Kureyş’de kim, nerenin insanları, orası neresi?
M.600’ler. Arabistan yarımadasında Mekke şehir devleti. Burda yaşayanlara Kureyş milleti deniyor.
Orda sabit nüfus 25 bin. Hac mevsiminde ve ticari kültürel panayırlarda yüzbinlerce insani hareketlilik yaşanıyor.
Şehirde 20 büyük kabile var. Federasyon halinde birleşip şehir toplumunu oluşturmuş, devlet kurmuşlar.
Mekke’de siyasi, askeri ve ticari birliği Dar’un Nedve temsil ediyor. Bildiğimiz parlamento. Her kabileden iki temsilci olmak üzere kırk üyesi var. Bu günkü ABD senatosunda olduğu gibi her eyaletten ikişer temsilci. Üyeler kendi kabilesinden seçilerek geliyor.
Orda bir krallık yok. Kararlar dayatma, buyurma ile değil istişareyle alınıyor. Kararların dayanağı hem geleneksel ahlak, örf, yazılı olmayan hukuk ve hemde ticari çıkarlar..
Kureyş çoklu inanca ve dine saygılı bir millet. Çünkü şehirli. Dolayısıyla medeni. Dindarlar: Haç kurban namaz infak gibi bilindik ibadetleri yapıyorlar. Kabe’de, yarımadada meskun kabilelerin dinini/kimliğini temsil eden büyük putları var, koruyorlar.
Hac mevsimi yarımada çapında büyük buluşmalara sahne oluyor; kültürel, ekonomik, siyasi iletişim kuruluyor; karlı anlaşmalar yapılıyor; Kureyş hakemliğinde kabileler arası ihtilaflar çözülüyor. İran şahı her hacda seçkin 100 deve kestiriyor.
O yılların Arap yarımadası bu günkü AB coğrafi büyüklüğüne, on milyon nüfusa sahip. Kureyş “ticari” ve “dini” bakımdan yarımadada lider: Kabe’den dolayı dini temsilen, ticari ilişkilerden dolayı siyaseti temsilen sözleri geçerli..
M610’da burda bir peygamber çıkıyor: Hz Muhammed. 40 yıllık hemşerileri. O, yeni bir din getiriyor. Bu din alışıldık dinlerden farklı: İnanç unsurlarıyla toplumsal ve siyasal hayatı yeniden düzenlemek istiyor. Yeni bir dünya görüşü, yeni değerler sistemi sunuyor.
Mevcut toplumsal, siyasal ve ekonomik düzenin liderleri, ileri gelenleri, kabile şefleri, servet sahipleri, bilginler yeni dini reddediyor. Çünkü varlık sebeplerine ve alışıldık düzenlerine tehdit olarak algılıyor.
Dolayısıyla ortak tavır göstermek için Dar’un Nedve’de kararlar alıyorlar. Değişik politikalar uyguluyor, çatışma başlatıyorlar.
Yeni dinin şehrin içerde dirliğine, düzenine ve liderliğine; dışarda itibarına, diplomatik ilişkilerine ve geleceklerine tehdit oluşturduğunu görüyorlar. İçerde de dışarda da Kureyş’te ihtilaf çıkmış parçalanma olmuş görüntüsü vermek istemiyorlar.
Öte yanda Müminler ayrı bir zümre olmuş, kendi içlerinde ve ötekilerle olan ilişkilerinde kendi hukuklarını uyguluyor. İtaat ilişkisini değiştirmişler..
Dar’un Nedve’de alınan kararlar gereği her kabile kendi içindeki Müslümanlara saldırıyor. Baskı, şiddet, zorbalık, işkence, öldürme, ticari boykot almış başını gidiyor.
Müslümanlar, Kureyş’in politikalarını kaale almıyor, tepkisel davranmıyor. Kendi stratejisini takip ediyor. Şiddete başvurmuyor, sabrediyorlar. Haklı davalarına haksızlık bulaştırmıyorlar. Çünkü Allaha güvenmişler. O’nun vaadini ve takdirini bekliyorlar..
