05 Oca 25 - Paz 5:22:pm
Koyu Açık

Blog Post

Fikir Yorum > Fikir yorum > “Telafi Edilemez Başarısızlık: Ümmet Birliğinin İptali Olarak Modern Ulus-Devlet”

“Telafi Edilemez Başarısızlık: Ümmet Birliğinin İptali Olarak Modern Ulus-Devlet”

  Joseph Kaminski’ nin  “Irredeemable Failure: The Modern Nation-State as a Nullifier of Ummatic Unity”  makalesinin geniş özetidir.

1. Giriş

2010’ların Umutları: Arap Ayaklanmaları, Müslüman dünyasında organik olarak gelişmiş İslami yönetimin mümkün olabileceği umudunu yeşertti. Bu umut, Tahrir Meydanı’nda gerçekleşen protestoların cennetsi atmosferiyle desteklendi.

Yazarın doktora tezi, Arap Ayaklanmalarından ilham aldı ve 2017’de “Çağdaş İslami Yönetimli Devlet: Yeniden Kavramsallaştırma” kitabı olarak yayımlandı. Kitap, İslami bir devletin nasıl işleyebileceğine dair normatif bir çerçeve sundu.

Arap Baharı’nın Hayal Kırıklığı: Arap Baharı’nın vaatleri gerçekleşmedi ve olaylar, Mısır’da askeri diktatörlüğün yeniden tesis edilmesi, Libya ve Yemen’deki kargaşa ve Suriye’deki iç savaş gibi trajik sonuçlara yol açtı. Bu durum, yazarın Arap Baharı’na ve İslami yönetimli devletin mümkün olabileceğine dair inancını sarsmıştı.

Ulus-devlet Modelinin Eleştirisi: Yazar, modern ulus-devlet modelinin Müslüman dünyasında başarısız olduğunu ve İslam’ın sosyo-politik ve ekonomik birliğin odağı olarak kurgulanmasının mümkün olmadığını savunuyor. Müslümanların, ulus-devlet modelinin sınırlarını aşan yeni yollar oluşturması gerektiğini vurguluyor.

Bu giriş, modern ulus-devletin Müslüman dünyasında yarattığı sorunları ve İslami yönetimli devletlerin gerçekleşme olasılığını araştırıyor.

2. Ümmet Ayrılığının Kaynağı Olarak, Modern Ulus-Devlet

Özetle: Jonathan Laurence’ın “Yenilgiyle Başa Çıkma” adlı eseri, Müslümanların modern ulus-devlet modeline nasıl uyum sağlaması gerektiği konusunda önemli bir çalışmadır. Laurence, İslami otoritelerin modern ulus-devletin taleplerine uyum sağlaması gerektiğini savunuyor. Özellikle Müslüman çoğunluklu ulus-devletlerin, dini eğitim ve yaşam döngüsü ritüellerinde daha fazla özerklik sağlayarak ‘yumuşak restorasyon’ yoluna gitmeleri gerektiğini belirtiyor.

Laurence’ın çözümünün, onun talep ettiği ‘yumuşak restorasyonu’ sağlamasının zor olduğunu ifade eden makale, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve Müslüman birliğinin zayıflaması üzerine odaklanıyor. Laurence, modern ulus-devlet olgusunun İslami otoriteleri siyasi makam sahibi olmaktan alıkoyduğunu ve bu nedenle Müslüman topluluklarda kalıcı bir kırılmaya yol açtığını ileri sürüyor.

Papa Pius IX dönemindeki Katolik Kilisesi ve Sultan Abdülmecid yönetimindeki Halifelik arasındaki karşılaştırmayı ele alan çalışma, İslam medeniyetinin dini çoğulculuk ve hoşgörü açısından bir kale olarak görüldüğünü belirtiyor. Ancak, modern ulus-devlet modelinin baskıları Osmanlı İmparatorluğu’nu aşındırmış ve Hilafet kurumu kaldırılmıştır.

Laurence, Katolik Kilisesi’nin modern ulus-devlete entegre olmayı başardığını, ancak Osmanlı Halifeliği’nin bunu başaramadığını ve bu nedenle saldırıya uğradığını vurguluyor. Sonuç olarak, Müslüman dünyasındaki teolojik bölünmüşlük, modern ulus-devlet olgusuna dayanmaktadır.

  Laurence’ın eseri, Müslüman dünyasının modern ulus-devlet modeline uyum sağlaması gerektiğini savunurken, bu sürecin zorluklarını ve tarihsel bağlamını ele almaktadır.

