Rahmân ve rahîm olan Allah’ın adıyla…
22. “De ki: ‘Allah’tan başka (ilâhî güçlere sahip) sandığınız varlıkları çağırın bakalım! Onlar göklerde ve yerde zerre miktarı bir şeye sahip olmadıkları gibi buralarda herhangi bir ortaklıkları da yoktur; Allah’ın onlardan bir destekçiye de ihtiyacı bulunmamaktadır.”
De ki: Allah’tan başka (ilâhî güçlere sahip) sandığınız varlıkları çağırın bakalım!
İlâh olduğunu iddia ettiğiniz varlıklar: Melekler, putlar ve Allah’tan başka taptıkları, itaat ettikleri varlıklar. Bunlar size bir yarar sağlama veya bir zararı giderme gücüne sahip midirler? Cenâb-ı Hak bu hususta şöyle buyurmaktadır: Onlar göklerde ve yerde zerre miktarı bir şeye sahip değildirler. Bundan büyüğüne de küçüğüne de sahip değildirler. O halde nasıl olur da bunları ilâh olarak niteler, emirlerine itaat edersiniz?
Bu beyan şu mânaya da gelebilir: De ki: Allah’tan başka (ilâhî güçlere sahip) sandığınız varlıkları çağırın bakalım! Yani ilâh olduklarını iddia ettiğiniz varlıkları çağırın da başınıza gelen açlık ve benzeri zararları sizden gidersinler. Tıpkı şu ilâhî beyan gibi: “O’nun vereceği zararı önleyebilirler mi? Yahut O bana bir rahmet dilese, onun rahmetini durdurabilirler mi?”{Zümer-38}
Bundan dolayı onların söylemesi gereken şey şudur: Onlar zerre miktarı bir şeye, bundan daha büyüğüne ve daha küçüğüne sahip değilken, nasıl olur da belirtilen işleri yapsınlar. En doğrusunu Allah bilir ya, Cenâb-ı Hak onların akılsızlıklarını, kendilerine bir yararı ve zararı bulunmadığını bildikleri varlıklara tapmadaki aşırılıklarını ve bunları ilâh olarak nitelediklerini bildirmektedir.
De ki: Allah’tan başka (ilâhî güçlere sahip) sandığınız varlıkları çağırın bakalım! Onlar göklerde ve yerde zerre miktarı bir şeye sahip değildirler. Yani göklerde ve yerde zerre miktarı bir şeyi yaratmaya güç yetiremezler. Göklerde ve yerde bulunan nesneleri yaratmada bir ortaklıkları da yoktur. Bu varlıkların yaratılmasında Allah’a yardımcı da olmamışlardır. O halde bunlara nasıl taparsınız ve bunları nasıl ilâh olarak nitelersiniz?
Buralarda onların ortakları da yoktur. Yani gökleri ve yerküreyi yaratmada, bunları korumada Allah’tan başka taptığınız varlıkların herhangi bir ortaklıkları yoktur.
Allah’ın onlardan bir destekçiye de ihtiyacı bulunmamaktadır.
Yani bu konuda bir yardıma ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla bunları nasıl olur da ilâh olarak ve ibadette Allah’ın ortakları olarak nitelersiniz?
23. “Allah katında, O’nun izin verdiği kimselerden başkasının şefaati yarar sağlamaz. Sonunda kalplerinden korku giderilince, ‘Rabb’iniz ne buyurdu?’ derler. Onlar da şu cevabı verirler: Hak olanı buyurdu. O yücedir, uludur.”
Allah katında, O’nun izin verdiği kimselerden başkasının şefaati yarar sağlamaz.
En doğrusunu Allah bilir ya, Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: Allah’ın kendisine izin verdiği kimseler hariç hiç kimse bir başkasına şefaat edemez. O, inkârcılardan birine şefaat izni vermez. En doğrusunu Allah bilir ya, Cenâb-ı Hak bunu onların şu sözleri dolayısıyla belirtmiştir: “Bunlar Allah katında bizim aracılarımız”{Yunus-18}; “Sadece bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye onlara tapıyoruz”{Zümer-3}.
Cenâb-ı Hak şunu belirtmektedir: Sizin kendilerinden şefaat umduğunuz varlıklar, O’nun bildirdiği üzere bir korku ve dehşet içerisinde bulunmaktadırlar. Dolayısıyla nasıl olur da onların şefaatini umarsınız?
Onlar zerre miktarı bir bilgi ve kudrete, bundan daha büyüğüne ve daha küçüğüne sahip olamıyorken nasıl olur da şefaate malik olsunlar?