İçerde ve çevrede psikolojik üstünlüğü Müslümanlara kaptırdığını gören Kureyş, şiddet politikasıyla netice alamayacağını gördüğünde taktik değiştiriyor: İdeolojik iknaya, rüşvete, müminleri birbirine düşürmeye ve uzlaşma arayışına başvuruyor.
Muhammed’in Allahı kendinden gayrı ilah ve rab kabul etmediği için anlaşma sağlanamıyor. Sonu hicrete varacak bir siyasi mücadeledir sürüyor..
İslam dininin özünü burda öğreniyor, Muhammedi sünneti burda kavrıyoruz:
Uzlaşma görüşmelerinde sunulan rüşvetler, Müslüman olmayan bir insanın dünya hayatında ulaşmayı umduğu her şeydi. Bir insan olarak Muhammed’in de derdi buysa sorun çözülmeli, ihtilaf bitmeliydi.
Müslüman zümrenin rehberi, önderi ve lideri Muhammed(s)’in cevabıysa enteresandı: “Her neye sahipseniz onlar sizindir. Benim bunlarda bir gözüm yoktur.” O halde ne istiyordu bu adam?
İşte tevhid dini İslamın özü, kendisi: “İman edin kurtulun. Sizden istediğimde bundan böyle her türden işlerinizi ve ilişkilerinizi Allaha göre yeniden düzenlemeniz.”
İşte bu olmazdı! Olamazdı! Muhammed’in Allahına inanmak tamamdı da, ibadetler tamamdı da, her bir şeyimize karışmakta neydi?!..
Bu anlatılanlardan hareketle bir senaryo yazalım. Darü’n Nedveye bir başkan seçilecek olsaydı, ismini herkesin bildiği için diyelim üç büyük kabile liderleri olarak Ebu Süfyan, Ebu Cehil ve Ebu Talib’de rakip adaylar olsalardı.
Acaba Hz Muhammed ve arkadaşları hangisinin taraftarı, destekçisi olurdu?
Aklı “maslahat, ehven-i şer, çoğu elde edilmeyenin azından vaz geçilmez, kazanım..” kodlarıyla çalışanların cevabının Ebu Talib olacağından kuşku yok.
Ayrıca Ebu Süfyan ve Ebu Cehil isimleri zihinlerde olumsuz özellikleriyle kodlu olduğu için cevabı Ebu Talib olacaklarda çok.
Şimdi soralım; acaba! Ve neden?..
Sormaya devam edelim; hem amcası, hem kendinin ve Müslümanların hamisi, hem erdemli fazıl ve ılımlı lider olan Ebu Talib’çiler, Hz Peygamberi ne kadar tanımış, Allahın mesajını ne kadar anlamıştır?..
Kendi cevabımızı verelim: Batılın hakka karışıp haktan sayılmaması, hakkın batıldan ayrılması şartı imanın şartıdır; bunu nereye koyacağız?
Burda mesele kimin yöneteceği meselesinden çok daha fazla. Çünkü uluhiyet, rububiyet ve ubudiyet meselesi. İman etmek için şirkten kopuş ön şartı meselesi..
Kureyş’in dediği gibi Peygamber
bir “deli” değildiyse neyin peşindeydi? Peşinde olduğu şey mülk, iktidar, özgürlük, uzlaşı idiyse bunlar zaten teklif edilmişti, neden geri çevirdi?
Mevcut sisteme girmek istiyorduysa, bu yolla ıslahat yapmayı düşünüyorduysa, liderlerin “seni başımıza reis yapalım” teklifini neden reddetti?
İşler kızıştığında, kabile reisi olduğu için “deline sahip çık yoksa..!” tehdidi alan amcasının “iç savaş çıkabilir, tek başımıza direnemeyiz, gel uzlaş” dediğinde “bir elime ayı diğer elime güneşi verselerde olmaz” diyen peygamber mi Ebu Talib’i destekleyecek, onun aracılığıyla sisteme dahil olacaktı?..
Tevhid dini İslamın özünü bir kez kaçırdık mı okunan Kur’an’ında, tekrarlanan hadis külliyatının da, övünülen mezhebi etnik taraftarlığın da, yapılıp durulan ibadetlerin de bir anlamı ve değeri olmadığını anlamayacağız!