Rahmân ve rahîm olan Allah’ın adıyla…
1. “Hamd göklerde ve yerde ne varsa hepsinin sahibi olan Allah’a mahsustur; âhirette de hamd yalnız O’na özgüdür. Hikmetle yöneten, her şeyden haberdar olan O’dur.”
[Allah Gökte ve Yerde Ne Varsa Her şeyin Sahibidir ve Her Şeyi Bilir]
Hamd Allah’a mahsustur.
Cenâb-ı Hak yarattığı varlıklara yaptıkları lütuflar vesilesiyle kendi zatını övmüştür. Bu beyan iki mânaya gelir.
Bunlardan biri şudur: Bu beyan Allah’tan yarattığı varlıklara bahşetmiş olduğu nimetler ve lütuflar vesilesiyle O’na hamdetme ve övgüde bulunmaya ilişkin bir öğretimdir. Öyle ki eğer O’nun, kendisine hamdetme ve övgüde bulunmayı öğretmesi olmasaydı, insanlar bunu bilemezlerdi.
İkinci mâna şudur: O, kendi zatını övmüştür, çünkü O, insanlarda, bahşettiği nimetlere ve ihsanlara karşı hakkıyla tam bir hamd ve övgüde bulunma kudretini görmemiştir. Dolayısıyla bunu kendisi üstlenmiştir.
Göklerde ve yerde ne varsa hepsinin sahibi olan.
En doğrusunu Allah bilir ya, sanki O, şöyle buyurmuştur: Hamd göklerin ve yerin mutlak hükümranı olan Allah’a mahsustur ve buna lâyık olan O’dur. İtaat edip taptığınız ve ilahlık vasıflarını verdiğiniz varlıklar değildir. Çünkü her şeyi yöneten ve hükmeden O’dur.
Âhirette de hamd yalnız O’na özgüdür.
Yani cennet ehli cennete girdiğinde Allah’a hamdederler. Tıpkı şu ilâhî beyanlarda olduğu gibi: “Bizi bu nimete kavuşturan Allah’a hamdolsun!”{Araf-43}; “Bize verdiği sözü yerine getiren Allah’a hamdolsun!”{Zümer-74}; “Bizden tasayı gideren Allah’a hamdolsun!”{Fatır-33,34} Bu ve benzeri ilâhî beyanlarda bu durum açıklanmıştır.
Âhiretteki dostları da dünyadaki dostları da O’na hamdederler. Tıpkı şu ilâhî beyanda belirtildiği gibi: “Önünde de sonunda da hamd O’na mahsustur”{Kasas-70};
Âhirette de hamd yalnız O’na özgüdür meâlindeki âyetin şu mânaya gelmesi de mümkündür: Yani âhireti yarattığı için hamd O’na mahsustur. Çünkü dünya ve içindekilerin yaratılması ancak âhiretin yaratılmış olmasıyla hikmetli bir iş olur. Eğer âhiretin yaratılması olmasaydı bütün bunların yaratılmış olması boşuna ve anlamsız bir iş olurdu. O âhireti yaratmıştır, tâ ki dünya ve içindeki varlık âleminin yaratılması hikmetli bir iş olsun. Dolayısıyla O, dünyanın yaratılmasının, sayesinde hikmetli bir iş haline geldiği âhireti yaratmasından dolayı hamdin O’na mahsus olduğunu bildirmiştir. En doğrusunu Allah bilir.
Hikmetle yöneten, her şeyden haberdar olan O’dur.
Bu iki kavramın mânaları başka âyetlerin yorumunda geçmişti. Bu mâna şudur: O, yaratıp düzenlemesinde kendisine hata ilişmeyendir. O, her şeyi yerli yerine koyandır.
“Hakîm” ilim ile ameli bir araya getirendir.
Bu kavram şu mânaya da gelebilir: O, hakîmdir. Çünkü her şeyi sapasağlam ve en iyi şekilde varetmiştir ki her şey O’nun birliğine ve ulûhiyetine tanıklık eder.
Şu da ilave edilmelidir. O “hakim” dir. Yani sizin hayatınızı tanzim edip yaşantınıza hakim olan kuralları almanız gereken yegane mercii O’dur. O ilah ve rab olduğu gibi aynı zamanda da hakimdir. Müslüman olabilmek için, O’nun hükümlerinin bir alternatifinin olabileceği asla düşünülmemelidir.