Sonunda kalplerinden korku giderilince, Rabb’iniz ne buyurdu? derler.
Onlar da şu cevabı verirler:
Hak olanı buyurdu.
Bu cümlenin burada kendisine bağlantı kurulacak bir bağlantısı (sıla) yoktur. Yine kendisine atıf yapılacak daha önceki bir beyan da söz konusu değildir. Başlangıç cümlesi olarak da mâna doğru olmamaktadır. Müfessirlerin bir kısmı şöyle demektedir: Îsâ (a.s.) ile Hz. Muhammed (s.a.) arasında bir peygamberin gelmediği uzun bir dönem vardı. Allah Hz. Muhammed’i (s.a.) peygamber olarak gönderdiğinde ve ona nübüvvetin verilmesi hakkında Cibrîl (a.s.) ile konuştuğunda melekler bunu duydular ve kıyâmetin artık kopacağını zannettiler ve bu sebeple duydukları sözlerden dolayı şaşırıp kaldılar. Cibrîl (a.s.) gökten yere indiğinde her uğradığında onlarla konuşmaya başladı, tâ ki onlar için her şey açığa çıktı. Bunun üzerine birbirlerine şöyle dediler: Rabb’iniz ne buyurdu? Onlar da şu cevabı verirler: Hak olanı buyurdu. Yani vahyi buyurdu.
Bazıları şöyle demiştir: Vahiy gökten indiği vakit bir kaya üzerinde hareket eden zincirin sesi gibiydi{Buhari}. Onlar şöyle demiştir. Dolayısıyla melekler bundan korkuyorlar ve secdeye kapanıyorlardı. Sonunda kalplerinden korku giderilince. Dediler ki: Onların kalplerindeki bu korku ortadan kalkınca. Rabb’iniz ne buyurdu? derler. Onlar da şu cevabı verirler: Hak olanı buyurdu. O yücedir, uludur.
Bazıları Rabb’iniz ne buyurdu? derler. Onlar da şu cevabı verirler: Hak olanı buyurdu mâlindeki âyet hakkında şöyle demiştir: Onlar ona getirdikleri emri bildirir ve sadece hak olanı söylerler. Ne arttırırlar ne de eksiltirler.
Sonunda kalplerinden korku giderilince, ‘Rabb’iniz ne buyurdu?’ derler. Onlar da şu cevabı verirler: Hak olanı buyurdu. Bu ilâhî beyan şu mânaya gelebilir: Onların bu korkusu ve bu sözleri kıyâmettedir. Kıyametin kopmasından korkmuşlardır.
Yani Allah onları korkudan emin kılınca. Yani Allah onların kalbinden korkuyu çıkarıp attığında ve bu durumu ortadan kaldırdığında. En doğrusunu Allah bilir.
24. “De ki: Göklerden ve yerden size rızık veren kimdir? De ki: Allah’tır. O halde biz veya siz, iki taraftan biri ya doğru yoldadır yahut açık bir sapkınlık içindedir.”
[Müşriklere Söylemesi Hz. Peygamber’e Emredilen Sözler]
De ki: Göklerden ve yerden size rızık veren kimdir?
Bu beyan zâhiri bakımından her ne kadar soru ifadesi olsa da aslında bir açıklama ve cevabın olumluluğu mânası taşımaktadır. Çünkü Allah katından gelen her sorunun aslında bir açıklama ve olumlu cevabı ifade ettiğini daha önce açıkladık. Ayrıca eğer bu beyan soru sorma durumunda olan bir kimseden sâdır olsaydı Göklerden ve yerden size rızık veren kimdir? sorusunun cevabı şu olurdu: Bize rızık veren Allah’tır.
Tıpkı şu ilâhî beyanda belirtildiği gibi: “De ki: Size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Ya da işitme ve görme yeteneklerini hükmü altında kim tutuyor? Ölüden diriyi çıkaran, diriden de ölüyü çıkaran kim? Her türlü işi kim yürütüyor? “Allah” diye cevap verecekler”{Yunus-31}. O, onlara şöyle diyecektir: Allah’ın size rızık verdiğini bildiğinize göre nasıl olur da O’na ibadet etmeyi bırakıp size rızık vermeye dair hiçbir gücü bulunmayan varlıklara ibadet edersiniz?
Tıpkı şu ilâhî beyanda olduğu gibi: “Kuşkusuz Allah’ı bırakıp da taptığınız bu şeyler size rızık vermekten acizdirler. O zaman rızkınızı Allah’ın katında arayın” {Ankebut-17}.
