SEBE SURESİ 31 – 42
Rahmân ve rahîm olan Allah’ın adıyla…
31. “İnkâr edenler şöyle dediler: ‘Biz ne bu Kur’ân’a inanırız ne de bundan öncekilere!’ Sen o zâlimleri Rab’lerinin huzurunda, tutuklanmış halde birbirlerine söz atarlarken bir görsen! Horlananlar (zayıf ve güçsüz görülenler) büyüklük taslayanlara şöyle derler: ‘Siz olmasaydınız, hiç kuşkusuz biz iman ederdik.’”
İnkâr edenler şöyle dediler: Biz ne bu Kur’ân’a inanırız ne de bundan öncekilere!
En doğrusunu Allah bilir ya, sanki bu sözler onlarla müminler arasında Kur’ân ve Hz. Muhammed hakkında ortaya çıkan bir düşmanlık üzerine söylenmiştir. Onların kitaplarında yer alan vahiylerdeki ittifaklarından dolayı aralarında Kitab’ın hükmetmesine karar verdiler. Durum müminlerin sözüne uygun, ötekilerin sözüne aykırı bir şekilde Kitap’ta yer alınca bu defa şöyle dediler: Biz ne bu Kur’ân’a inanırız ne de bundan öncekilere!
Müfessirlerin bir kısmı İbn Abbâs ve başkalarından rivayet ederler ki: Kureyş bir heyeti Medine’ye yahudilerin önderlerine Hz. Muhammed ve onun peygamberliği hakkında sormak üzere göndermiştir. Onlar da onun gerçek ve gönderilmiş bir peygamber olduğunu söylediler. (yani Tevratta geçen özelliklere uyduğunu söylediler) Bu heyet dönüp Kureyş’e yahudi bilginlerin onu bildiklerini, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de haber verilen kişi olduğunu söylemiştir. Bunun üzerine dile getirdikleri bu sözü söylediler.
Sonra, sanki bu sözleri Resûlullah’a sıkıntı vermiş ve ona çok ağır gelmiş, bunun üzerine Cenâb-ı Hak ona bir teselli ve sabır vesilesi olsun diye şöyle buyurmuştur:
Sen o zâlimleri Rab’lerinin huzurunda tutuklanmış halde bir görsen!
Yani Rab’lerinin huzurunda, yaptıkları inat, büyüklük taslama ve inkâr etme gibi davranışlarının hesabını vererek hapsedilmiş bir halde. Yani sen onların düştüğü zilleti, aşağılanmayı ve onların boyun eğmelerini görsen onlara merhamet edersin ve onlara yönelik bir acıma duygusuna kapılırsın. En doğrusunu Allah bilir.
Onlar birbirlerine söz atarlar. Yani onlar birbirini kınayıp kötülerler ve bildirildiği üzere şöyle derler: Horlananlar derler ki. Yani toplumun aşağı kesimi ve halk. Büyüklük taslayanlara. Yani liderlerine ve önderlerine.
Siz olmasaydınız. (Allah’ın dininden bizi uzaklaştırıp alıkoymada) Hiç kuşkusuz biz iman ederdik.
Ona iman eder ve ona uyardık. Çünkü onlar bu önderlerin görüşlerine uyuyor ve sözlerini kabul ediyorlardı. Zira bu önderler şeref ve bilgi sahibi insanlardı. Toplumun aşağı kesimi ise böyle değildi. Dolayısıyla şöyle derler: Eğer siz olmasaydınız, biz kendi görüşümüze uyar ve ona iman ederdik. Fakat siz bize “bu vahiy yalandır, iftiradır ve sihirdir” dediniz, biz de bu konuda size inandık.
“Siz olmasaydınız, hiç kuşkusuz biz iman ederdik” meâlindeki âyet şu mânaya da gelebilir: Yani sizin “peygamberler söylediklerinde ve iddia ettiklerinde yalancı ve sihirbazdırlar, onlar Allah’a iftira etmektedirler” demek suretiyle hakkı bâtıla karıştırıp bizi aldatmanız olmasaydı elbette biz onlara iman ederdik.
