II. Meşrutiyetin ilanından sonra, Tokat mebusu olarak Meclis-i Mebusana giren Mustafa Sabri Efendi, ilk içtima senesinin sonunda, memleketi olan Tokat’a gider. Tokat’ta hemşehrilerine hitaben yeni siyasi düzen olan meşrutiyeti anlatmak için bir vaaz veriri. Sabri Efendinin Tokat’ta verdiği vaaz, başmuharrir olduğu Beyanülhak Gazetesinde yayınlanır. Adı geçen vaazı okuyucunun ilgisine sunuyoruz.
Muhterem hemşerilerim!
Vatanımızı son nefesinde kurtaran inayet-i ilahiye ile erbab-ı hamiyet fedakârlıkları sayesinde, Meclis-i Mebusan-i Osmani açılmış ve iyi niyetimiz bizi bu mecliste bulunacak olan milletvekilleri arasına sokmuştur. Otuz üç seneden beri tahrip edilen bir mülkün, yedi sekiz ay zarfında ne kadar tamiri mümkün ise, işte o daire-i imkânda çalışan meclisimiz bu senelik vazifesini ikmal ettikten sonra, bizi mebusluğa layık gören hemşerilerimizle gelip görüşmek arzusu, kalbimizde hâsıl oldu. Bil hassa bendenizin sağlık durumu, seferin meşakkatine tahammül edemez olduğu halde, hatırınızı sormak için sevgili memleketimi bu vesile ile görmek arzumu yenemedim. Elhamdülillah işte birkaç günden beri aralarında doğup büyüdüğüm muhterem hemşerilerime kavuşmak, cana yakın ve tatlı dilli muhabbetinizde bulunmak saadetine nail oldum.
Müsaadeniz olursa bundan sonra da hepimizin asli vazifesine ait birkaç kelime söyleyeceğim:
Tarihen sabit olan hakikattendir ki bizde meşrutiyet yeni kabul edilmiş bir icat olmayıp peygamber ve raşit halifeler döneminde zaten var olan meşru bir idare şeklidir. Milletle müşavere etmek, ahalinin en âcizine varıncaya kadar hak kelamını tanıtmaktan ibaret olan meşrutiyet, sonraları milletin elinden alınmıştı. Demek istiyorum ki meşrutiyeti Avrupalılardan almadık. Esas itibarıyla bizde zaten var idi. Belki Avrupalılar bizden aldılar. Hatta İslam’da kadimen mevcut olan hâkimiyet-i milliye, bugün Avrupa’da bulunan hâkimiyet-i milliyenin üstündedir.
Görmez misiniz ki Avrupa hâkimiyet-i milliyenin yüksek mertebelerini gösteren cumhuriyetlerde bile, hiçbir mesuliyeti olmayan fertler bulunduğu halde, İslamiyet’te Cenab-ı Hak’tan başka herkes mesuldür. Demek ki İslamiyet’te ziyadesiyle mevcut olan meşrutiyet ve hâkimiyet-i milliye, bizim kayıp edilmiş meşru bir hakkımız idi. Geçen seneki inkılap üzerine işte bu mevcut olan hakkımızı gasıpların elinden geri aldık. O günden beri hamd olsun meşrutiyet nimetimizle nimetlenmiş bulunuyoruz. Şurasını da söyleyelim ki, yapmak yıkmaktan güç olduğu halde, otuz üç senede yıkılan bir mülkün tamir ve onarımı kabil olmadığı gibi, hele çalışmaksızın, eski adetlerimizi terk etmeksizin, kendi kendine meşrutiyetten fayda beklemek akıl karı değildir.
Malumunuzdur ki istibdat, şan ve şevketi ile beraber ahlakını da bozdu. Eski devir büyükler arasına rekabet ve düşmanlık, küçükler yani fukara arasına da atalet ve meskenet akıtmış, hele hükümetin vazifesi zalimlere ve mütegallibelere, dayanak olmaktan ibaret kalmıştı. Evvelce zalimlere arka olan hükümet, bundan sonra inşallah acizlere ve mazlumlara sığınak olacaktır.
Eski devir milletin bütün fertlerini birbirinden soğutmuş, akrabayı akrabadan, komşuyu komşudan, vatandaşı vatandaştan ayırmış, herkesi birbirine karşı yabancı bırakış, velhasıl vatandan garip düşürmüş idi. İstibada kalplerden vatan muhabbetini, umumi menfaat hissini silmiş ve yalnız şahsi menfaat fikrini sevdirmişti. O derecede ki çalışanlar, nefsi nefsi diye çalışır ve zamanla kendi işini yoluna koyduktan sonra, başkası ne olursa olsun demekten çekinmez ve namus erbabı olarak bilinenlerin bile çoğunluğu, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın derecesinde hareket etme duygusunda bulunurlardı.