De ki: Göklerden ve yerden size rızık veren kimdir? Göklerden, yani yağmurdan; yerden, yani bitkilerden. Eğer sana cevap verir ve “Allah’tır” derlerse tamam, ama eğer bu cevabı vermezlerse de ki: Bunu size sağlayan Allah’tır. O halde nasıl olur da başkasına taparsınız?
O halde biz veya siz, iki taraftan biri ya doğru yoldadır.
Bunu Resûlullah Mekkeliler’e söylemektedir. Yani ya biz doğru yoldayız, ya da siz doğru yoldasınız. Ya biz açık bir sapıklık içindeyiz ya da siz açık bir sapıklık içindesiniz.
Bunun mânası şudur: Biz doğru yoldayız siz ise açık bir sapıklık içindesiniz. Fakat söz konusu beyanın zâhirinde böyle bir anlam yoktur. Bu beyanın onlara yönelik üstü örtülü bir şekilde sapıklıkla kötüleme ve buna ilişkin bir kinâye mânası vardır. Bu durum birinin diğerine, aralarında geçen bir söz veya habere dair şöyle demesi gibidir: Bu konuda ikimizden birisi yalancıdır. Yani bu konuda sen yalancısın. Fakat bunu açıkça değil, üstü kapalı bir şekilde söylemektedir.
Katâde şöyle demiştir: Bu beyan, Hz. Muhammed’in (s.a.) ve ashabının müşriklere yönelik sözleridir. Yani Allah’a yemin olsun ki biz ve siz aynı hal üzere değiliz. Allah’a yemin olsun ki iki gruptan biri doğru yol üzeredir, diğer grup ise açık bir sapıklık içindedir. Siz bizim doğru yolda olduğumuzu bilmektesiniz, çünkü bu konuda her türlü kesin delilleri getirdik. Siz ise böyle deliller ortaya koyamadınız.
Bazıları şöyle demiştir: O bu sözü söylemiştir, çünkü Mekkeli inkârcılar Resûlullah’a ve ashabına şöyle demişlerdi: “Gelin yaşantımıza bakalım! Hangimiz daha iyi bir din üzereyiz. Biz mi siz mi? Âhirette de durum buna göre olacaktır”. Cenâb-ı Hak şu ilâhî beyanda onların bu iddialarını şöyle reddetmiştir: “Yoksa kötülüğe gömülüp kalanlar, hayatlarını ve ölümlerini, eşit olarak iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlarınki gibi mi yapacağımızı zannediyorlar?”{Casiye-21}
25. “De ki: Bizim işlediğimiz suçlardan dolayı siz sorumlu olmayacağınız gibi sizin yapıp ettiklerinizden ötürü de biz hesaba çekilmeyiz.”
Bazıları şöyle demiştir: Onlara bunu söylemiştir, çünkü onlar taptıkları putları kötüledikleri ve onlar hakkında kötü sözler sarf ettikleri için Resûlullah’ı ve ashabını kötülüyor ve kınıyorlardı. Kendisinin Allah’ın elçisi olduğunu söylemek suretiyle Allah’a iftira ettiğini iddia ediyorlardı. Bundan dolayı o, onlara şöyle demiştir: Bizim işlediğimiz suçlardan siz sorumlu olmazsınız; biz de sizin yaptıklarınızdan sorumlu tutulmayız.
Bu, Hûd sûresindeki şu ilâhî beyan gibidir: “De ki: Eğer onu uydurduysam sorumluluğu bana aittir. Fakat benim sizin işlediğiniz günahtan sorumluluğum yoktur”{Hud-35}.
De ki: Bizim işlediğimiz suçlardan dolayı siz sorumlu olmazsınız. Bu beyan şu mânaya da gelebilir: Yani benimsediğimiz dinden veya yaptığımız davranışlardan, yapıp ettiklerinizden ötürü de biz hesaba çekilmeyiz. Sizin yapıp ettiklerinizden. Yani benimsediğiniz dinden ötürü.
Tıpkı şu ilâhî beyanlarda belirtildiği gibi: “Sizin dininiz size, benim dinim banadır”{Kafirun-6}; “Benim yaptığım bana, sizin yaptığınız size aittir”{Yunus-41}; “Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size aittir”{Şura-15, Kasas-55, Bakara-139}.
Bu söz, inat ve büyüklük taslama ortaya çıktıktan sonra söylenir. Fakat başlangıçta bu söylenmez. En doğrusunu Allah bilir.
26. “De ki: Rabb’imiz hepimizi bir araya getirecek, sonra aramızda adaletle hükmünü verecektir. Haklıyı haksızdan en iyi ayıran ve her şeyi bilen O’dur.”