İkinci olarak bu beyan şu mânaya da gelebilir: Eğer onların durumu hakkında akıl yürütmekten ve düşünmekten, kesin deliller ve âyetler hakkında derinlemesine düşünmekten sizin bizi alıkoymanız olmasaydı, iman ederdik. Bu, tebanın önderlere söylediği sözlerdir.
Sonra önderler onlara cevap vermiş ve şöyle demişlerdir
32. “Büyüklük taslayanlar hor görülenlere, ‘Size doğru yol gösterildikten sonra sizi ondan biz mi çevirdik? Hayır, günah işleyenler sizsiniz’ derler.”
Büyüklük taslayanlar hor görülenlere, “Size doğru yol gösterildikten sonra sizi ondan biz mi çevirdik?” derler.
Sizi ondan biz mi çevirdik? meâlindeki ilâhî beyan gerçekleşmiş bir olayın bildirilmesi mânasındadır.
Yani biz sizi ondan çevirmedik. Her ne kadar beyanın zâhiri soru kalıbı olsa da mâna böyledir. Fakat siz kendiniz ona uymayı terk ettiniz. Çünkü onların önderleri kendilerine uyanlara şöyle diyorlardı: “Bu da olsa olsa sizin gibi sıradan bir insan. Sizin yediğinizden yemekte, içtiğinizden içmektedir”{Müminun-33,34}.
Onlar halka onun kendileri gibi bir insan olduğunu bildirmiş, sonra da onlara şöyle demişlerdir: Eğer kendiniz gibi bir insana uyarsanız o zaman kaybedenlerden olursunuz. Halbuki biz de sıradan insanlarız bize nasıl uydunuz ve itaat ettiniz? Hayır, günah işleyen topluluk sizsiniz.
En doğrusunu Allah bilir ya, onlar şöyle demektedirler: Sizleri açıktan onlara uymaktan alıkoysak ve sizi bundan çevirsek de gizli hallerde ne zaman sizleri alıkoyduk? Onlara bizim haberimiz ve bilgimiz olmadan gizlice uysaydınız ya!
Veya bildirdiğimiz şu ilâhî beyan da bu mânadadır: “Sizin gibi sıradan bir insana uyacak olursanız o zaman herhalde kaybedenlerden olursunuz”. Sizler bizlerin de sizin gibi insan olduğumuzu bildiğiniz halde bize uydunuz. Ama insan oldukları için peygamberlere uymayı terk ettiniz.
33. “Hor görülenler büyüklük taslayanlara şöyle cevap verirler: Bilakis! Bize Allah’ı inkâr etmemizi ve ona ortaklar koşmamızı telkin ederken gece gündüz yaptığınız aldatmadan ibaretti. Sonunda azabı görünce için için yanarlar. Biz de inkârcıların boyunlarına halkalar geçiririz. Onlar ancak yapıp ettiklerinin karşılığını görürler.”
Yukarıda belirtilen söz üzerine önderlere tâbi olan insanlar şöyle cevap verirler:
Bilakis! Bu sadece gece gündüz yaptığınız aldatmadan ibaretti.
Bilakis sizin bizi aldatmanızla ve gece gündüz “onlar yalancı ve sihirbazdırlar” diye söylediğiniz sözlerle ve onların bizim gibi sıradan insan olduklarına ilişkin kandırmanız sebebiyle biz onlara uymayı terk ettik. Öyle ki bize Allah’ı inkâr etmemizi ve ona ortaklar koşmamızı telkin ediyordunuz.
Sizin aldatmanız gece ve gündüz devam etmekteydi. Öyle ki bize Allah’ı inkâr etmemizi telkin ediyordunuz. Yani ansızın ve habersizce bizi yakalamaya dair sözlerinizle bizi korkutmanız ve bizdeki gösterişli duruşunuzdan dolayı gizlice de olsa onlara uymayı terk ettik. Bu durumun ortaya çıkması ve haberinin size ulaşması bizi korkutuyordu.