2. “O, yere giren ve ondan çıkan, gökten inen ve ona yükselen her şeyi bilir. O, engin merhamet sahibidir, bağışlaması boldur.”
Cenâb-ı Hak bildirmektedir ki: Bütün kalınlığına ve yoğunluğuna rağmen yere giren ve ondan çıkan hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.
Aynı şekilde bütün sertliğine ve şiddetine rağmen gökte de hiçbir şey, yaratılmışlara gizli kaldığı gibi Allah’a gizli kalmaz.
O bildirmektedir ki: Yere giren ve ondan çıkan şeylerin çokluğu ve kalabalığı, yine gökten inen yağmurlar ve ona yükselen dualar ve melekler O’nu meşgul etmez. Yani yaratılmış varlıkları engellediği gibi, birini bilmesi diğerini bilmekten O’nu engellemez. Çünkü O, vasıta olmaksızın zatıyla bilendir. İnsanlar ise vasıtalarla bilmektedir. Dolayısıyla onların bir vasıtayla bir şey bilmeleri, onları başka vasıtalardan alıkoyar. Allah Teâlâ ise bir şeyin O’nu alıkoymasından veya bir şeyin O’na gizli kalmasından münezzehtir. O, engin merhamet sahibidir, bağışlaması boldur. Bu durum gayb bilgisini de kapsar.
3. “İnkâr edenler, ‘Bize kıyâmet gelmeyecek’ dediler. De ki: ‘Bilakis! Gaybı bilen Rabb’ime andolsun ki o size mutlaka gelecektir.’ Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey, O’nun bilgisi dışında kalamaz. Bundan daha küçük veya daha büyük hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta kayıtlı olmasın.”
İnkâr edenler, “Bize kıyâmet gelmeyecek” dediler. De ki: “Bilakis! Rabb’ime andolsun ki o size mutlaka gelecektir.
Bazıları şöyle demiştir: Onlar yeniden dirilme ve ölümden sonra hayatın olmadığına dair Lât ve Uzzâ’ya yemin ettiler. Allah, peygamberine onlara yeniden dirilmenin ve kıyâmetin geleceğine dair bir olan Allah’a yemin etmesini şu ilâhî beyanla emretmiştir: Bilakis! Rabb’ime andolsun ki o size mutlaka gelecektir.
Bu beyanın bunun dışında bir mânaya gelmesi de mümkündür. O da Cenâb-ı Hakk’ın başka bir âyette bildirdiği anlamdır. Nitekim O, şöyle buyurmuştur: “Onlar, Allah’ın ölen birini diriltmeyeceğine dair en büyük yeminleri ettiler. Aksine bu, Allah’ın bizzat üstlendiği gerçek bir vâdidir”{Nahl-38}.
Onlar öleni diriltmeyeceğine dair Allah adına yemin ettiler. Cenâb-ı Hak bu âyette resûlüne kendisinin dirilteceğine dair onların yemin ettiği Allah adına yemin etmesini emretmiştir. Bu beyan şudur: De ki: Bilakis! Rabb’ime andolsun ki o size mutlaka gelecektir.
Onun yemin ettiği konuda yemin etmesi onlar açısından kendilerinin yemininden daha doğru kabul edilirdi. Çünkü onlar hiçbir şekilde onda yalan görmemişlerdi ve bu hususta onu itham da etmemişlerdi. Cenâb-ı Hakk’ın onlar hakkında bildirdiği şu ilâhî beyan bu duruma delil teşkil etmektedir: “(Resûlüm!) Onların söylediklerinin gerçekten seni üzmekte olduğunu biliyoruz. Aslında onlar seni yalancılıkla itham etmiyorlar; fakat o zâlimler açıkça Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar”{Enam-33}.
Cenâb-ı Hak bildirmiştir ki: Onlar sözlerinde seni yalancılıkla itham etmemektedirler, fakat onların amacı âyetleri inkâr etmektir. Dolayısıyla onların yeniden dirilişi inkâr etmeleri konusunda peygamberin yemini ötekilerin yemininin mukabili olmaktadır ki belirttiğimiz gibi Resûlullah’ın yemininin doğruluğu ile kendi yeminlerindeki yalanlarını bilsinler. En doğrusunu Allah bilir.