Bu fikirler bir adamın kendi bakış açısıyla bile ne kadar yanlış fikirlerdir. Bu gün hayatta şahsi menfaatlerin yerini milli menfaatler almıştır. Düşkün ve haysiyetsiz bir milletin en mesut ferdi dahi bedbahttır. Daha doğrusu, düşkün ve haysiyetsiz bir milletin mesut fertleri olamaz. Bu gün milletler diğerlerine karşı yekpare bir kitle halinde bulunmak mecburiyetinde iken, herhangi bir milletin ferdinden biri kendi menfaatini kendi saadetini milletin yükselmesinde aramazsa, emin olun ki evvela kendisi, felç olmuş kullanılmaz bir uzuv haline gelmiştir. Çünkü hangi unsura mensup olursa olsun, bir devletin tebaası, bir vatanın evladı, bir bedenin azası, bütün mecmuanın icrası gibidir. Ve milletler ancak bu his ile mütehassıs olmak sayesinde kurtuluş bulabilirler. Hâlbuki dünyanın her tarafında bugün kabul edilen şu his, İslamiyet’in hikmetinde daha evvelce takdir edilmiş ve “Âdemoğulları birbirleri için, bir bedenin azaları gibidir” buyrulmuştur.
Hulasa-i kelam asrın ortak görüşüne şayan, yaşadığımız medeniyet devrinde, insanlar derece derece hali ittihat ve içtimadan tebaaları nispetinde muhataraya maruzdurlar. Diğer tabirle bir adamın dünyada sahip olduğu kuvvet, birlikte olduklarının çoğunluğu kadardır. Maruzatımı biraz daha açık ve serbest bir lisan ile ifade edeyim. Hısımdan akrabadan yoksun veyahut onlardan uzak olarak münferit yaşayan bir adamın kuvveti bir adamlık kuvvettir. Hısımından akrabasından elli tane müttefiki bulunan bir adamın kuvveti elli kişilik kuvvettir. Bunun gibi tek başına bir unsurun kuvveti bir unsurluk kuvvet ve dört beş unsurun bir araya gelerek birleşmelerinden ortaya çıkan kuvvette beş unsurluk bir kuvvet olur. Onun içindir ki mesela tasavvuru bile kalpleri titretmek için kâfi gelen bir misal olmak üzere, Osmanlılığı teşkil eden anasırdan Türkler, Ermeniler, Arnavutlar, Kürtler, Rumlar birbirinden ayrı birer bağımsız idare haline gelseler, bu ayrılıktan zarar görecek olan yalnız biri değil, belki her birisidir. Ve her birinin hisse sahibi olduğu bu büyük kuvvetin küçülmesini arzu etmeleri kadar şaşkınlık tasavvur olunamaz. Sürüden ayrılan koyunu kurt yer misali malum olduğu gibi, zamanımızda, “Allah’ın kudret eli cemaatle beraberdir” sözünün hikmeti açıklıkla tecelli etmiştir.
Lisanımızın hayli zamandan beri alışmış olduğu medeniyet kelimesiyle, “insanlar tabiatı itibarıyla medenidir” misalini biraz tahlil edersek ne anlarız? Medeniyet şehirlilik manasınadır. Demek ki insanlar tabiat itibarıyla şehirli olmak üzere yaratılmıştır. Şu halde köylüler insanlığın tabiat dışı bir mevkiinde mi bulunuyor? Hayır. Çünkü şehirlilikten maksat, insanların mücerret bir yerde ziyadece toplu bulunmasından ibaret değildir. Şehir içindeki kalabalığa karıştığı halde, kalabalıktan ayrı yaşayan bir adam medeni yani şehirli olmaya hak kazanamadığı gibi, buna mukabil sakin olduğu karyenin büyüğünü küçüğünü halinden, ahlakından hoşnut bırakan bütün ahali, karyenin kalplerini kendisine çeker.Bir adam da köyde medeniyet ve şehirlilik tesis etmiştir. Çünkü insanların şehirde bulunmasından maksat, kendi türüyle yardımlaşmak içindir. Binaenaleyh bir insan köyde ikamet etsin, şehirde ikamet etsin, hemcinsinden ne kadar çok kişiye sevdirmiş ise, ne kadar çok kişi ile kendi arasında ahlaki yakınlık getirmeye muvafık olmuş ise, medenilikte, şehirlilikte mevkii o derece yükselmiştir.
Şu tafsilattan ittihat ve ittifakın medenilik ve insanlıkla ne derece münasebeti ve irtibatı olduğu anlaşılmış olsa gerekir.