Bu, o gün inkârcıların birbirleriyle tartışması, birbirlerini reddetmeleri ve birbirlerine karşı lânet okumalarıdır. Cenâb-ı Hak bunu bu dünyada hatırlatıyor ki onların bir delili kalmasın ve o gün onlar “bizim bundan haberimiz yoktu” demesinler.
Sonunda azabı görünce için için yanarlar.
Önderler kendilerini ve halkı Allah’ın dininden ve peygamberlere uymaktan uzaklaştırdıkları için içten içe pişman olurlar. Azabı görünce. Denildi ki: İçin için yanarlar. Hem halk hem de önderler. İçin için yanarlar. Denildi ki: Bu beyan gizleme mânasındadır. Yani onlar birbirlerinden gizlerler.
Bazıları şöyle demiştir: İnkârcılar pişmanlıklarını müminlerden gizlerler. İbn Kuteybe şöyle demiştir: İçin için yanarlar. Yani açığa vururlar.
Bununla birlikte onun dışındaki müfessirler ise bu kelimenin gizleme mânasında olduğunu söylemektedir.
Biz de inkârcıların boyunlarına halkalar geçiririz.
“Ağlâl” “ğul” kelimesinin çoğuludur. Bu, ele takılan sonra da elin boyuna bağlandığı bir alettir.
Onlar ancak yapıp ettiklerinin karşılığını görürler.
Yani onlar ancak bu dünyada yaptıklarının karşılığını görürler.
34. “Biz hangi topluma bir uyarıcı göndermişsek oranın sefahate dalmış olanları mutlaka şöyle demişlerdir: Biz sizin tebliğ ettiklerinize inanmıyoruz.”
“Mütraf” mütekebbir demektir. “Mütraf”, inatçılığı ve büyüklenmesinin yanı sıra çeşitli türden mal toplayan kimsedir. Bu kavram onların önderlerini ifade etmektedir. Bu kelime mütekebbir ve zorba demektir. Sefahate dalmış olanlar. Yani zenginleri. Bütün bu mânalar birdir. Neticede onlar toplumun önderleridir.
Kuşkusuz bu sefahate dalmış kimseler, söylediklerini ve yaptıklarını dünya malına ilişkin refah ve imkânlarını artırmak için yapmışlardır. Eğer onlar için böyle bir durum olmasaydı onlar bunları yapmazlardı. Bu durum, onların bu konuda engellenmesinin, onlara bunların sunulmasından daha yararlı olduğunu göstermektedir. En doğrusunu Allah bilir.
35. “Ardından şunu eklemişlerdir: Biz servet ve nüfus açısından üstünüz; dolayısıyla, azaba uğratılacaklar biz olamayız.”
Onların bu sözünün iki mânası vardır. Bunlardan biri onların şöyle söylemeleridir: Bize bu dünyada mal ve evlat verildiğine göre iddia ettiğiniz gibi Allah bizi âhirette cezalandırmayacaktır.
Veya onlar şöyle demektedir: Eğer sen iddia ettiğin gibi peygamber olarak gönderilmişsen biz peygamber olmaya senden daha lâyıkız. Çünkü servet ve nüfus bakımından daha üstünüz. En doğrusunu Allah bilir.
Ardından şunu eklemişlerdir: Biz servet ve nüfus açısından üstünüz.
Onların bu sözünün iki mânası vardır. Bunlardan biri onların şöyle söylemeleridir: Bize bu dünyada mal ve evlat verildiğine göre iddia ettiğiniz gibi Allah bizi âhirette cezalandırmayacaktır.
Veya onlar şöyle demektedir: Eğer sen iddia ettiğin gibi peygamber olarak gönderilmişsen biz peygamber olmaya senden daha lâyıkız. Çünkü servet ve nüfus bakımından daha üstünüz.
Onlar bu sözü söylemişlerdir, çünkü onlara göre birinin düşmanına iyilikte bulunması hikmetli bir davranış değildir. Rızkın bol verilmesi de bir lütuf ve ihsandır. Dolayısıyla onlar kendilerinde bu bolluğu görünce Allah’ın dostları olduklarını zannettiler. Onlara göre peygamberlerin dünya nimetleri hususunda darlık yaşamalarının sebebi de onların Allah’ın dostları olmamalarıdır.
