Hz. Adem ile başlayan yeryüzü sahnesindeki insanlık tarihi, pek çok şeye şahitlik yapmıştır. Koskoca bu insanlık tarihi, yığınla fırtınalar görmüş, birçok değişime, olağanüstülüklere sahne olmuştur. Ancak milyonlarca yıl süren bu şahitlikte konu ve senaryo hiçbir zaman değişmemiştir; hakk-batıl, tevhid-küfür mücadelesi…
Kendisine seçim yapabilme kudretinin verildiği insanoğlu, üçüncü bir tarafın olmadığı bu iki taraflı mücadelede, ister istemez mutlaka bir tarafa dahil olmuştur. Ya Hakk taraftarlığı ya da batıl taraftarlığı…
Batıl taraftarları görünüşte çoktur, kalabalıktırlar. Çığırtkanlıkları her yana yayılır. Zan, heva, heves, kibir, nankörlük, cahillik, boş vaad, istedikleri olmadığında tehdit, şantaj, işkence ve baskılamaya başvurma alabildiğine onlarındır. Şeytana ibadet edip heva ve heveslerini ilah edinirler. Kendi nizam ve düzenlerine karşıt duruşlara tahammülleri yoktur.
“Yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan, seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar, yalnızca zan ardından giderler. Onlar, sadece atıp tutarlar.” (Enam116)
Batıl taraftarlarına karşıt duruş sergileyen hak taraftarları ise sayıca oldukça az, içerik ve bütünlük olarak gayet sağlamdırlar. Bunlar, alemlerin Rabbini ilah edinen, sağlam duruşlu, akılları ve kalpleri Rabblerine dayanmanın mutmainliğini yaşayan, şeytanın yoldan çıkaramadığı has kullardır.
Mesele, “La ilahe illallah” şiarına taraf ya da karşıt olma meselesidir aslında. Bu da demektir ki, ya Allah’ın birliği teorik ve pratikte var olacak ya da O’nun dışındaki diğer dayanaksız ilahlar ayakta tutulmaya çalışılacak. Bu mücadelede, yüce Allah, has kullarını yalnız bırakmamış, onları destekleyici peygamberler ve vahiyler göndermiştir. Hakkın ne kadar sağlam kaynaklı olduğunu çeşitli yollardan ispatlamıştır. Batıl taraftarları bu yolda kendi düzenlerine ket vuran peygamberlere de ayak diremişlerdir.
“Biz hakkı batılın tepesine indiririz de onun beynini parçalar.” (Enbiya, 18).
Hakk karşısında panikleyip sağlam bir dayanak getiremeyen batıl ise her zaman aynı yöntemlere başvurmuştur; tehdit, şantaj, alaya alma, baskılama, işkence etme…
Çünkü hakkın varlığına tahammülü yoktur. Hakkın varlığı demek, batılın zayi olması demektir.
Kadim insanlık tarihi bu mücadeleden gayrısını yaşamamıştır aslında. Batıl hep çığırtkanlığını ve keskin yüzünü bir avuç inananlara doğrultmuştur. İnananlar ise bu uğurda hiç pes etmemiş, daima azınlık da olsalar inançlarından ödün vermemişlerdir. Gerektiğinde batılın dünyalık ateşlerinde yanmış yine de Allah’tan başkasına kul olmamışlardır. Azınlık olmak, onları tarih sahnesinden silmeye yetmemiştir. Aksine daha da çok anılır olmuşlardır.
950 yıllık “La ilahe illallah” davasıyla tebliğ yapan Hz. Nuh’a rivayetlere göre yalnızca on iki kişi iman etmiştir. Bu kadar uzunca bir sürede bu kadar az kişinin iman etmesi tüm bu mücadeleye değer mi?! Değer mi tüm bunca yaşananlara? O kadar acı, kan, gözyaşı, işkence ve tehditlere… Batıla bu kadar az kişinin varlığıyla direnmeye değer mi?
DEĞER . Hem vallahi hem billahi değer. Bir tek kişinin yüreğinde iman kalıntısı olsa bile değer. Yer ve göklere verilen emirle, insana verilen emrin aynı kaynaktan çıktığına bir kez olsun şahit olabilmek için bile değer. Koskoca kâinatta Allah’ın birliğini haykıran delillerle, bir tane Hakk davetçinin sözlerinin aynılığını duymak için bile değer.
Kurumuş, değersiz balçıktan yaratılmış insana, bu kadar değer vererek onu tarih sahnesine çıkarıp kulluk yapma emrini vermeye layık gören hakiki Rabb için, O’nun adını tüm cahillere bir nebze de olsun haykırmak için bunca mücadeleye, sıkıntıya değer. Daha fazlasına bile değer. Allah’a kul olmaktan daha değerli makam mı var ki, bunca mücadele değersiz ve gereksiz görülsün?