Şüphesiz ki bir tebliğci için nerden başlayacağı, ne söyleyeceği ve nasıl söyleyeceği konusu son derece önemlidir. Bu açıdan inşaAllah Rasulullah( as)’ın, Muaz b.Cebel’i Yemen’e vali olarak gönderirken ona verdiği öğütler bizim için yol aydınlığı olacaktır:
“Yâ Muaz! Sen kitap ehli bir kavme gidiyorsun. Onları evvela Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna iman etmeye davet et. Şayet bunu kabul ederlerse onlara Allah’ın her gün beş vakit namazı emrettiğini söyle. Şayet bunu yerine getirirlerse o zaman Allah’ın kendilerine zenginlerden alıp fakirlere ve muhtaçlara vermek üzere zekâtı farz kıldığını haber ver. Ancak onların mallarının en iyilerini ve en kıymetlilerini seçip almamaya dikkat et. Yâ Muaz ! Sakın mazlumun bedduasını alma. Çünkü mazlum ile Allah arasında hiç bir perde yoktur.”(Ahmed b. Hanbel, el-Câmi’u’s-Sahih,1-vııı,İstanbul; Megazi ,60).
Tebliğ konusunda iki taraf, yani davet eden ve davet edilen olmak üzere iki durum söz konusudur. Davet eden kişi vahyin öğrencisi olmuş, bunu yaşantısına, hem inanç bazında hem de amel bazında yansıtmış, dürüst, İslam ahlakıyla donanmış, merhametli, bunun yanında karşı çıktığı tâğut ve avenesine karşı lügatinde asla “ özür” dileme sözcüğü olmayan bir kişi olmalı. İnsanlara sunduğu ilkenin temeli,(Muaz hadisinde gördüğümüz gibi)”La ilahe illallahtır . Davetçi bu ilke uğruna gerektiğinde canını ve malını hiç tereddüt etmeden verebilmeli. Bu ,idrak edenler için bir kayıp değil en büyük kazançtır. Öyle değil mi? Allah Azze ve Celle,”Mü’minlerin canlarını ve mallarını Tevrat, İncil ve Kur’an’da söz verilmiş bir hak olarak cennete karşılık satın aldığını buyurmuyor mu”(Tevbe 111).Mesele bitmiştir. Yani alış veriş tamamlanmıştır. Ne mutlu bu alış verişi yapanlara, yapmak için sırada bekleyenlere…. .Davet edilenler ise bilerek yada bilmeyerek “La ilahe illallah” ilkesine, onun hayata müdahil olmasına karşı çıkanlardır. Bu “La ilahe illallah” öyle bir şeydir ki, matematikteki sıfır çarpanı gibi yani sıfırı hangi sayı ile çarparsak sıfır yaptığı gibi La ilahe illalahsız yani tevhidsiz, tevhidi esas almayan hiç bir amel Allah( cc) katında geçerli değildir. Onun için tebliğde söylenecek ilk söz tevhiddir. Tabii ki burada muhatabı (davet edileni) çok iyi tanımak gerekir. Yine Muaz hadisine dönersek, ne diyor peygamber ( as) ; sen kitap ehl’i bir kavme gidiyorsun. Yani senin gittiğin kavim Allah’ın( cc) varlığından haberdardır. Onların problemi, Allah’a şirk koşmaktır. Öncelikle bunun ortadan kaldırılması lazım. Dolayısıyla önce onlara “La ilahe illallah” ı anlat diyor. Çünkü bunun ilacı budur. Eğer bunu kabul ederlerse diğerlerine (namaz, zekat…vs) geç buyuruyor. Buradan şunu anlıyoruz ki tevhidi kabul etmeden diğerlerini söylemenin bir anlamı yok.