36. “De ki: Rabb’im rızkı dilediğine bol verir, dilediğine kısar; fakat insanların çoğu (bunun hikmetini) bilmezler.”
Bize göre Allah dilediğine, onun için bir hayır yoksa da rızkı bol verir; aynı şekilde dilediğine, onun için şer olsa da rızkı kısar. Âyetin zâhirinin bildirdiğine göre durum böyledir. Allah için en yararlı ve en hayırlı olanı gözetmek zorunlu değildir. En doğrusunu Allah bilir.
Fakat insanların çoğu (bunun hikmetini) bilmezler.
Yani bilgilerinden yararlanmazlar. Veya gerçekten de bilmezler, çünkü bilmek için bilgiye ulaştıran yollar hakkında akıl yürütmeyi ve düşünmeyi terk etmişlerdir. Dolayısıyla kendilerine bilme imkânı verildiği için bu hususta mâzur görülmezler.
Biz servet ve nüfus açısından üstünüz; dolayısıyla, azaba uğratılacaklar biz olamayız. Bu sözlerinin sebebi onların yeniden dirilişe inanmamalarıdır. Eğer onlar yeniden dirilişe inansalardı, bu sözü söylemezlerdi ve dünya hayatındaki bolluk ve darlığın imtihan unsuru olduğunu bilirlerdi. Ama eğer yeniden diriliş ve karşılık görmek için başka bir yurt varsa, hikmet açısından dost olan dostluğunun karşılığını alması, kötülük ve düşmanlık yapan ise kötülüğünün ve düşmanlığının karşılığını alması gerekir.
İmtihan yurdunda hikmet açısından böyle durumların bulunması mümkündür. Bundan dolayı onlara şöyle cevap verilmiştir: De ki: Rabb’im rızkı dilediğine bol verir, dilediğine kısar. Yani O dilediğine rızkı bol verir. Bu durum kendi katındaki bir üstünlük, değer ve nimet dolayısıyla değildir. Yine O, dilediğine rızkı kısar. Bu durum da onlara yönelik bir düşmanlık ve cezalandırma sebebiyle değildir. Bunlar birer imtihan vesilesidir.
Görülmez mi ki Allah müminlerin bir kısmına rızkı bol vermiş, diğerlerine kısmıştır. Bolluk verilenler Allah katındaki üstünlükleri, değerleri ve nimetleri sebebiyle bu durumda değildirler ki bu, Allah’tan onlar için bir mükâfat olsun. Yine darlık içinde bulunanlar Allah’a karşı işledikleri bir suç veya kötülükten dolayı bu durumda değildirler. Onların belirtmiş olduğu sebepten dolayı değil, aksine bizim belirttiğimiz sebepten ötürü durum böyledir.
Şunu görmez misin: Onlar, insanların bir kısmına Cenâb-ı Hakk’ın rızkı bol verdiğini bir kısmına ise kıstığını gördüklerinde, O’nun rızkı bol verilene kısmaya, kısılana ise bol vermeye güç yetirdiğini bilmeleri gerekmez mi? Dolayısıyla bunda, onlar için tevhide dair bir teşvik ve tercih sebebi; inkârcılık ve onların bulunduğu hale ilişkin sakındırma söz konusudur.
Zira O, rızkı bol verilmiş bir kimsenin rızkını kısmaya; rızkı kısılmış birinin rızkını bol vermeye güç yetirebilir. Dolayısıyla bütün bunlar onların, biz servet ve nüfus açısından üstünüz; dolayısıyla, azaba uğratılacaklar biz olamayız anlamındaki sözlerini geçersiz kılar. Yine bu hususlar rızkı kısmanın ve bol vermenin bir üstünlük, değer ve nimet veya bir suç ve günah sebebiyle değil, aksine imtihan vesilesiyle olduğunu göstermektedir. En doğrusunu Allah bilir.