 Newt Gingrich’in Atatürk’e olan hayranlığı, Batı’nın Türkiye’yi modernleştirme sürecine duyduğu saygıyı yansıtıyor. Atatürk’ün laikleştirme ve Osmanlı geçmişinden koparma çabaları, yirminci yüzyılın en büyük kahramanlık eylemlerinden biri olarak görülüyor. Avrupa’nın Müslüman topraklarında ulus-devletler kurma arayışı, böl ve yönet mantığıyla yönlendirildi.

Halifeliğin kaldırılmasının üzerinden bir asır geçmesine rağmen, Müslüman dünyası derin bir şekilde bölünmüş durumda. Bu bölünme, dini mezhepsel hatlar boyunca olduğu kadar, milliyetçi dürtüler yüzünden de devam ediyor. Küresel İslami birlik, Halifeliğin kaldırılmasını izleyen on yıllarda pan-Arabizm, Nasırcılık ve Baasçılık gibi laik etnik temelli ideolojilerle yer değiştirdi.

Müslüman dünyasında laikliğin yukarıdan aşağıya dayatılması, Avrupa laikliğinin başarısının aksine, felaket sonuçlar doğurdu. Laikliğin dışarıdan empoze edilen yabancı bir ideoloji olarak algılanması, dindar Müslümanlar arasında derin köklü bir şüpheciliğe yol açtı. Bu durum, yeni yaratılan modern Müslüman çoğunluklu ulus-devletlerde bağımsızlık ve özerklik cilasının altında yatan temel bir sorun olarak ortaya çıktı.

Hilafet kurumunun kaybı ve İslam’ın ahlaki otoritesinin gasp edilmesi, yeni sömürgeden kurtarılan Müslüman ulus devletlerinin genetik doğum kusuruyla yaratılmasına neden oldu. Bu da, otorite boşluklarının hırslı yerel elitler ve otokratlar tarafından doldurulmasına yol açtı. Sonuç olarak, bu yeni kurulan Müslüman çoğunluklu devletler, kötü tasarlanmış politikalar ve dümensiz kurumlarla devam eden gelişimsel eksikliklere mahkûm oldular.

3. Politik Kurumsal Başarısızlıklar: Korporatizm Kontrolden Çıktı

Özetle, modern Arap devletleri, küçük politika değişiklikleriyle veya ‘Müslüman zihniyetli’ devlet başkanlarıyla kolayca düzeltilemeyecek kurumsal başarısızlıklarla mücadele etmektedir. Nazih Ayubi’ye göre, Arap devleti, kendi tarihinin veya kültürünün doğal bir sonucu değildir. Bu devletler, demokrasinin toplumsal ön koşullarını organik olarak geliştirememiştir.

Rantiyecilik, özellikle MENA bölgesinde olmak üzere birçok Müslüman çoğunluklu ulus-devlette hâlâ egemen bir durumdadır. Rantiyeci devletler, dış gelirlerin toplumla paylaşılması nedeniyle demokratik pazarlık yapmak zorunda kalmazlar. Bu durum, hesap vermeme ve yolsuzluk kalıplarının güçlenmesine neden olur.

Müslüman çoğunluklu ulus devletlerin liderleri, rejimlerini darbeye dayanıklı hale getirmek için önlemler almışlardır. James Quinlivan’ın belirttiği gibi, bu önlemler arasında ailevi, etnik ve dini bağlılıkların kullanılması, paralel silahlı kuvvetlerin oluşturulması ve iç güvenlik teşkilatlarının geliştirilmesi yer alır. Bu devletler, askeri harcamalara büyük bütçeler ayırır ve sadakati cömertçe ödüllendirir.

Körfez İşbirliği Konseyi ülkeleri, ekonomilerini çeşitlendirmeye çalışmış ancak genellikle uzun vadeli kalkınmayı teşvik edememiştir. Dubai gibi yerler, lüks alışveriş merkezleri ve turizm çekiciliği ile bilinir, ancak büyük ölçekli endüstriyel gelişme sağlamamıştır. Müslüman dünyası, küresel ekonominin tedarik zincirine entegre olamamıştır ve rantçılık ile kayırmacı kapitalizm bu yerlerde hâkimdir.

