Tarih içinde başı derde düşüp siyasi temelde sarsıntı yaşayan müslüman ümmetin, kaçınılmaz olarak toplumsal teşkilatlanmada, hukuki ve iktisadi yapıda kargaşaya düştüğü malum.
Hilafetin saltanata dönüşmesi, Moğol saldırısı, Haçlı Seferleri, Batılı modernleşme bunlardan çokça bilineni.
Sondakinin zihinsel muhasarası halen devam etse de evvelkiler fiziksel olduğu için çabuk atlatıldı.
Böylesi durumlar karşısında ümmet kurtuluş için “dine dönüş” yöntemi kullanıldı: Bunu kabaca iki yolla yaptılar:
1: Selefilik. Kur’an’a ve sünnete dönüş. Buradan uzaklaştığımız için bu duruma düştük diyenler.
2: Sûfilik. İçe dönüş. Tarikat ve tasavvuf. Dış dünya bizi aldattı, içerden çürüdük. İçeriyi düzeltmeli diyenler.
Ve 3: (Bu yol pek yaygın değil ama önemine binaen eklendi) Toplumsal hayat tarihsel döngüye tabiidir, süreçte farklı evreler kaçınılmazdır. Hangi evredeysek ona uygun şartlara müracaat edilmeli; sebepler aynı zamanda kurtuluşunda nedenleridir. (İbn Haldun’un görüşü.)…
Son İslam imparatorluğu Osmanlı’nın çöküş döneminden bu yana dine dönüş yolları hala devam ettiriliyor: “Biz” bu dönüşün Kur’an ve sünnete dönüş tarafındayız!
Peki ne oldu? Nerden başladık nereye geldik?…
İbn Haldun’un görüşü bizde önemsenmedi, içine düştüğümüz durumun sebep sonuç ilişkisi kurulmadı! Tarihsel mirasa müracaat edilirken mirasın hangi aşamasına müracaat edildiği tefrik edilmedi.
Dolayısıyla Kur’an ve sünnete dönenlerimiz burda çakıldı kaldı; Kur’an ve hadis hafızı oldu! İçe dönenlerimiz bir türlü içeriyi halledip dışarıya çıkamadı!…
Osmanlı İbn Haldun’u biliyor; devletin kurtuluşu için yazılan ıslahat risalelerinde onun çöküş evresinin sebeplerini tekrarlıyor ama mukadder sonucu gösterip yeniden başlangıç şartlarına dönmüyor:
Nasihatnamelerde sebepler gösterilmiş ama çözümü ölü bedenin organlarını sağaltmakta aramışlar! Ahmet Cevdet Paşa ve bazı istisnalar hariç:
Paşa bazı kurumları ıslah ederek kurtuluş olmayacağını; sistemin yeniden kurulmasını söylüyor.
Buradaki detay önemli: Esasında bozulmuş mevcudu kısım kısım ıslah mı; kendi köklerinden hareketle yeni bir başlangıç mı?
Islahta sistemin sağlamlığı şart, çünkü aksaklıklar düzeltildiğinde düzlüğe çıkılır: 17. Yüzyıl sonuna kadar bu mümkündü. Ondan sonra sistemin kurucu müesseseleri bozulmuş, bağlı müesseseleri ıslah ile bir yüz yıl daha gidilmişti: Artık kurumların ıslahı derde derman olmayacaktı çünkü batı Avrupa’dan başlayan büyük değişimde bu sisteme hayat hakkı tanımayacaktı.
Yeniden inşa veya esastan teşkilatlanma deyince her şeyi yıkıp yeniden yapmak anlaşılmamalı; bu anarşistlik olur.
Hz Peygamberin Mekke’si iyi örnektir; işin özünü esasını ortaya koy, siyasi iktisadi teşkilatlanmayı sağlam yap, sonra
“kötülüğe kaynağıyla beraber karşı dur; referansını değiştirerek iyilikleri sürdür; olması gerekenleri ihdas et.”
Burda işin özünü kaçırdık mı; detaylar ve ıslah bir işe yaramaz; çünkü eskiyi besler. Eskiyi destekler. Eskininse ömrü dolmak üzeredir.
Bu gün “erdem fazilet, iyilik hareketi, insanilik, insan ve medeniyet, sivillik, hak adalet, eşitlik özgürlük…. “ gibi talep ve tutumların tümü mevcut sistemde arızalı yerleri tamir edebilir ama bu geçici bir tedavi olur.
Bu aynı zamanda şu manaya da gelir: Paşanın deyimiyle beyin ölümü gerçekleşmiş vücutta çoklu organ yetmezliği kaçınılmazdır. Çoklu organ yetmezliğine tutulmuş vücutla, yani esası bozulmuş mevcudun kendisiyle, onun nitelik ve referansıyla yol alınmaz.
Kaldı ki tersini düşünenler mevcuttan alamadığın, mevcudun sunduğu ama az bulunan imkânların peşine düşmek cabası! Dahasını istiyorsun! Dert dava bu!