37. “Sizi bize yaklaştıracak olan, ne servetiniz ne evlatlarınızdır. Ama iman edip dünya ve âhirete yararlı iş yapanlar başka, yaptıklarına karşılık onlara kat kat fazlası mükâfat vardır ve onlar köşkler içinde huzur ve güven içinde yaşayacaklar.”
Sizi bize yaklaştıracak olan, ne servetiniz ne evlatlarınızdır.
Cenâb-ı Hak şöyle bildirmektedir: Sizi bize yaklaştıracak olan mallarınız ve evlatlarınız değildir, aksine bildirilen diğer hususlardır. Nitekim O şöyle buyurmuştur: Ama iman edip dünya ve âhirete yararlı iş yapanlar başka. Yani bu davranışlar sizi bize yaklaştırır. Bunları yapan kimse, ister malı ve evlatları olsun ister olmasın, bu davranışlarla bize yakın olur. Yaptıklarına karşılık onlara kat kat fazlası mükâfat vardır.
İnsanların bir kısmı zenginliğin fakirlikten üstün olduğuna bu beyanı delil göstermiştir. Bu kimseler şöyle derler: Cenâb-ı Hak, iman etmeleri ve kendilerine verdiği mallarla iyi işler yapmaları durumunda onlara yaptıklarının kat kat karşılığının verileceğini bildirmiştir. Fakire gelince onun böyle bir durumu yoktur. Dolayısıyla fakirin, kendisine kat kat karşılığının verileceği iyilik yapabilecek bir malı yoktur. Veya buna benzer sözler söylemişlerdir.
Bize göre ise bu beyanın mânası şudur: Yaptıklarına karşılık onlara kat kat fazlası mükâfat vardır. Onlar yaptıkları iyi ve güzel işlerle kat kat karşılık alırlar. Çünkü Allah iyi bir iş yapan her kişiye on kat karşılık vâdetmiştir. Yine O, kötülük yapan kimseye ancak yaptığının karşılığını vereceğini vâdetmiştir{Enam-160}. Dolayısıyla her bir güzel veya iyi iş yapan kimseye on kat mükâfat vardır. Bu ona verilecek kat kat karşılığı ifade etmektedir. Bu hem zengin için hem de fakir için söz konusudur. Başka yerlerde zenginliğin fakirlikten veya fakirliğin zenginlikten üstün olduğuna dair konuşmanın bir mânası bulunmadığı açıktır. Çünkü bu ikisi hiçbir insanın etkisinin bulunmadığı durumlardır. İnsanlar bu durumlarla imtihan edilmektedirler. Bunlardan birine şükretmekle, diğerine sabretmekle imtihan edilmektedirler.
Bulunduğu haldeyken imtihan edildiği işi yerine getiren kimse, bunu yerine getirmeyenden daha üstündür. Söz konusu kişi bununla üstünlüğü hak eder. Ancak bu durumlardan birinin kendisiyle üstünlük söz konusu değildir. Bununla birlikte zenginliği fakirlikten üstün gören kimseler, Kur’ân’ın farklı yerlerinde Allah’ın fakirliği darlık, belâ, şer ve kötü; refahı ise hayır, nimet ve güzel olarak nitelediğine dikkat çekmişlerdir. Kuşkusuz hayır ve güzel olan şer ve kötü olandan daha üstün ve övgüye daha lâyıktır. Eğer bu durum gerçek mânasıyla şer ve kötü bir şey olmasaydı veya diğer durum hayır olmasaydı Allah böyle nitelemezdi.
Ama iman edip dünya ve âhirete yararlı iş yapanlar başka, yaptıklarına karşılık onlara kat kat fazlası mükâfat vardır
Cenâb-ı Hak iman etmeleri ve yaptıkları iyiliğe karşı onlara kat kat verileceğini murat etmiştir. Sanki buradaki kat, fazlaca demektir. Yani onlar için fazlaca karşılık vardır. Yine buradaki “kat” sözünün çoğul mânasına gelmesi de mümkündür. Yani katlarca karşılık.
Onlar köşkler içinde huzur ve güven içinde yaşayacaklar.