Modern Arap ulus-devletlerinde, Batılı, kapitalist toplumlarda gördüğümüz gibi siyasetin ortaya çıkmasına izin verecek felsefi bireycilik ve toplumsal sınıflar gelişmemiştir. Manochehr Dorraj’a göre, korporatist devletler, ekonomik ve sosyal yaşamda güçlü ve müdahaleci bir rol oynar. Devlet, iş dünyası ve emek arasında bir ortaklık kurmaya çalışır ve bu süreçte çıkar ifadesi ve arabuluculuğunda nihai yargıç ve hakem olarak işlev görür. Bu tür devletler, genellikle bağımsızlıktan yoksundur ve egemenlerin aracı olarak işlev görürler.

Dorraj’ın korporatist devlet tasviri, günümüzün Müslüman çoğunluklu ulus devletlerini, özellikle Orta Doğu ve Kuzey Afrika’dakileri doğru bir şekilde yansıtmaktadır. Bu devletlerde özel sektör, büyük ölçüde devlete bağımlıdır ve ticari faaliyetler hükümet zenginliğinin dağıtımına sıkı sıkıya bağlıdır. Devletin, emek ve iş dünyasının yönünü belirlemede merkezi bir rol oynadığı ve bu rolün çoğu zaman daha geniş kamu yararının zararına olduğu yadsınamaz.

Özetle, modern Arap devlet liderleri, ‘kendi adamlarını’ kilit idari ve ticari pozisyonlara yerleştirerek devlet içindeki güç ağlarını kontrol ediyorlar. Kraliyet aileleriyle ailevi bağları olan kişiler, kilit endüstrilerin ve ticari girişimlerin başına getirilir ve sadece onları oraya yerleştirenler tarafından görevden alınabilirler. Suudi Arabistan ve BAE gibi ülkelerde, kraliyet aileleri özel sektöre giderek daha fazla katılmaktadır ve bu da yenilik ve gelişmeyi zayıflatmaktadır.

İran’da ise, İran Devrim Muhafızları Ordusu (IRGC) benzer bir işlevi yerine getiriyor. IRGC, İran’ın kritik ve kazançlı iş girişimlerinin başkanlarıyla doğrudan bağlantılıdır. Bu durum, özel sektörün büyümesini sınırlamakta ve devletin çıkarlarına meydan okumayacak kişilerin kilit pozisyonlara getirilmesine yol açmaktadır.

Çoğu modern Müslüman çoğunluklu ulus-devlette, yerleşik elitlerin büyük kamu ve özel mali kaldıracı kontrol ettiği ve ekonomik olarak daha çeşitli, liyakate dayalı ve şeffaf hale gelmek yerine tam tersi yönde hareket ettiği görülmektedir.

Modern Arap ulus-devletleri, baskı ve zor kullanmadan ayakta kalamayacakları için ‘vahşi devletler’ olarak adlandırılmaktadır. Bu devletler, topluma etkili bir şekilde nüfuz edecek ‘altyapısal güçten’ ve egemen tabakanın meşruiyetini kabul eden ‘tarihsel’ bir toplumsal blok oluşturacak ideolojik hegemonyadan yoksundur.

Salman Sayyid’e göre, modern Müslüman çoğunluklu ulus-devletlerin baskın biçimi “muhaberat devleti” veya polis devletidir. Bu tür devletler, halkın meşruiyetini ortadan kaldırmak için kapsamlı istihbarat servisleri ve sistematik işkence kullanır. Yeterli düzeyde gerçek halk meşruiyeti olmadan, toplum merkezli bir yönetim olamaz.

Son yıllarda BAE ve Suudi Arabistan, topluma daha iyi nüfuz etmek için mütevazı vergilendirme getirmeye çalışmışlardır. Ancak, rejimlerinin ‘vahşi’ korporatist/muhaberat modelinden kurtulmaları zordur. Süper güçlerin yardımı, kapsamlı istihbarat servisleri ve sistematik işkence olmadan, bu rejimlerin halk seferberlikleriyle çökmesi olasıdır.

4. Orta Asya’da Yeni Oluşturulan Müslüman Çoğunluklu Ulus Devletlerin Hizmetinde ‘Geleneksel İslam’ın Yükselişi – Arap Dünyasının Ötesine Geçmek

Özetle: Son on yıllarda Arap dünyasına egemen olan otoriter, korporatist, rantçı model, muhalefeti bastırmış ve özgür düşünceyi kısıtlamıştır. Bu durum, sağlıklı bir sivil toplumun temel taşlarından bazılarını zayıflatmıştır. Arap olmayan Müslüman çoğunluklu ulus devletler de benzer şekilde ulus devletin gücünü kötüye kullanmıştır ve bu da iyi yönetişimin ve ümmet birliğinin zararına olmuştur.

