Langdon Winner, “Do Artifacts Have Politics?” adlı makalesinde teknolojinin yalnızca verimlilik, üretkenlik ya da çevresel etkileri üzerinden değerlendirilemeyeceğini, aynı zamanda iktidar ve otorite biçimlerini içinde barındırdığını ileri sürer. Ona göre tartışılacak asıl mesele, modern dünyanın makinelerinin, yapılarının ve teknik sistemlerinin belirli toplumsal düzenleri, güç ilişkilerini ve otorite biçimlerini içerip içermediğidir.
Çoğu düşünür, siyasal olanın insanların eylemlerine ait olduğunu, nesnelerin politik bir boyutu olamayacağını savunsa da Winner bunun doğru olmadığını iddia eder; çünkü bazı teknolojiler daha tasarım aşamasından itibaren belirli toplumsal düzenleri mümkün kılar. Bazıları ise teknik özellikleri gereği belirli politik biçimleri zorunlu kılar. Bu nedenle teknoloji, kendi maddi yapısından doğan siyasal sonuçlara sahiptir ve teknolojiyi yalnızca bir “araç” gibi görmek, bu siyasal etkileri görünmez yapar.
Winner önce teknolojik nesnelerin ve sistemlerin nasıl toplumsal düzen kurduğunu gösterir. Robert Moses’ın Long Island’daki viyadüklerini örnek verir: köprüler bilinçli olarak düşük yapılmıştır ve bu tasarım otobüslerin geçmesini engellemiştir. Böylece arabası olmayan yoksullar ve siyah Amerikalılar sahil bölgelerinden dışlanmıştır. Bu örnek, teknik bir düzenlemenin nasıl doğrudan politik sonuç yarattığının açık bir göstergesidir.
Benzer biçimde McCormick fabrikasında 1880’lerde kurulan yeni döküm makineleri daha kötü ve daha pahalı üretim yapmalarına rağmen sırf sendikalı nitelikli işçileri tasfiye etmek için kullanılmıştır. Burada teknoloji teknik bir zorunluluktan değil, doğrudan politik bir tercihten doğmuş ve iktidar mücadelesinin aracı hâline gelmiştir.
Ancak Winner’a göre politik etkiler her zaman bilinçli değildir. Engellilerin 1970’lerde gündeme getirdiği gibi, binalar, yollar, toplu taşıma araçları uzun yıllar boyunca engelliler düşünülmeden tasarlanmış ve bu fark edilmeyen tasarım tercihi geniş bir toplumsal dışlanma üretmiştir. Tasarımcıların niyeti olmasa bile nesnelerin biçimi toplumsal yaşamda adaletsiz bir düzen doğurmuştur.
Benzer bir örnek tarımda görülür: Kaliforniya’da geliştirilen dev domates biçerdöveri yüzünden binlerce küçük çiftçi piyasadan silinmiş, on binlerce tarım işçisi işsiz kalmış ve tarım ekonomisi büyük şirketler lehine yeniden şekillenmiştir. Burada da teknoloji, içkin özellikleri nedeniyle belirli bir toplumsal düzeni kaçınılmaz olarak beslemiştir.
Winner, teknolojiyi yalnızca “kabul etmek ya da etmemek” üzerinden düşünmenin yanlış olduğunu; bir teknik sistem kabul edildikten sonra bile onun tasarımındaki küçük ayrıntıların, erişim biçimlerinin, sistemin ölçeğinin ve bileşenlerinin iktidar dağılımını belirlediğini söyler.
Örneğin farklı tipte otomasyon makineleri, işçilerin karar süreçlerine dâhil olup olamayacağını belirler; bir sistemin yazılım mimarisi kimin erişim hakkına sahip olacağını belirler; hatta elektrik hatlarının güzergâhı bile hangi mahallelerin gelişeceğini tayin eder. Bu “teknik” görünen ayrıntılar aslında toplumsal düzeni belirleyen siyasal kararlardır.