Azaptan ve ölümden güvende olacaklardır. Veya çıkarılmaktan güvende olacaklardır. Yani onların buradan çıkarılma veya ölüm korkusu olmayacaktır. Çünkü nimetin son bulacağı korkusu kişinin nimetten yararlanmasını engeller ve üzer. En doğrusunu Allah bilir.
38. “Âyetlerimizi etkisiz kılmak üzere çaba gösterenler ise azap içinde bırakılacaklardır.”
Âyetlerimizi etkisiz kılmak üzere çaba gösterenler.
Yani âyetlerimizi etkisiz yapacak kimselerin çabası gibi çaba gösterenler. Yoksa onlar zaten bu çabalarıyla âyetleri etkisiz kılamayacaklarını ve buna güç yetiremeyeceklerini biliyorlardı. Fakat âyet bizim belirttiğimiz şu mânadadır: Onlar âyetlerimizi etkisizleştirecek kimselerin çabası gibi çaba göstermektedirler. Etkisizleştiremeyecek kimsenin çabası gibi değil. Şu ilâhî beyan da bu mânadadır: “Yoksa kötülük yapan o kişiler bizden kaçıp kurtulabileceklerini mi sandılar?”{Ankebut-4} Yani onlar kaçıp kurtulacağını sanan kimseler gibi davranmaktadırlar. Kaçıp kurtulamayacak kimse gibi değil.
Yine bu durum şu ilâhî beyanda bildirildiği gibidir: “Akıllarınca Allah’ı aldatmaya kalkışıyorlar”{Bakara-9 ve Nisa-142}. Allah’ın aldatılmasının mümkün olmadığını bildiği için hiç kimse Allah’ı aldatmaya kalkışmaz. Fakat sanki O şöyle buyurmaktadır: Allah’ı aldatan kimse gibi davranıyorlar. Yoksa aldatılmasının mümkün olmadığını bildiği kimseye karşı davranışı gibi değil. Bu beyan da bunlar gibidir. En doğrusunu Allah bilir.
Âyetlerimizi. Onların çabası âyetlere karşıydı: Ya Allah’ın birliğine ilişkin âyetler veya nimete ilişkin âyetler yahut nübüvvete dair âyetler. Bu çabalarının sebebi bunlara ilişkin külfeti, bunları kabul etme ve bunlara göre davranma zorunluluğunu kendilerinden kaldırmaktı. İşte bunlar azap içinde bırakılacaklardır.
39. “De ki: Rabb’im kullarından dilediğine rızkı bol verir, dilediğine de kısar. Başkaları için ne harcarsanız Allah onun yerine yenisini verir. O rızık verenlerin en hayırlısıdır.”
İbn Abbâs (r.a.) şöyle demiştir: O, bu dünyada ve âhirette onun yerine yenisini verir. Çünkü kulun başkası için harcadığı şeyin karşılığını Allah tamamen bu dünyada vermiş olsa sizden hiç kimse o kişinin malını sayamaz. Yine o kişi malını koyacak yer bulamaz. Veya o, bu mânada bir söz söylemiştir.
Başkaları şöyle demiştir: Allah, rızası için harcanan her şeyin yerine bu dünyada yenisini verir veya sahibi için âhirette biriktirir.
Mücâhid şöyle demektedir: Birinizin eline bir mal geçerse bunu harcamada iktisatlı davransın ve başkaları için ne harcarsanız Allah onun yerine yenisini verir meâlindeki âyeti yorumlayarak aşırıya gitmesin. Zira rızık taksim edilmiştir. Bazıları şöyle demiştir: Allah onun yerine yenisini verir. Eğer israf ve kısıp cimrilik etme söz konusu değilse. Bütün bu yorumlar zayıftır. Çünkü âyet sanki -en doğrusunu Allah bilir ya- ötekilerin, fakirlik korkusu ve geçim endişesi sebebiyle Allah rızası için harcamamaları hakkında inmiştir. Çünkü bu âyet De ki: Rabb’im kullarından dilediğine rızkı bol verir, dilediğine de kısar meâlindeki âyetin hemen peşi sıra inmiştir. En doğrusunu Allah bilir ya, O şöyle buyurmaktadır: Size ve bütün insanlara rızkı bol verenin, yine dilediği kimselere de rızkı kısanın Allah olduğunu biliyorsunuz. Dolayısıyla bunu yapanın Allah olduğunu bildiğinize göre nasıl olur da fakirlik korkusuyla Allah rızası için harcamazsınız? Zira O, rızkı bollaştırmaya ve harcadığınızın yerine vermeye de hiç harcama yapmasanız dahi rızkınızı kısmaya da kâdirdir.