Özellikle Orta Asya’da, devletler dinin ümmetçi ve özgürleştirici yönlerini bastırarak daha sessiz-milliyetçi ‘geleneksel’ alternatifler geliştirmişlerdir. Azerbaycan, bu duruma bir örnek olarak, son yirmi yıldır devlet dostu bir İslam olan ‘Geleneksel İslam’ı geliştirmiştir. Geleneksel İslamı, Azerbaycan’ın ulusal kimliğini korumak ve radikalizmi engellemek amacıyla ortaya atılmıştır. Ancak, ‘resmi’ (iyi) ile ‘bağımsız’ (yıkıcı ve kötü) din ikiliğine dayanır ve dini alan üzerindeki devlet kontrolünü genişletir.

Sovyet sonrası Orta Asya’da ve Rusya’da ‘Geleneksel İslam’, devleti dinin resmi işleyişinin kontrolünde tutarken muhalefet olasılıklarını azaltır. Devletler, İslam’ı kendi maddi çıkarlarına hizmet edecek şekilde kullanmaktan çekinmezler. Devlet ve dinin birbirine karıştığı bu tür sistemlerde, devlete karşı çıkmak aynı zamanda dine karşı çıkmak anlamına gelir ve bu, kötü bir vatandaş ve kötü bir Müslüman olmayı ifade eder.

Açık diyalog ve ulusötesi ümmet birliği, eski Sovyetler Birliği’ndeki ve Arap Baharı sonrası Ortadoğu’daki devlet destekli, milliyetçi İslam odaklı hareketlerin içe dönük hedeflerine karşı bir tehdittir. Bu nedenle, bu eğilimlerin yakın zamanda değişmesi beklenmemektedir.

5. Batı destekli otoriter korporatizm ile ‘Geleneksel İslam’ın birleşmesi – Çağdaş Müslüman çoğunluklu ulus devletin mantıksal sonucu

Özetle, otoriter korporatizm (AC) ve ‘Geleneksel İslam’ yapılarını birbirine bağlayan ve Batılı süper güçler tarafından desteklenen bu yapıların birleşmesi, çoğu Müslüman çoğunluklu ulus-devlet için mantıksal bir son nokta oluşturur. Müslüman çoğunluklu ulus-devletlerde korporatizm ve Geleneksel İslam’ın birleşmesi, itaat teolojisiyle birleşmiştir. Bu teoloji, liderlere karşı isyanı kabul etmez ve otoriteyi yüceltir.

Bu itaat pozisyonu, neo-gelenekçiler arasında popülerdir ve yöneticilere karşı muhalefeti, konuşma, barışçıl protesto veya sivil itaatsizlik gibi faaliyetleri yasaklar. Bu durum, yöneticilerin şeri meşruiyetini ve isyanı yasaklayan metinlerin laik rejimlere uygulanıp uygulanmadığını görmezden gelir.

Körfez İşbirliği Konseyi ülkelerinde vatandaşlık, Batılı bireysel hak ve özgürlük kavramlarına dayanmaz. Ulusal güvenlik ve kamu düzeni adına sessizlik ve itaat, uygun vatandaşlık olarak kabul edilir. Bu ülkelerdeki rejimler, Batılı güçlerin desteğini almak için ‘aşırılıkçılıkla’ mücadele eder görünmeye önem verirler.

Korporatizm ve Geleneksel İslam, birbirlerini tamamlayan sistem durumuna gelmişlerdir. Korporatizm, devlete itaat ve devlet rehberliğinde iş yapma üzerine kuruludur. Çağdaş Müslüman çoğunluklu ulus devletler, sosyal ve ekonomik konularda sıkı denetime sahip olmalıdır. Sonuç olarak, bu devletlerin vatandaşları, neredeyse vatandaş olarak değil, tebaa olarak kabul edilir. Vatandaşlık kavramı, Müslüman dünyasında Batı’dakinden çok farklıdır ve alternatif bir düzenleme neredeyse imkansızdır.

6. Sonuç

Özetle, modern ulus-devlet modeli içerisinde temsili ve meşru bir İslami yönetimin gerçekçi olmadığı sonucuna varılabilir. Tunus’taki siyasi deney, demokratik olmayan bir anayasa referandumuyla sona erdi ve bu, modern ulus-devlet modeli içerisindeki ümmet birliğinin sağlanmasının imkânsızlığını gösterdi. Müslümanların siyasi, hukuki ve kültürel mücadeleleri, ahlaki ve kültürel özlemleri ile modern dünyanın ahlaki gerçeklikleri arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanmaktadır.