-En doğrusunu Allah bilir ya- bu, daha önce geçen şu ilâhî beyanlarla bağlantılıdır: “De ki: Göklerden ve yerden size rızık veren kimdir? De ki: Allah’tır. O halde biz veya siz, iki taraftan biri ya doğru yoldadır yahut açık bir sapkınlık içindedir” ve “De ki: Bizim işlediğimiz suçlardan dolayı siz sorumlu olmazsınız”.
Sanki onlar Resûlullah’a ve ashabına “biz doğru yol üzereyiz, siz apaçık bir sapıklık içindesiniz” demişler, bu durumda onlara cevap olarak Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: De ki: Rabb’imiz hepimizi bir araya getirecek. Yani hepimizi bir araya getirecek, sonra hükmünü verecektir. Yani hükmedecektir. Aramızda adaletle. Hangimiz doğru yol üzere, hangimiz sapıklık içinde, biz mi siz mi?
Haklıyı haksızdan en iyi ayıran ve her şeyi bilen O’dur. Yani hüküm verici, gerçekten gizli ve açık olanı bilen O’dur.
Buradaki “Mufâteha” hüküm vermek demektir.
Denir ki: Gel de hakkında hüküm vermek üzere falanca kişiye gidelim.
Burada aralarında birinin hüküm vermesi talebi mânasında “nufâtihake” kelimesi kullanılır.
Sonra aramızda adaletle hükmünü verecektir.
Yani bizim tüm gizliliklerimizi ve sakladıklarımızı ortaya çıkaracak ve bunları apaçık hale getirecektir ki hak üzere olanı bâtıl olandan; hidâyeti sapkınlıktan ayırsın. Haklıyı haksızdan en iyi ayıran ve her şeyi bilen O’dur. Yani her şeyi ortaya çıkarandır. Her şeyi bilendir. Açık ve gizli olan her şeyi, açığa çıkarma ve gizlemeyi de en iyi bilendir. En doğrusunu Allah bilir.
27. “De ki: Ortak diye O’nun yanına kattıklarınızı bana gösterin bakalım! Hayır asla (gösteremezsiniz)! Bilakis yegâne galip ve her şeyi hikmetle yöneten yalnız O Allah’tır.”
De ki: Ortak diye O’nun yanına kattıklarınızı bana gösterin bakalım!
Yani itaat ve ibadet ederek ilâh olarak nitelemekte ve ortak diye Allah’ın yanına kattıklarınızı bana gösterin bakalım! Bu beyan şu mânaya da gelebilir: Ortak diye O’nun yanına kattıklarınızı bana gösterin bakalım! İbadet ve itaat etmekte olduğunuz varlıkları.
Onlar bir şey yaratmışlar mıdır? Veya bir rızık vermişler midir? Yahut bir şey diriltmişler midir? Veya öldürmüşler midir? Onların bir şey yaratmadıklarını, rızık vermediklerini ve bunlara güçlerinin yetmediğini, bütün her şeyin yaratıcısının, her şeye rızık verenin Allah olduğunu bildiğinize göre nasıl olur da bu işlere güç yetiremeyen varlıkları O’na ulûhiyette ortak koşarsınız?
Bilakis yegâne galip ve her şeyi hikmetle yöneten yalnız O Allah’tır.
Bu beyan hakkında bazıları şöyle demiştir: Bilakis. Bu, onların ortaklar sözüne reddiyedir. Yani onlar Allah’ın ortakları değildir. Bilakis Allah tek ve yegâne ilâh olup hikmet sahibidir.
Bazıları şöyle demiştir: Bu, “onlar bir şey yaratmışlar mıdır veya bir rızık vermişler midir?” sözüne reddiyedir. Buna göre Cenâb-ı Hak buyurur ki: Bilakis. Yani onlar hiçbir şey yaratmamışlar ve rızık vermemişlerdir. Aksine bu konularda Allah tektir. Başarıya ulaştıran sadece Allah’tır.
28. “Biz seni başka değil, ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak bütün insanlara gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmek istemiyorlar.”
Biz seni gönderdik. Ancak müjdeleyici olarak bütün insanlara.
Kendisine uyanları cennetle müjdeleyici olarak. Ve uyarıcı olarak. Kendisine muhalefet ve isyan edenleri cehennemle uyarıcı olarak. Bütün insanlara.
Bazıları şöyle demiştir: Biz seni ancak insanların hepsini hidâyet yolunda toplayan ve buna davet eden olarak gönderdik.
Bazıları şöyle demiştir: Biz seni ancak bütün insanlara gönderdik. Yani biz seni ancak bütün insanlara gönderdik: Araplara, Acemler’e, insanlara ve cinlere. Senin durumun diğer peygamberler gibi değildir. Onlar toplumlar içerisinden sadece bir topluma, beldeler içerisinden sadece bir beldeye gönderilmişlerdi.