Veya Cenâb-ı Hak, insanlardan harcadıklarının karşılığını almaya ve kendilerine harcamada bulunmaya dair umutlarının kesilmesi için bunu açıklamıştır. Şöyle ki kişi bir şey harcar, bunun karşılığında mükâfat olarak insanlardan kendisine iyilik yapılmasını umar. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: Allah rızası için harcadığınız mallarda insanlardan umudunuzu kesin. Zira harcadığınızın yerine verecek olan insanlar değil, Allah’tır.
İbn Abbâs’ın söylemiş olduğu gibi bunun yanı sıra Allah’ın âhirette de bunun karşılığını verecek olması esastır. Zira eğer Allah, kendi rızası için malını harcayan herkese bu dünyada bunun karşılığını vermiş olsa hiçbiriniz böyle kimsenin malını sayamaz ve bu malı nereye koyacağını bilemez. Eğer harcadığının karşılığında yerine koyma, harcadığı ve verdiği şeyin türünden olursa bu böyledir. Fakat eğer yerine koyma, hem harcadığı şeyin türünden hem de başka türden olması mümkün olduğunda -örneğin kişiden ve onun yakınlarından çeşitli belâ ve sıkıntıları gidermesi, ona canının, dininin, sağlığının selâmette oluşu gibi sayılamayacak kadar çeşitli nimetler vermesi, bütün bu durumlar Allah rızası için harcadığı mallara karşılık olarak bir bedel ve yerine koyma demektir.
Buna göre Cenâb-ı Hak ezelî ilminde rızası doğrultusunda onun harcayacağını bilince, esas olarak ona bahşettiği bu durumları onun harcadığının yerine koymuş olur. Hz. Peygamber’den rivayet edilen şu hadis bu mânadadır: “Sıla-i rahim ömrü uzatır”. Zira Cenâb-ı Hak bu kişinin sıla-i rahim yapacağını ezelî ilmiyle bilmiş, buna göre esas kaderi bakımından onun ömrünü uzatmıştır. Şöyle ki eğer onun sıla-i rahim yapmayacağını bilmiş olsaydı ömrünü bundan daha kısa tutardı.
Câbir b. Abdullah’tan rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Her iyilik sadakadır. Kişinin kendisi ve ailesi için veya ırzını korumak için harcadığı mal kendisi için sadakadır. Müminin Allah rızası için harcadığı her şeyin yerine yenisini koymayı Allah kefil olarak üstlenmiştir.
40. “O gün Allah onların hepsini toplayacak ve meleklere soracak: Bunlar mıydı size tapmakta olanlar?”
41. “Melekler şöyle cevap verecekler: Hâşâ! Sen yüceler yücesisin. Bizim velimiz onlar değil sensin. Gerçekte onlar cinlere tapıyorlardı; çoğu onlara inanmıştı.”
