Günümüz dünyasında olaylara, eşyaya, kavramlara ve dünyaya… İslâm dışı değer yargılarıyla, onların gözlükleriyle bakıyoruz. Oryantalistlerin DİN, bilim, mukaddesat vb diye adlandırdıkları olguları adeta birtakım nesnel şeylerin anlamları gibi alıyor ve kendi kültürümüzde de aynı muhtevayı taşıyorlarmış gibi algılıyoruz. Oysa bütün bu tür anlamlandırmalar her kültür için farklı anlamları içermektedir. Bu tür adlandırmalardan aynı şeyleri anlamaya başladığımız zaman aynı kalıplarla düşünmeye başlamışız demektir.
Din kelimesinin sözlükteki anlamlarından bir tanesinin de “İzlenen yol” olduğu, bilinen gerçekler arasındadır. Çağımızda insanlar ve özelliklede “MÜSLÜMANIM“ diyenler, DİN ile egemen tâğuti olan, cahiliye düzenleri arasındaki ilişki ya da zıtlığın mahiyeti hakkında yeterli bir bilgiye ve belirleyici bir takım kıstaslara büyük bir çoğunlukla sahip bulunmamaktadır. Bu konuda açık ve net bir yaklaşım şeklini yakalayabilmek için, ayetlerin ve peygamberin buyrukları üzerinde iyice düşünmek, elbette ki başta gelen sorumluluklarımız arasındadır.
Bu hususta rahmetli şehit Seyyid Kutub’un, Yusuf suresinin 76. Ayetinde yer alan “ … Yoksa, Allahın dilemesi müstesna, Melik’in dinine göre kardeşini alıkoyamazdı. “ buyruğu ile ilgili açıklamasını, konumuzun ana fikrine oturtmak istiyorum. Çünkü bu emir DİN kelimesinin bu ayet üzerinden ne anlam ifade ettiğini bütün incelikleriyle sınırlandırmaktadır. Ayet-i Kerimedeki bu kelime, Melik’in düzeni ve yasal, hukuki düzenini, sistemini anlatmaktadır. Çünkü; Melik’in” DİNİ”, düzeni ve kanunları, hırsızlık yapanın alıkonulmasını, hırsızlığın cezası olarak tespit etmemekte idi.
Böyle bir ceza, Hz. Yakub’un düzeninin ve dinindeki şeriatın öngördüğü bir ceza idi. Hz. Yusuf’un kardeşleri de kendilerinin düzen ve şeraitlerinin hükmünün uygulanmasını kabul etmişlerdi. Böylece yüce Allahın Hz. Yusuf’a ve öz kardeşine ilişkin planı gerçekleşme yoluna giriyordu. Eğer kardeşini Melik in “ DİNİ ne, yasalarına göre yargılayacak olsaydı öz kardeşini yanında alıkoyması mümkün olmazdı. O bakımdan Hz. Yusuf, bu şeriatı, Melik’in kabını kardeşlerinin yükleri arasında bulunca onlara uygulamıştı. Kuran-ı Kerim’in de düzen ve hukuku ifade etmek üzere “DİN” kelimesini kullandığını görüyoruz.
Kuran-ı Kerim’in ne anlama geldiği açık olan bu anlatımı, günümüz cahiliyesin de bütün insanların dikkatinden, gözünden kaçan bir husustur. Bu konuda kendilerinin “MÜSLÜMAN” olduğunu iddia edenlerle, onların dışında kalan cahiliye mensupları arasında bir fark yoktur.
Bunlar “ DİN” in anlamını, yalnızca inanç ve temel ibadetler den ibaret sanıyorlar… Allahın ve peygamberlerin varlığına inanan, Allahın meleklerine, kitaplarına, hayrıyla, şerriyle kadere iman eden, farz kılınmış ibadetleri yerine getiren herkesi kime itaat, ibadet ederse etsin, kime boyun eğerse eğsin, yeryüzünde türlü, çeşitli Rabblerden, ister Allah’la beraber, isterse Allahsız olsun kimin hakimiyetini, egemenliğini kabul ederse etsin, bütün bunlara bakmaksızın, Allahın dinine girmiş sayıyorlar.
Halbuki Kuran-i buyruk burada Melik in “ DİNİ “ tabirinin, Melik in düzeni, kanunları ve bu düzenin hukuku demek olduğunu tespit etmektedir. Aynı şekilde Allahın “ DİNİ “ de yalnızca Allahın düzeni, yaşam biçimi ve şeriatı demek olur.
Allahın “ DİNİ “ tabirinin anlamı, öyle zayıflamış, gerilere çekilmiş ve hayatımızdan uzaklaştırılmış bulunuyor ki, cahiliye mensubu kitlelerin düşüncesine göre sadece gönülde kuru bir inanç ve belli başlı ibadetleri anlatır olmuştur… Halbuki Adem ve Nuh as dan itibaren Muhammed as kadar İslâm, bu “ DİN “ geldiği ilk günden beri bu anlamdan ibaret değildi. Aynı zamanda Tevbe sûresi 31. Ayetin tefsirine konu olan peygamberimizin, Adiy b. Hitam rivayetide, Rabb lik ve DİN konusunu gayet açık ve anlaşılır bir şekilde tanımlamaktadır.
Her zaman için Allah’ın “DİNİ “ tabirinden anlaşılan şu olmuştur. Alemler ve yeryüzü üzerinde, egemenliğin ve hakimiyetin kayıtsız şartsız yalnızca Allaha ait oluşu, yalnızca Allaha itaat edip boyun eğmek, Allaha rağmen başkalarının değer yargılarını, helal ve haramlarını ret etmek, Gökyüzünde onun uluhiyeti kabul gördüğü gibi yeryüzünde de Allahın uluhiyetini ve Rububiyetinin birliğini kabul etmek… Yani yalnızca Allahın hakimiyetini, şeriatını, sultasını ve emrini kabul etmek. İşte bu, her zaman Allahın DİNİ ni kabul edenlerle, Melik in DİNİ ni kabul edenler arasında safların, yolların ayrılış noktasını belirleyen Tevhidi duruş olmuştur. Yani gönüldeki ve dildeki kuru bir inanç veya belli başlı ibadetlerde Allaha itaat ederken, düzen ve yasalarda, teşride- hükümlere itaat de yalnızca Allahtan başkasına itaati kabul etmek suretiyle de şirk koşmaktadırlar.
Esteûzu Billah “ Müslüman ın velisi Allah tır, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velisi de tağuttur. Onları aydınlıktan karanlıklara sürükler. İşte onlar, içinde ebedi olarak kalmak üzere cehennemliktirler. “ ( BAKARA:2/257 )
Bütün bu anlatılanlardan sonra varılan sonuç şu olmaktadır. Kayıtsız şartsız bütün alanlarda yalnızca Allaha ve onun hükümlerine tam bir gönül hoşluğuyla bağlanmadıkça ve Allahın DİNİ dışında kalan her türlü düzen, sistem, inanç, töre, değer yargıları, gelenek ve görenekler kesinlikle ve tam anlamıyla ret edilmedikçe, Allah tarafından kabul edilecek nitelikte bir imana sahip olmaya imkan yoktur. Ancak böyle bir tavır sergilendiği takdirde, Allahın DİNİ ne iman edilmiş, Tağut ve Tağuti düzenler inkâr edilmiş, Şirk in karanlıklarından kurtulup, İmanın aydınlığına çıkılmış olur.