Yine Resûlullah’ın (s.a.) şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Bana dört şey verilmiştir ki bunlar benden önce hiçbir peygambere verilmemiştir. Bunlardan biri bizim belirtmiş olduğumuz özelliktir ki o da şudur: ben bütün insanlara peygamber olarak gönderildim: Kırmızıya, siyaha, Arab’a ve Acem’e. Bana bütün yeryüzü mescid ve temiz kılınmıştır. Bir aylık mesafeden düşmana korku salma özelliği verilmiştir. Ganimetler de bana helâl kılınmıştır”{Buhari ve Ahmet bin Hanbel}.
Fakat insanların çoğu bunu bilmek istemiyorlar.
Tasdik etmiyorlar. Bilmiyorlar sözü şu mânaya da gelebilir: Yani bildikleri bilgilerden yararlanmıyorlar. Yoksa elbette ki biliyorlar. Veya gerçekte bilmiyorlar, çünkü deliller ve âyetler konusunda akıl yürütmüyorlar. Halbuki onlara bu imkân tanınmıştır. Eğer akıl yürütseler bilirler. En doğrusunu Allah bilir.
29. “Eğer doğru söylüyorsanız, bu vâd ne zaman gerçekleşecek söyleyin bakalım, diyorlar”
Onlar bu sözü bilgi edinmek için değil, kıyâmetin gerçekleşmeyeceği ve bunun bir yalan olduğunu ifade etmek üzere alay etmek için söylüyorlardı. Tıpkı şu ilâhî beyanda olduğu gibi: “Ona inanmayanlar onun çabuk gelmesini istiyorlar; inananlar ise gerçek olduğunu bilerek ondan kaygılanmaktalar”{Şura-18}.
Ya da kıyametin gerçekleşeceğine fakat sonucunun peygamberin dediği gibi kendilerine azabın olacağı şekilde vuku bulmayacağını, kendilerinin en doğru din üzerinde olduklarından cennete kendilerinin gideceklerini ifade ediyorlardı.
Cenâb-ı Hak onların buna iman etmedikleri için alay etmek üzere söz konusu vâdin çabuk gelmesini istediklerini bildirmektedir. İman edenler ise kesin bir şekilde gerçekleşeceğine inandıkları için ondan korkmaktadırlar. Fakat Allah Teâlâ, alay edenlere cevap verildiği gibi onlara cevap vermemiş, aksine lütfu ve keremiyle bilgi talep edene cevap verildiği gibi onlara cevap vermiştir. Nitekim O şöyle buyurmuştur:
30. “De ki: Sizin için öyle bir vakit belirlenmiştir ki, ondan ne bir an geri kalabilirsiniz ne de ileri geçebilirsiniz.”
De ki: Sizin için bir vakit belirlenmiştir.
Yani sizin için, Hz. Muhammed’in kesinlikle gerçekleşeceğini vâdettiği bir vakit belirlenmiştir. Bu öyle bir gündür ki ondan ne bir an geri kalabilirsiniz ne de ileri geçebilirsiniz.
İşte böyle kendisine soru sorulan herkesin, soru soran kişi alay etme amacıyla sorsa dahi, soruya alay eden kişi gibi değil, bilgi talep eden kişiye cevap verildiği gibi cevap vermesi gerekir. Onun akılsız birinin akılsızlığı ve alay edenin alaycılığı sebebiyle bilgi ve hikmetini bırakmaması gerekir. Aksine onun, hikmetini, bilgisini ve aklını muhafaza etmesi, soruya benzer bir cevapla meşgul olmaması gerekir. Hatalardan korunma ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür.
Ondan ne bir an geri kalabilirsiniz ne de ileri geçebilirsiniz.
Eğer bu beyan geri kalma ve ileri geçme talebi mânasında ise bunda onlara yönelik bir ayıplama ve kınama vardır. Sanki O şöyle buyurmaktadır: Ertelenmesini talep ettiğiniz şeyin sizin için ertelenmesi, öne alınmasını talep ettiğiniz şeyin sizin için öne alınmasına dair sizin konumunuz, kıymet ve değeriniz yoktur.
Eğer bu beyan erteleme ve öne alınmanın gerçekleşmemesi anlamında ise bu durumda O, şöyle buyurmuş olmaktadır: Sizin vaktiniz, gerçekleşeceği zaman vaktini erteleme ve öne alma ve onu ortadan kaldırma imkânı bulamadığınız gündür. En doğrusunu Allah bilir.