Yalnızlık halinde fertler şöyle dursun, en kuvvetli devletlerin yaşaması mümkün görülmediğinden, birkaç tanesi bir araya gelerek aralarında ittifaklara lüzum hissederler. Binaenaleyh Bu gün bizde şu içtimai gerekliliğe, bütün Osmanlı fertleri olarak, müslim gayrimüslim el ele vererek çalışmalıyız. Bir milletin geleceği açısından en korkulacak şey ahlaksızlık ve çalışmamaktır. Bir millet, ne kadar düşkün ne kadar fakir olsa, sermayelerin en büyüğü ahlak ve çalışmayı elde ettikten sonra, er geç belini doğrultur. Neticeyi tekrar ediyorum: Hakkınca ittifak ve çalışmaya borçluyuz. Komşularımızın hukukuna riayet, dinimizin ve asaletimizin gereklerindendir.
Kaynak: Sermuharririmiz Faziletli Mustafa Sabri Efendi Hazretleri’nin Li eceli’z-ziyare Daire-i İntihabiyesi Olan Tokat’a Vusulünde Müstakbeline Hitaben İrad Buyurdukları Nutuktur, Beyanülhak cilt: II, sayı: 43, tarih 7 Eylül 1325.
mehmet ortakaya 23 Tem 2025
Mustafa Sabri Efendi’ye Cenab-ı Allah rahmet etsin..
Açıkça görülüyor ki, o gün işi henüz çözememiş..Millet bölünmesin istiyor ama, milleti asıl bölenleri doğru tesbit ve teşhis edememiş.Bölünmüşlüğün, herkesin herkesle çatışmasının ana sebebinin istibdat yönetimi olduğunu zannediyor.
Hocaefendinin ömrü medreselerde ve son dönem de saray kütüphanesinde geçmiş..İttihatçılarla diz dize yakın mesaisi olmamış..Memleket idaresine dair de henüz sağlıklı bilgilere sahip değil.Dönmeleri, onların memleketi yıkmak için çevirdikleri dolapları, tamamı gayri müslim kökenli ve zihniyetli olmasına rağmen İslami sloganlar kullanan, ulvi hedefler gösteren İttihat ve Terakki Yönetimi’ni doğru tanımıyor. Onların batılı sömürgecilerle tam işbirliği içinde olduğunu farkedememiş..Bu dönme unsurların saray dahil, devletin tüm önemli organlarına sızıp ele geçirmiş olduklarını göremediği için, istibdat gibi görünen yönetim şeklinin sebebini de o gün için anlıyamamış.
İlk defa meşruti yönetim kurulduğunda ittihatçılarla yakın çalışmaya, onların pisliklerini farketmeye başlamış, ardından da milletvekilliğini, parayı pulu tepip ittihatçılarla ölümüne mücadeleye başlamıştır.
Meşruti idarenin de ittihatçıların kullandığı bir yem olduğunu ıskalayıp, istişareye temeline dayanan, Avrupa kökenli olmayan ve İslama uygun bir idare şekli olduğunu söyleyip, umut edip, olmayacak duaya amin diyerek beklentilerini ifade ediyor.
Muhtemelen hayatının en utanç duyduğu dönemi bu olmalıdır.
Sonra bunları farkediyor, tevbe edip bunlarla canını dişine takarak mücadele ediyor ve bu tür yönetimleri tek cümleyle mükemmel özetliyor:
HARİMİMİZ, HARAMİMİZ..
FikirYorum 23 Tem 2025
İşi çözememişlikle beraber bu konuşmasında ülkedeki değişimi, Dünyadaki gelişmeleri doğru anlayamamış görünüyor.
Genelde problemin sebebinin bu gün evliya yapılan 2. Abdulhamid yönetimi olduğunu nasıl düşünebilmiş?
Genel akışa kaptırmış kendini. İstanbul 1900-1909 arası süreçte, gizli cemiyetler, sansür rejimi, suikast girişimleri, anayasal devrimler ve isyanlar ile sarsılıyordu; sonunda 2. Abdülhamid’in tahttan indirildiği ve Meşrutiyet rejiminin yeniden kurulduğu yoğun ve çalkantılı bir dönem yaşadı.
Keşke azcık komplo teorisi üretenlere kulak vereydi. Yüzde 25 i müslüman olmayanlardan oluşan bir meclise tüm umutları bağlayıp bunu propaganda ediyor, hele sözde müslüman %75 lik kesimde nasıl kafaların bulunduğunu nasıl tartamamış hayret.
İstanbul şehrinde modernleşme kıpırtılarını medeniyet olarak isimlendirip; (bir hocalık illizyonuyla) köylülük ve medeniliği birbirine mezcediyor. tüm memleketin “Medenileşme” gerektiği propagandasından da etkilenmiş görünüyor. Tövbe ettiği “Türklük” bu fikirleri olsa gerek. Allah Rahmet etsin, taksiratını affetsin…