Makalenin ikinci bölümünde Winner daha güçlü bir iddia ortaya koyar: bazı teknolojiler, tasarım tercihinden bağımsız olarak, yani “özü gereği” belirli politik düzenleri zorunlu kılar. Engels’in “Otorite Üzerine” metnini temel örnek olarak ele alır. Engels pamuk fabrikaları, gemiler ve demiryollarını örnek verir: bu sistemlerin çalışabilmesi için sıkı disiplin, merkezi komuta ve hiyerarşik otorite gerekir.
Dolayısıyla bu teknolojilerin var olması bile belirli politik ilişkileri gerektirir. Winner bu düşünceyi güneş enerjisi ve merkezi enerji sistemleri örneğiyle daha geniş bir çerçevede tartışır: merkezi enerji sistemleri otoriter ve hiyerarşik düzenlerle daha uyumluyken, dağıtık güneş enerjisi özgürlükçü yönetimlerle uyumludu. Bu zorunluluk değildir ama güçlü bir eğilimdir; teknoloji ile siyasal düzen arasında doğal bir yakınlık vardır.
Nükleer enerji ise Winner’ın en çarpıcı örneğidir. Ona göre nükleer silahlar ve plütonyum temelli enerji sistemleri teknik özellikleri gereği katı bir hiyerarşi, sıkı kontrol ve dışlayıcı bir yönetim gerektirir. Bu tür teknolojiler, özgürlükçü bir rejim istese bile, yapısal olarak merkeziyetçi ve otoriter örgütlenmeyi zorunlu kılar. Plütonyumun varlığı bile geniş çaplı gözetim, güvenlik soruşturmaları ve vatandaşlık haklarında daralma riskini beraberinde getirir. Bu durum, “pratik teknik zorunluluklar” gerekçesiyle özgürlüklerin feda edilmesini meşrulaştırır ve böylece teknoloji siyasal tartışmanın sınırlarını belirleyen bir otoriteye dönüşür.
Winner ayrıca büyük ölçekli sistemlerin kaçınılmaz biçimde merkezi ve hiyerarşik yönetim gerektirdiğini gösteren tarihsel çalışmalara atıf yapar. Demiryolları, petrol boru hatları, telekomünikasyon ve enerji şebekeleri gibi sistemler, teknik olarak ancak büyük ve karmaşık bürokratik yapılarla yönetilebilir. Bu durum çoğu zaman teknik bir zorunluluk olarak algılandığından siyasi alternatifleri görünmez hâle getirir; “başka türlü olmaz” düşüncesi yerleşir ve teknik gereklilik söylemi politik olanı bastırır.
Makalenin sonunda Winner, bazı teknolojilerin tasarımı gereği politik hâle geldiğini, bazılarının ise özsel yapıları nedeniyle belirli politik düzenleri dayattığını vurgular. Teknolojiyi tamamen “nötr bir araç” olarak gören yaklaşımı reddeder. İnsanların teknolojiye anlam yüklediği doğru olsa da bazı teknolojiler bizzat kendi maddi özelliklerinden doğan politik sonuçlar yaratır.
Bu nedenle teknoloji, ahlak ve siyaset kuramının merkezî bir konusu olmalıdır. Modern toplumlar teknik sistemleri sürdürmek için gerekli görünen “pratik zorunlulukları” çoğu zaman ahlaki ve yönetimsel gerekçelere üstün tuttuğundan, teknolojinin kurduğu düzenler çoğu zaman fark edilmeden siyasal yaşamın temel çerçevesini belirlemektedir. Winner’a göre tam da bu nedenle teknoloji-politika ilişkisine daha dikkatli, daha bilinçli ve daha eleştirel bakmak zorundayız.
Chrome-extension://efaidnbmnnnibpcajpcglclefindmkaj/https://faculty.cc.gatech.edu/~beki/cs4001/Winner.pdf
Adresinden özetlenmiştir