Bu ayet şöyle de değerlendirilebilir. Bize kıyamet gelmeyecek. Yani Peygamberin söylediği ve tehdit ettiği şekilde inanmayanlara şiddetli azabın yer aldığı bir kıyamet olmayacak. Bizim şefaatini umduğumuz ilahlarımız sayesinde Allah’ın en doğru dini üzerinde olduğumuzdan güzel bir kıyamet ve ahiret hayatı bizi bekliyor olacaktır şeklinde itiraz etmiş olabilirler.
Gaybı bilen.
Bu beyan “âlimi’l-ğaybi” şeklinde esrelidir. “Âlimu’l-ğaybi” şeklinde ötreli de okunmuştur. Yine “allâmi’l-ğaybi” şeklinde de okunmuştur.
Bu kelimeyi esreli okuyan bunu daha önce geçen kelimenin sıfatı yapmıştır: “Bilakis! Gaybı bilen Rabb’ime andolsun ki”.
Bunu ötreli okuyan ise bunu cümle başlangıcı kılmış ve cümleyi de tam bir cümle yapmıştır: “Rabb’ime andolsun ki o size mutlaka gelecektir.“
Sonra şu ilâhî beyan yeni bir cümle yapılmıştır: Zerre miktarı bir şey, gaybı bilenin bilgisi dışında kalamaz. Bilgisi dışında kalmaz. Yani ondan uzak olmaz. Bu iki mâna aynıdır.
“Âzibu” Arap dilinde görünür âlemden uzak olan (gaib) demektir.
Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey, bundan daha küçük veya daha büyük hiçbir şey O’nun bilgisi dışında kalamaz.
Önceki âyette Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: “O, yere giren ve ondan çıkan, gökten inen ve ona yükselen her şeyi bilir”. Bu âyetin maddenin yapısal özellikleri (cevherler) ve farklı türleri hakkında olması mümkündür. Çünkü O, yere giren ve yerden çıkan; oraya inen ve oradan yükselen her şeyi bildiğini haber vermiştir.
Bu, varlıkların cevherlerine dair bilgidir. Zerre miktarı bir şey O’nun bilgisi dışında kalamaz diye başlayan ilâhî beyanın sonuna kadarki kısmı ise insanların fiiller ve amellerine dairdir. Cenâb-ı Hak burada onların fiillerinden ve amellerinden hiçbir şeyin kendi bilgisi dışında kalmadığını bildirmektedir ki bu sayede onlar devamlı dikkatli olsunlar.
Cenâb-ı Hak bunun hemen peşi sıra söz konusu davranışın bir karşılığının olacağını bildirmiştir. Nitekim O, şöyle buyurmuştur: “O, Allah’ın iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanları mükâfatlandırması için gelecektir”.
Veya bu iki ilâhî beyanda bildirilen durumların aynı olması da mümkündür. Çünkü Cenâb-ı Hak ilk âyette yere giren ve oradan çıkan, gökten inen ve oraya yükselen dualardan bahsetmiştir. O, bu âyette bu ikisinde duran, bunlarda ikamet eden ve bunlarda meydana gelecek değişiklikleri belirtmemiştir. Bu hususları göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey O’nun bilgisi dışında kalamaz meâlindeki âyette bildirmiştir. O burada, duran, ikamet eden, hareket eden ve dönen tüm varlıkları ilmiyle kuşattığını bildirmiştir. Burada göklerden haberler geldiğini iddia edenlere de bunun mümkün olamayacağına dair bir işaret vardır. En doğrusunu Allah bilir.
4. “O, Allah’ın iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanları mükâfatlandırması için gelecektir. İşte onlar için bağışlanma ve güzel bir rızık vardır.”
İşte onlar için bağışlanma ve güzel bir rızık vardır. Bağışlama, örtüp kapatma demektir. Örtme iki şekilde olur. Bunlardan biri, hatırlanıp anılmayacak şekilde hataların örtülmesidir. İkincisi hataların karşılığının verilmemesi durumunda güzel mükâfatla örtülmesidir. Bu, müminler içindir.
Onların hataları, bir defasında bunları anlatmayı terk etmekte başka bir defa da bunlara karşılığını verilmemekle örtülmektedir.
Bu beyanın şu mânaya gelmesi de mümkündür: İşte onlar için bağışlanma vardır. Yani örtme. Bu da şöyledir: Cenâb-ı Hak onları cennete koyduğunda hatalarını kendilerine unutturur. Öyle ki onlar artık ebediyen bunu hatırlamaz. Çünkü Rab’lerine karşı yaptıkları hataları hatırlamaları nimetlerden zevk duymalarını azaltıp onları kederlendirir.
Güzel bir rızık.
Denildi ki: “kerîm” güzel demektir. Bunun “kerîm” olarak nitelenmesinin sebebi şu da olabilir: Çünkü buna nâil olan değer ve şeref bulur. Tıpkı şu ilâhî beyanda belirtildiği gibi “İşte bunlar cennetlerde ağırlanırlar”{Mearic-35}. En doğrusunu Allah bilir.
5. “Âyetlerimizi boşa çıkarmak için çaba harcayanlara ise en kötüsünden elem verici bir azap vardır.”
Âyetlerimizi boşa çıkarmak için çaba harcayanlar.
Bu beyanın hakikat mânasıyla Allah’ın âyetleri konusunda belirtilen işe çaba harcama anlamına gelir. Tıpkı şu ilâhî beyan gibi: “Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki onlar bu delillerden yüz çevirerek geçip giderler”{Yusuf-105}.
Cenâb-ı Hak onların geçip gittiklerini ve bunlardan yüz çevirdiklerini bildirmiştir. Bu, çaba harcamaktır. Bu beyanın benzetme mânasında olması da mümkündür. Yani inkâr etmek, reddetmek ve inat etmek için âyetleri boşa çıkaran kimsenin yaptığı gibi davranıyorlar. Buradaki “el-mu‘ciz” kelimesi yarışan ve öne geçen demektir. “Siz, yeryüzünde O’nu aciz bırakacak değilsiniz”{Ankebut-22 ve Şuara-31}. Yani benimle yarışamazsınız. Yani beni aciz bırakamazsınız ve benden öne geçip gidemezsiniz.
Bunlara en kötüsünden elem verici bir azap vardır.
Buradaki “ricz” kelimesi, elem verici azaptır. Yani acı verici bir azap demektir.
6. “Kendilerine bilgi verilenler, Rabb’inden sana indirilenin, gerçeğin tâ kendisi olduğunu ve çok güçlü, her türlü övgüye lâyık olan Allah’ın yolunu gösterdiğini çok iyi bilirler.”
Kendilerine bilgi verilenler, Rabb’inden sana indirilenin, gerçeğin tâ kendisi olduğunu bilirler.
Kendilerine bilgi verilenler. Bu kimseler kendilerine ilim verilen Ehl-i Kitap’tan iman edenlerdir. Onlara Tevrat, İncil ve bunların dışındaki ilâhî kitapların bilgisi verilmiştir. En doğrusunu Allah bilir ya, O şöyle buyurmaktadır: Bu kitaplardan yararlandırılanlar, Rabb’inden sana indirilenin, gerçeğin tâ kendisi olduğunu bilirler.
Bu kimseler, bu kitapların bilgisi kendilerine verilenlerin hepsidir. Çünkü bu kimseler Hz. Peygamber’in vasıflarını bu kitaplarda bulmaktaydılar. Bu sebeple onlar bunun Rabb’inden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Fakat bunların bir kısmı inat etmişler ve inanmamış, bir kısmı ise iman etmiştir.
Kendilerine bilgi verilenler bilirler. Bunlar aynı zamanda Hz. Muhammed’in (s.a.) ashabıdır. Yani sana indirilenden faydalandırılanlar, bunun Rabb’inden bir gerçek olduğunu bilirler. Fakat bu bilgiden faydalandırılmayanlar bu gerçeği bilmezler. Bu beyan İbn Mesûd’un görüşüne göre şöyledir: “daha önce kendilerine hikmet verilenler, Rabb’inden sana indirilenin, gerçeğin tâ kendisi olduğunu bilirler”. Kur’ân’ı kastediyor.
Fi Zilalde de şu şekilde değerlendirilmiş. “Oysa bu ifadenin kapsamı söz konusu yorumun çerçevesine sığmayacak derecede geniştir. Sebebine gelince her yerin ve her dönemin bütün bilginleri hangi kuşaktan, hangi inanç sisteminden olurlarsa olsunlar bu gerçeği görebilirler. Yeter ki, bilgileri sağlam ve tutarlı olsun, sahiden “bilim” adını taşımaya lâyık bir bilgi olsun. Kur’an, bütün kuşaklara açık bir kitaptır.”
Bence bu ifade “aklını kullananlar” olarak da yorumlanabilir.
Çok güçlü, her türlü övgüye lâyık olan Allah’ın yolunu gösterdiğini.
Yol gösterir. Bu beyan, “davet eder” mânasına gelebilir. Yol gösterir sözünün şu mânaya gelmesi de mümkündür: Yani onlara çok güçlü ve her türlü övgüye lâyık olan Allah’ın yolunu açıklamaktadır.
7. “İnkârcılar şöyle dediler: Çürüyüp paramparça olduğunuzda yeni bir yaratılışa konu olacağınızı iddia eden bir adam gösterelim mi size?”
İnkârcılar şöyle dediler: Size haber veren bir adam gösterelim mi? Onların bir kısmı diğerlerine şöyle diyordu: “Çürüyüp paramparça olduğunuzda yeni bir yaratılışa konu olacağınızı iddia eden bir adam gösterelim mi size?” Paramparça olduğunuzda.
Şöyle demiş olabilirler: O diyor ki: Organlarınız birbirinden ayrılıp parçalandığında yeni bir yaratılışa konu olacaksınız. Eğer söz konusu ilâhî beyan bu mânada ise -en doğrusunu Allah bilir ya- bu, sanki âlemin ezelîliğini savunan materyalistlerin (ehl-i dehr) sözüdür. Çünkü onlar âlemin kadîm olduğu ve son bulmayacağı görüşünü benimsemişlerdir.
Çünkü Mekke ehli iki gruptu. Bir kesim materyalistlerin görüşünü benimsemekteydi. Bir kesim ise âlemin hâdis olduğunu savunuyor ve son bulacağını kabul ediyorlardı. Fakat bunların bir kısmı son bulduktan sonra yeniden dirilişi inkâr ediyorlardı.
Eğer bu söz bu kimselerin sözüyse bu durumda söz konusu beyan şu mânaya gelir: Çürüyüp paramparça olduğunuzda, yani bedenleriniz ortadan kalktığında, etleriniz ve kemikleriniz yok olduğunda ve sizler paramparça olup kül haline geldiğinizde, yeni bir yaratılışa konu olacağınızı haber veren.
Yani sizler yeni bir yaratılışa sahip olacaksınız. Onların bu sözü iki şekilde anlaşılır: Ya böyle bir şeyi aklen uzak görmeleri mânasındadır. Yani böyle bir şey asla gerçekleşmeyecektir. Veya böyle bir şeyin nasıl olacağına şaşırma mânasındadır. Bu durumda Cenâb-ı Hakk’ın bildirdiği üzere şöyle dediler:
8. “Allah hakkında yalan mı uyduruyor, yoksa aklını mı yitirmiş bu?’ Bilakis! Asıl âhirete inanmayanlar azaptadırlar ve tam bir sapkınlık içindedirler.”
Allah hakkında yalan mı uyduruyor, yoksa aklını mı yitirmiş bu?
Onlar şöyle derler: Muhammed, Allah hakkında yalan mı uyduruyor, yoksa aklını mı yitirmiş? Zira böyle bir şey daha önce kimseden duyulmamıştır. Ölümden sonra dirilişin vuku bulduğunu da görmedik. (müşriklerin çoğu bu şekilde inanmıyor).
Bu ifade müşriklerin Peygamber için Allah hakkında yalan söylüyor şeklindeki iftiralarını açıkça belirtmesi bakımından önemlidir.
Allah onların bu sözlerini reddetmiş ve şöyle buyurmuştur: Bilakis! Asıl âhirete inanmayanlar. Yani ölümden sonra yeniden dirilmeye inanmayanların kendileri Allah hakkında yalan uyduranlardır. Onlar azaptadırlar ve tam bir sapkınlık içindedirler. Onlara yönelik azap “o Allah hakkında yalan uydurmaktadır” sözlerinin karşılığı olmaktadır. “Tam bir sapkınlık içindedirler” meâlindeki ilâhî beyanda bildirilen durum, “yoksa aklını mı yitirmiş sözlerinin karşılığıdır. O, şöyle buyurmaktadır: Bilakis onlar tam bir sapkınlık içindedirler. Tam bir sapkınlık, sanki asla hidâyete dönmeyen kişiyi ifade etmektedir. Dolayısıyla âyet, Allah’ın sonlarının sapkınlık üzere olacağını ve ebediyen iman etmeyeceklerini bildiği kimseler hakkında olur.
9. “Kendilerini her yönden kuşatan göğe ve yere bakıp düşünmezler mi? Dilesek onları yerin dibine geçirir veya gökten üzerlerine parçalar düşürürüz. Kuşkusuz bütün bunlarda Allah’a yönelen her kul için alınacak bir ders vardır.”
Kendilerini her yönden kuşatan göğe ve yere bakıp düşünmezler mi? Bu ilâhî beyanların iki mânaya gelebileceğini açıklamıştık.
Bunlardan biri şudur: Yani onlar görmüşlerdir. Yani bu beyan haber mânasındadır. İkincisi bu beyanın emir mânasında olmasıdır. Yani bakınız.
Ayrıca bazıları şöyle demektedir: İnsan nereye giderse gitsin arkasında bıraktığı mekânlarda gördüğü gibi önünde de göğü görür. Aynı durum yerküre için de söz konusudur. Katâde şöyle demektedir: Yer ve göğün onları nasıl kuşattığına baksınlar. Bu yorum aynı mânadadır.
Dilesek onları yerin dibine geçiririz.
Tıpkı onlardan öncekileri yerin dibine geçirdiğimiz gibi. Veya gökten üzerlerine parçalar düşürürüz. Yani gökten azap indiririz. İnkâr ve inat etmeleri sebebiyle kendilerinden öncekilere indirdiğimiz gibi.
Cenâb-ı Hak bu beyanı onların “Allah hakkında yalan mı uyduruyor, yoksa aklını mı yitirmiş bu?” sözlerinin akabinde bildirmiştir. Yani önlerindeki ve arkalarındaki yer ve göğe baksınlar ki onun Allah’ın peygamberi olduğunu, onun ve “ölümden sonra yeniden dirilme vardır ve azap inecektir” sözlerinin doğru olduğunu bilsinler.
Yine bilsinler ki o, bu sözleri aklını yitirmiş bir halde değil, aksine bir bilgi, aklî bir ilke ve kaynağa dayanarak söylemektedir. Çünkü bütün genişliğine, büyüklüğüne ve şiddetine rağmen göğü ve aynı şekilde yeri yaratmaya güç yetiren, elbette yeniden diriltmeye güç yetirir. Yine dilediğini yerin dibine geçirmeye ve dilediğinin başına göğü indirmeye güç yetirir.
Veya O şöyle buyurmaktadır: Eğer bakarlarsa O’nun özellikleri anılan göğü ve yeri boşuna yaratmadığını, aksine bu ikisini bir hikmete dayanarak yarattığını bilirler. Bu ikisinin yaratılması, ancak ölümden sonra yeniden dirilmeyle hikmetli bir iş olur. Yoksa sadece yok olmak üzere yaratılmaları hikmetli bir iş olmaz. Bununla ne kastettiğini en iyi Allah bilir.
Kuşkusuz bütün bunlarda Allah’a yönelen her kul için alınacak bir ders vardır.
“Munîb” Allah’a itaat eden kimsedir. O, Allah’ın emrine yönelen kimsedir. “Munîb” burada sanki mümin demektir. Çünkü o, âyetlere iman eden kimsedir. Dolayısıyla mümin âyetlere iman eden kişi olduğuna göre o, aynı zamanda bundan yararlanan kimsedir.
Bu bölümde sanki göklerde ve yerde olan her şeyin Allah’a ait olduğunun ifade edilmesinden sonra, ahiretin de Allah’ın kudret ve iradesinde ve Allah’ın otoritesinde olduğu vurgulanıyor. Bu dünyada Allah’ın rabliğini ve ilahlığını tanımayıp başkalarına göre hayat sürdürenler ahirette Allah’ın gazabı ve elem verici azabı ile karşılaşacaklar. Göklerden geldiğini iddia ettikleri bilgiler ve şefaatini bekledikleri varlıklar onlara bir fayda sağlayamayacak.
Onların peygamber hakkında “Allah hakkında yalan uyduruyor” şeklindeki iftiraları da ahirette büyük bir cezaya sebep olacaktır.
Bu durum günümüzde de aynı şekilde devam etmektedir. Allah hakkında yalan uyduranlar, Müslümanların tevhid çağrısı için aynı nitelemeyi kullanarak itham ve iftiralarda bulunmaktadır.