O gün Allah onların hepsini toplayacak. Melekleri ve onlara tapanları. Ve meleklere soracak: Bunlar mıydı size tapmakta olanlar? Melekler şöyle cevap verecekler: Hâşâ! Sen yüceler yücesisin. Bizim velimiz onlar değil sensin. Gerçekte onlar cinlere tapıyorlardı. Rab’lerinin, bunlar mıydı size tapmakta olanlar? diye meleklere yaptığı hitabın cevabı değildir. Nitekim melekler şöyle demişti: Hâşâ! Sen yüceler yücesisin. Bizim velimiz onlar değil sensin. Çünkü Cenâb-ı Hak onlara bunlar mıydı size tapmakta olanlar? demiştir. Onların cevabı ise “evet öyledir” veya “hayır” şeklinde olmalıdır. Fakat onların “Hâşâ! Sen yüceler yücesisin. Bizim velimiz onlar değil sensin sözlerinin Cenâb-ı Hakk’ın sorusuna cevap olması mümkün değildir. Ancak şöyle denilebilir: Bu inkârcılar, meleklerin Allah’ı bırakıp kendilerine tapmalarını emrettiklerini iddia etmişlerdir. Bu durumda Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuş olur: Sizin emrinizle size tapmakta olanlar bunlar mıydı? Buna karşılık melekler şöyle cevap vermiş olabilirler: Hâşâ! Sen yüceler yücesisin. Bizim velimiz onlar değil sensin. Biz onlardan berîyiz. Biz asla onlara bize tapmalarını emretmedik. Sen bunu bizden daha iyi bilmektesin. Gerçekte onlar cinlere tapıyorlardı. Gerçekte onlar bu hususta cinlerin ve şeytanların emrine itaat ediyorlardı. Zira şayet biz bunu onlara emretmiş olsaydık, senin dostların olmazdık, ayrıca onlar değil de sen bizim velimiz olmazdın.
Bu durum, Cenâb-ı Hakk’ın Hz. Îsâ’ya (a.s.) şöyle buyurması gibidir: “İnsanlara sen mi ‘Allah’ın dışında beni ve annemi birer tanrı edinin’ dedin?”{Maide-116} Cenâb-ı Hak onun onlara böyle bir şey söylemediğini ezelî ilmiyle bilmekteydi. Fakat ötekiler onun kendilerine böyle bir şey söylediğini ve emrettiğini iddia etmişlerdi. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, yaptıklarından dolayı onları kınamak, ayıplamak ve iddialarında yalancı olduklarını ortaya çıkarmak üzere bunu Îsâ’ya (a.s.) sormuştur. Buna göre tefsirini yaptığımız yukarıdaki âyetin de bu mânaya gelmesi mümkündür. En doğrusunu Allah bilir.
Gerçekte onlar cinlere tapıyorlardı çoğu onlara inanmıştı. Onlar cinlere tapmayı kastetmiyorlardı. Fakat taptıkları varlıklara, onların emriyle taptıkları için tapma cinlere nispet edilmiştir. Tıpkı şu ilâhî beyanda belirtildiği gibi: “Ey âdemoğulları! Şeytana kulluk etmeyin”{Yasin-60}.
Yine bu beyan tıpkı İbrahim’in (a.s.) şu sözü gibidir: “Babacığım! Şeytana kulluk etme!”{Meryem-44} Onlar, şeytana tapmalarını kastetmiyorlardı. Fakat Allah’ı bırakıp da taptıkları varlıklara şeytanın emriyle taptıkları için sanki ona tapmışlar gibi tapma fiili şeytana nispet edilmiştir.
42. “(Ey tapanlar ve tapılanlar!) Artık bugün birbirinize ne fayda sağlayabilirsiniz ne de zarar verebilirsiniz. Zulmedenlere şöyle diyeceğiz: Yalan sayıp durduğunuz ateşin azabını tadın bakalım!”
Artık bugün birbirinize ne fayda sağlayabilirsiniz ne de zarar verebilirsiniz. Yani söz konusu varlıklara ibadet etmekle, dünyada umdukları gibi Allah’a yakın olmayı ve bunların Allah katında kendilerine şefaatçi olması ümidine kıyâmet günü sahip olamayacaklardır. Zira onlar şöyle demişlerdi: “Bunlar Allah katında bizim aracılarımız”{Yunus-18}; “Sadece bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye onlara tapıyoruz”{Zümer-3}. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: Artık birbirinize bir şey sağlayamazsınız. O varlıklara tapmakla ümit ettikleri hususlarda.
Zulmedenlere şöyle diyeceğiz: Yalan sayıp durduğunuz ateşin azabını tadın bakalım!
Yani bu dünyadayken size vâdettikleri hususlarda peygamberleri yalanlıyordunuz. Yalanladığınız azabı tadın bakalım.