Muhalefetin bu türüne ıslahçılık deniyor: Buna kraliçenin muhalefeti diyorlar.
Muhalefetin başka bir türü daha var: Mevcutla, mevcudun referansıyla, niteliğiyle, kendisiyle alakalı bir itiraz. Daha iyi, daha adil, herkese yarayacak başka bir mevcut talebi.
Tüm peygamberlerin yolu bu ikinci muhalefet türü: Hepsinin ileri gelenlerine çağrısı aynı: Yegane ilah ve Rab Allah’tır, onun yasasında imtiyaz yoktur, düzelin.
Biz bunu böyle anlamayız ama peygamberlerin muhatapları çok iyi anladı ve doğal olarak düşmanlık gösterdiler: İstisnasız…
“Dine dönüş“ çok hikmetli bir ifade. Biz bu hikmeti kavramakta zorlandığımız için olsa gerek Kur’an ve hadis hafızları olmakla yetindik! Teolojik sınırlarda ve tartışmalarda hapsolduk!
Oysa bu ifadeden murat; biz dini hükümlere uygun davranmayı terk ettik, haddi aştık, yasa işledi, işlerimiz ve güvenliğimiz bozuldu. Allah da bize hak ettiğimizi verdi. Şu halde İşlerimizi ve ilişkilerimizi Allaha göre yeniden gözden geçirelim.
Dikkat buyurun; bizde bu dine dönüş tezi veya yolu toplumsal yasanın bu aşamasına geçemedi. Kitaba, hadise, bunların metnine, tahliline çakıldı kaldı…
Osmanlıdaki çöküş devresi şartları bu gün yok; ne kadar bozulmuş ve içerden çürümüş olursa olsun Osmanlı hala güçlüydü ve sistemi yeniden kurması mümkündü.
Fakat Osmanlı bunu zamanında yapmadı; sistemi değil aksayan yerleri ıslah ile devam etti; bu yetmediği için dünyanın yeni oluşan şartlarına karşı koyamadı. Zamanı kaçırınca tersini yapmak zorunda kaldı: Tanzimat fermanıyla başlayıp ıslahat, I ve II. Meşrutiyet, cumhuriyet reformlarıyla (ardından AB)
Sistemi, batılı dünya görüşü temelinde yeniden kurmaya baktı; muasır medeniyet evrenine dahil oldu. Çok zor olmasına, kendi tarihine ters düşmesine ve ağır toplumsal siyasal hasara rağmen rota şaşmadı!…
Bu günden bakınca görünen bu. Görünen başka bir şey daha var; suyu tersine akıtmayı becerseler de, hala, toplumsal sorunlar dip dalga olarak sürüyor: Siyasete ekonomiye hukuka yansıyor. Bu doğal. Ama esas değil detay bu.
Mekke’nin önemini ve orda takip edilen yol haritasının kıymetini bir kez daha anlıyoruz: Referans alınan geçmişin hangi devresinin referans alınması gerektiğinin önemini kavrıyoruz…
Sistemin kendisi neden önemli?
Çünkü tüm kötülüklerin veya şikâyetlerin kaynağı kendisi.
Burda bir detay var; bize kötülük görünen sisteme iyilik olarak görünür! İyi olduğunu düşünmese kötü yapmayı sürdürür mü?
Mekke’de Kureyş ileri gelenleri ve yöneticileri de kötü yaptığını düşünmüyor, doğru olanı yaptığını savunmuyor muydu? Bu sebeple Muhammedi bozguncu ve kötü olarak ilan etmediler mi?…
Buradan hareketle demeli ki:
“İyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin” kategorileri ahlaki normlardır; normatif değerlerdir: Değer ölçüsüdür.
Bu normatiflik dünya görüşüyle irtibatlı olup durulan yere göre değişir. Çünkü normatifliğin kaynağı dindir; ideolojidir; dünya görüşüdür.
Dolayısıyla İslam’a göre başkadır, şirk dinlerine göre başkadır.
Ana sorunda buradadır: Dünya görüşünün kaynağı nedir?
Bize göre “vahiy ve sünnet”dir. Başkalarına göre
“akıldır, bilimdir, felsefedir, masum imamdır, gizli sırlara vakıf şeyhtir..”
Biz akla, bilime, felsefeye.. karşı mıyız? Hayır! Hangi akıl, hangi bilim, hangi felsefe, hangi masumiyet, hangi şeyhlik diye sorarız. Daha baştan. Burda şaşırmayalım…
Bitirirken demeli ki, uzunca süredir devam eden siyasal toplumsal, iktisadi hukuki düzensizlik ve kronik krizlerden çıkış için dine dönmeliyiz elbette; tarih döngüsü umutsuzluğa veya dinden şüpheye sevk etmemeli. Şu halde ifadenin hikmetine vukufiyet!