Post-Vestfalyan ulus-devlet modeli, Batı tarafından Batı için yaratıldı ve egemenlik ve kontrole dayanan bir modeldir. İslam, doğayla düşmanca bir ilişkiyi asla varsaymamıştır. Ulus-devlet, varlığını sürdürmek için sıkı bir kontrol ve baskı uygular. İslam’da ise cemaat, ahlaki kurallarla yönetilen bir topluluktur.

Ulus-devletin varlık nedeni kendi varlığını sürdürmektir, oysa İslami siyasi örgütlenmenin amacı, Şeriat’ı savunmak ve toplumun refahını sağlamaktır. Modern Müslüman çoğunluklu ulus-devletlerin otoriter korporatizm ve devlet merkezli ‘geleneksel İslam’ modeli, ümmet birliğini ortadan kaldırmıştır.

Bu mevcut ulus-devlet modeli altında, temsili bir İslami siyasi sistemin mümkün olmadığı sonucuna varılabilir. Müslümanlar, ümmetsel temsil yetkisini yeniden kazanmak istiyorlarsa, modern ulus-devletin sınırlarının ötesinde düşünmelidirler.

Joseph J. Kaminski, Ummatics Enstitüsü’nde Araştırma Görevlisi ve Sempozyum Koordinatörüdür. 2014 yılında Purdue Üniversitesi’nden Siyaset Bilimi alanında doktora derecesi aldı ve şu anda Bosna-Hersek’teki Uluslararası Saraybosna Üniversitesi’nin Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümlerine bağlı Doçenttir. Mevcut araştırma ilgi alanları arasında din ve siyaset, karşılaştırmalı siyasi teori ve İslami kamu aklına yeni yaklaşımlar yer almaktadır. Ayrıca 
The Contemporary Islamic Governed State: A Reconceptualization (Palgrave, 2017) ve 
Islam, Liberalism, and Ontology: A Critical Re-evaluation (Routledge, 2021) kitaplarının yazarıdır. Akademik çıktılarının daha eksiksiz bir listesi şu adreste bulunabilir: https://ir.ius.edu.ba/people/joseph-jon-kaminski.

1 Yorum

  • FikirYorum 6 Oca 2025

    Yüz yılı aşkın bir süredir devam eden modern ulus devlet anlayışı ilk kuruluş aşamasında sistemi oturtmak için her türlü baskı zulüm işkence tehcir asimilasyon devam etti. Buna bağlı olarak farklı ırkları inkar politikaları Türkiye de olduğu gibi 1923 ten 1946 çok partili sisteme geçene kadar halk tek parti diktatörlüğünden bir nefes alma adına ilk gelen seçimlerde ezici bir çoğunlukla iktidar olan demokrat parti halkın kurtarıcısı olarak lanse edildi ve ciddi destek gördü.
    Oysa demokrat Parti’nin yaptıkları son 65 yıldır hala yürürlükte olan bir sistemle yönetiliyor. Benim acizane düşüncem şudur ki ulus devletler sistemi yerleştirene kadar zulüm adına ne gerekiyorsa ellerinden geleni yapmışlar. Ardından daha demokratik daha özgürlükçü bir sisteme geçiş yaparlar.
    Türkiye’de bu böyle oldu demokrat partiyle halkı sisteme entegre ettiler. Özal ve Erbakan la tarikat tasavvuf çevrelerini sisteme entegre ettiler. Ak parti ile de bir çok radikal tevhidi diyebileceğimiz çevreleri sisteme olmasa da iktidara entegre etmeyi başardılar. Hala bu hal üzere devam eden bir İslami anlayış var.
    Buradan çıkış var mı? Tabi ki var. Ulus devletlerin bize sundukları tüm sistem içi araçları ret edip bağımsız İslami bir yapı cemaat ismine her ne derseniz deyin bunu başarmak zorundayız. Yoksa karşılıklı tavizler ve herkes halinden memnun bir şekilde devam edip gider. Bir çok Arap ülkesinde hala diktatörlüğün devam etmesi Müslümanları laik demokratik bir sisteme inandıramadıkları içindir.
    Tunus ta Müslümanlar bunu denediler ikna olduklarını söylediler ama buna rağmen sistemin sahipleri halkın gazını aldıktan sonra Gannuşi ve arkadaşlarını hala göz hapsinde tutmaya devam ediyorlar. şu Suriye’ye dayatılan da budur şöyle bitireyim siz ne yaparsanız yapın kendiniz olmadığınız müddetçe başarılı olamazsınız. selam ve dua ile
    Hamza Akdeniz

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir