En baştan söyleyelim ki görünürde “ne inanç farkı, (bu gün anlaşıldığı biçimde) ne de din farkı değildi.” Çünkü
Adamlar dindardılar; din özgürlüğüne saygılı, tevir türlü ibadetlere hoşgörülü. Formu değişikte olsa namaz kılar, hac eder, kurban keser, köle azad eder, sadaka verir, Allahı şahit tutup yemin eder, anlaşmalarına sadıktılar.
Kabe’nin hizmetlisi, yarımadanın her yanından gelen hacıların hamisiydiler; İbrahimi dine mensup, o dinin muhafızı Ahmesi idiler; yarımadanın sakinleri bunu kabul etmiş, dolayısıyla saygındılar.
Onların bu kabul ve halleriyle Hz Muhammed’in dini, ilahı ve rabbıyla bi başlangıçta sorunları yoktu; onca rab ve ilahın arasında Muhammed’inki de olabilirdi; hatta hiyerarşide en büyüğü de kabul edilebilirdi; burda bir sorun yoktu.
Ta ki Muhammed’in Allah’ı “benden başka ilah ve rab yoktur, var sandıklarınız hiç bir şeydir, onlar aciz siz aciz, atalarınızda cahil” diyene kadar. İşte bu olmazdı, kabul edilemezdi…
“Ne istiyorsun bizden” dediler işler ilerleyip sarpa sardığında, saflar ayrılmaya başladığında; “sen ne kötü bir hemşerisin, milletimizi ikiye böldün” suçlaması yaptıklarında.
Arap yarımadasında şöhretleri ve itibarları sarsılmıştı; durumu düzeltmenin yollarına başvurdular.
Bir insanın bu dünyada bilinen en büyük hayalinin ve tüm amacının “en zengin olmak, kral olmak, en güzel eşe sahip olmak” tekliflerini sundular; “orta yolu bulalım” pozisyonuna geldiler…
Aldıkları cevap şuydu; “eşleriniz, işleriniz, servetleriniz, ittifaklarınız, iktidarlarınız” sizin olsun, bunlar zaten sizindir; “benim bunlarda bi gözüm yoktur.” O halde Muhammed ne istiyordu?
“Sizden istediğim; her ne halde, işte ve ilişkide iseniz, bundan sonra, yapıp ettiklerinizi Allaha göre düzeltin. İman edin kurtulun. Bu dünyada da, ahirette de kazanırsınız”…
Her şey olurdu da bu olmazdı işte. Kendilerini, hallerini, ilişkilerini Allaha göre düzenlerlerse; biliyordular ki
Kurdukları toplumsal ve siyasal düzenle ele geçirdikleri buyurganlık yok olacak; statüleri sarsılacak; imtiyazları kalmayacak; tekelleştirdikleri kazanç yollarını dilediklerinde kullanamayacak, o yollar herkese açık be eşit olacak, bu sayede biriktirdikleri servetleri azalacak, üstünlükleri sıradanlaşacak; haksız hiç bir karar alamayacaklardı.
Ebu Leheb’in yeğenine verdiği cevap bu durumu çok güzel özetler; “ne yani, ben şu zavallılarla eşit mi olacağım? Lanet olsun senin dinine!”…
İleri gelenler, varlığa hükmedenler, yönetenler, buyuranlar zümresi ve destekçileri için bu iş olacak iş miydi? Bu nasıl bir teklifti öyle!
Başka bir deyişle İslam inancı, inançlardan bir inanç değildi, o eşiği aşmış dine dönüşmüştü; yani toplumsal ve siyasal başka bir düzen ve yapı istiyordu. Buysa mevcuttan çıkarı olanlar için tehditti.
Sorun buydu ve çatışmanın sebebi de buydu…
Onlar vaz geçmedi, Muhammed’de vaz geçecek değildi. O halde ne olacaktı?Ve elbette her peygamberin yaptığı gibi sonucu Hz Muhammed tayin etti;
“Biz kendi yolumuzda yürürüz. Sizi hesaba katmayız. Önümüze çıkacak olursanız Allah ya size verir ya da bize.”.. Ve süreç hicrete erişecekti…
Kıssadan hisse; İslam coğrafyasında Kur’an okumayı ve anlamayı masumane olarak yürütenler, vahyi Hz Muhammed gibi anlıyorlar ve onun yaptığı gibi dine mi dönüştürüyorlar
Yoksa hiç bir devrin müşriklerinin itiraz etmeyip normal karşılayacakları inanç mevzularında oyalanıp başka inançlarla veya geleneksel modern hurafelerle çatışmayı din zannederek ömür mü tüketiyorlar?