İşin bir başka boyutu da şudur. Doğru olmayan yada doğru olmasına rağmen doğru anlaşılmayan söz, doğru bir inancın ve hayat tarzının inşasında başarısız olur. Bu bakımdan muhatabı daha yakın bir perspektiften tanımak, karakterini bilmek, esas problemi nedir bunu anlamak son derece önemlidir. Peygamber ( as) insanların farklılıklarını bir benzetme ile açıklamış, tevhidin ışığında bunlara da dikkat edilmesini istemiştir. Benzetme şöyledir:
“İnsanlar ilmi ve hidayeti kabul açısından üzerine yağmur yağan farklı topraklara benzer. Bu topraklardan ilki, su tutan, üzerinde otlar bitiren bir topraktır. Allah’ın( cc) dinini anlayan, öğrenip öğreten kimseler bu toprağa benzerler. İkinci toprak, üzerinde ot bitmeyen çorak bir topraktır. Bu toprak suyu tutar ve insanlar onun tuttuğu sudan yararlanırlar. Onun suyunu içer ve hayvanlarını, bitkilerini sularlar. Kibirden başını kaldırmayanlar bu toprak gibidirler. Üçüncü toprak ise düz bir yamaçtır. Ne su tutar, ne de bir bitki yetiştirir. Allah’ın hidayetini kabul etmeyenler böyledir”(Müslim, Fedail 15).
Biz bu hadisten ne anlıyoruz! Acizane benim anladığım şudur: Hadiste söz konusu olan yağmuru vahiy olarak, toprağı da insanın kalbi olarak düşünelim. Burada üç grup insan tanımlanıyor. Birincisi kurtuluşa erenler. Bunlar toprağın su ile buluşması ve buluşmanın sonunda etrafa yeşilliklerin hakim olduğu otların biterek, faydalı bir hale gelmesi gibi, her türlü marazdan, hastalıktan beri olmuş bir kalb, vahiyle buluşunca, kalp aradığını bulmuş, ona teslim olmuş, bu teslimiyetin sonucunda oluşan sağlam bir inanç ve bu inancın hayata yansıması olan salih ameller. İşte din de zaten budur. Önce anlama, öğrenme, yaşama ve bunu diğer insanlara aktarma öğretisidir. İkinci grup ise üzerindeki nimetin kadrini idrak edememiş, bu nimeti salih amele dönüştürememiş, bilgisi onu kibre, gurura sürüklemiş, bu bilgiden başkaları istifade ettiği halde kendisi istifade edememiş insan tipleri….Tam da İblis mantalitesi gibi…Rabbimiz bir başka ayette de şöyle buyuruyor: ”Sizler kitabı okuduğunuz halde insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmiyor musunuz? (Bakara,2/74). Yani başkaları bu bilgilerden istifade ettikleri halde sizler bu bilgileri niçin salih amele dönüştürmüyorsunuz? İşte bunlar da bu gurubun içine girerler. Çünkü İslam’ın temel prensibi, önce öğrenmek, sonra yaşamak daha sonra da başkalarına tavsiye etmektir. Üçüncü grup ise vahye yüzünü dönmek yerine sırtını dönen insan tiplerini kastetmektedir. Bugünün toplumu da böyle değil mi? Vahye sırtını dönmüş, hayatın tanziminde, helalın-haramın belirlenmesinde vahiy tamamen devre dışı bırakılarak laik-seküler bir hayatı tercih etmişlerdir. İşte bu Allah’a şirk koşmaktır . Bakınız Rabbimiz ne buyuruyor:
“İnsanların çoğu Allah’a ortak koşmadan iman etmezler”(Yusuf,12/106).
Ayni sıfır çarpanında olduğu gibi sayı ne kadar büyük olursa olsun sıfırla çarpıldığında sonuç sıfır olacağından, bünyesinde şirk unsuru bulunduran tüm ameller de ne kadar çok olursa olsun Allah( cc) katında geçersizdir. Rabbim tüm şirklerden arınmış, ilmiyle amil olanlardan eylesin. Amin, Amin, Amin..
Selâm ve muhabbetle,