ve ne yapmak istedikleri, kendi ifadeleri ile aleni olarak ortadaydı.
Müslüman aydın entelektüellerin anlamadığı ya da anlayamadığı çok önemli bir husus vardı. Aslında iktidara gelen muhafazakârlar, İttihat Terakki siyasetinin tipik bir takipçisiydi. İttihat ve Terakkinin yapmak isteyip de yarım kalan her şeyi tamamlamak için iktidara gelmişlerdi.
İttihat Terakki 20. yüzyıl başlarında hangi tekliflerle ilmiye sınıfını kandırmış ise, 21. yüzyılın başlarında iktidara gelen muhafazakârlar da aynı tekliflerde bulunarak Müslüman aydın entelektüelleri kandırmaktaydı. Fakat kimse yaşanan gelişmelerin yüzyıl önceki tezgâhın tekrarı olduğunu kavrayamadı. Aydın entelektüel sınıfı aldatıcılığı bariz olan bu oyuna gelmekle büyük hata yaptı.
Aydın takımından birisi, “AKP Benim evimde kuruldu” diyerek bir vakitler caka sattı, iktidarın akil adamlar sınıfında yer aldılar. İzzet ikram gördü. Sözleri geçmeyip iktidar tarafından dışlanınca, “AKP bir projedir” demeye başladı.
Hey gidi İslam hukuk profesörü hey… Yıllarca mevcut düzene yaranmak için az mı çaba harcadı? Enflasyon oranında faize fetva verdi, laik düzeni işleten muhafazakâr iktidara sürekli meşruiyet devşirdi. Sivri tepeleri törpülemek için iktidarla az işbirliği yapmadı. Zaman çok çabuk geçti, yaş ilerledi. Ve yaş ilerledikçe savunduklarının boşa çıktığını görmesiyle, geçmişin nedameti yakalarına yapıştı. Şimdilerde, “yaranmakla iyi sonuç elde edemezsiniz” diyor.
Hey gidi İslamcı akademya ve entelektüeller hey…
Bir zamanlar Medine Vesikasını yorumlayarak, demokratik temelli çoğulcu toplum kurgusuna devasa köprüler kurdular. Egemen düzene methiyeler düzdüler. İlk başlarda “Ak Parti İslami aidiyetleri eritiyor” dediler. Sonra “yetmez ama evet” dediler. Aradan çok zaman geçmedi, siyaseten dışlanınca, gelinen eşikten şikâyet etmeye başladılar.
Yaş ilerledikçe ve gençken savunduklarının boşa çıktığını gördükçe, geçmişin nedameti yakalarına yapışıyor.