16 Mar 25 - Paz 9:09:am
Koyu Açık

Blog Post

Fikir Yorum > Fikir yorum > Nerede O Eski Ramazanlar?

Nerede O Eski Ramazanlar?

Başlık malumunuz; genel olarak ve ekserimizin sitemle, şikâyetle, serzenişle dile getirdiği bir söylem olarak bugün tahliline, bu sitemle isabetimizin veya isabetsizliğimizin değinisine çalışacağımız konumuzdur.

Hemen her zeminde, elbette her ramazan ayı geldiğinde ve hemen herkesin diline pelesenk olmuş bu söylem; adı üstünde sadece söylem ‘eylemden’ bağımsız! Ne söyleyen ve ne de buna muhatap olan kişi meselenin ayırdında değil ki bu söylem yıllara sâridir tekrarlanıp duruyor.

Pekiyi, bir gelişme, değişme, sitemin şiddetinde bir azalma, sorunun halli konusunda bir ilerleme görünüyor, hissediliyor mu? Maalesef ‘hayır’! Niye son söz olabilecek yargıyı bu kadar kolayca ve hemencecik verebiliyoruz?  Biz de bu atmosferin, iklimin, coğrafyanın (özellikle müslümanım diyenlerin) içinde yaşıyoruz da ondan.

Şimdi, ifadede hiç mi haklılık izhar eden, bir sorunu en azından tesbit ve teşhise kapı aralayan, dikkate alınmayı gerektirecek bir veri, gerçeklik yoktur? Olmaz mı, var elbet! Lakin ne suali sorup terennümle tekerrür ettirenin, ne de işitenin sadrına şifa olacak, hele hele bu vakıanın tekrarının önüne geçecek çözümleri, cevapları peşi sıra getirecek iş ve işlemleri, hal ve kaali içermemesinden dolayı bu isabetlilik ve gerçeklik havada kalıyor ve bu söylem sahipleri olarak yekûnumuz hep şikayet modunda kalarak havanda su dövmeye devam ediyoruz!

‘Gelenin gideni aratması’ anlamındaki söz; kişileri, yer ve konum sahiplerini, yetki sahiplerini ve yetkilerini ilkin ve önemle içermekle beraber, günler, mekânlar, zamanlar meyanında da bu isabet ve gerçeklik hemen her konuda olduğu gibi ramazan söz konusu olduğunda da elbette ‘bu aratma’ boyutuyla doğrudur, kullanılır, kullanılabilir elbette…

Hep beraber yaşıyor görüyoruz ki her gelen gün geçeni aratmaktadır. İrtifa kaybı olanca hızıyla, her alanda sürüyor. Ahlaki yoksunluk her yeri, zemini, zamanı kuşatmış, sirayet etmiş durumda, tabi evveliyetle ve evlaen kişileri olduğu gibi… Pekiyi, ‘neden, niçin’ böyle oluyor? Peşine ‘nasıl’ oluyor diye de ekleyebiliriz.

El’an biz de çözüm sadedinde, çözümün kendisi olduğu için değil, o sürecin bir aşaması, bileşeni olarak diyor ve soruyoruz; ‘Nerede o eski insanlar/müslümanlar’? Nerede bizden istenen iman, nerede o mü’minler?

Aynı soruya; ‘nerede ahlak’, ‘nerede samimiyet ve liyakat’, ‘nerede ittika’, ‘nerede vahye de, elçiye de hakkıyla ittiba’, ‘nerede ihlas’, ‘nerede tahkiki iman ve hakkıyla teslimiyet’ diye meselenin ilkesel, asla ve teori kısmına dair suallerin yanına ‘nerede o eski namazlar’, ‘nerede o eski zekâtlar’, ‘nerede o eski haclar, umreler, kurbanlar’ gibi pratiğe, amele/muamelata, ibadetlere, usule yönelik sualleri ekliyor ve bunları öncelemenin, önemsemenin hassasiyetine, olmazsa olmazlığına dikkat çekmek istiyoruz.

Hayli zamandır bu memlekette olduğu gibi sair -müslümanların yaşadığı- beldelerde İslam’ın hangi hükmü (yap dedikleri kadar, yapma dedikleriyle de) Rabbimizin beyan edip razı olacağı ve resulünün de uyguladığı boyutlarıyla, içerikle, hem norm hem de form olarak ifa ediliyor, ikame edilebiliyor, söyler misiniz?! Buna olumlu cevap verebilecek olanımız var mı?

İstisna olarak, yanlış bir usulle, asla riayet etmeksizin, gelenekçilik ve modernizmin eski ve yeni hurafelerini vahyin ve elçinin peşi sıra, dûnuna da olsa ekleyerek, ekleme ve eksiltmeleri hiç endişe (!) duymaksızın kabullenip uygulayabilen sağcı, muhafazakâr kesimler hariç! Ki zaten sorunun da, çözümün gecikip gerçekleşmesinin önünde de bu ana kitle tekraren zikredilebilir. Bir gard var, örülmüş hayli yüksek duvar ve direnç noktaları var, ‘maslahat ve meşruiyet’ sarmalları, algıları var, prangalar var, zincirler, zindanlar var; var da var! Dikkat ediniz ‘Nerede o eski ramazanlar?’ serzenişi de öncelikle bu ana kitleden gelmektedir, desek yeridir.

Oysa gel gör ki, hal-i hazırdaki mevcut irtifa kaybının, düşüşün, düşkünlüğün, yolsuzluğun, başkalaşımın, ahlaki çöküntünün, ibadetlerin normundan sıyrılıp salt bir forma sıkıştırılması ve sığlaşması ve adeta ‘adete’ dönüşmesi, hatta orayı da aşıp sıradanlaşması ve alışkanlık mesabesine indirgenmesi hususlarında lokomotiflik yapan, etkili ve yetkili camia, kurum, kişi ve kuruluşların beslendiği zemini de hazırlayan, koruyan, sürdürülmesine aracılık eden de bu ana akım kitledir maalesef! Dolayısıyla burada ‘tencere kapak’ misali bir simbiyoz ilişkiden bahsedilebilir. Bunu ‘yumurta-tavuk’ ikilemine düşmeden, biri olmadan diğeri de olmayacak ve/veya bir şekilde eksilecek, eksik kalacak zorunlu bir ilişki olarak okumak da mümkün!

Bugün İslam’ın hangi şiarı ve hangi nehyi bu toplum(lar)da hayat hakkı bulabiliyor, söyler misiniz? Böyle bir vasatta, napacaksınız ‘eski ramazanları’? Gerçi haksızlık etmeyelim ve doğru tesbit yapalım: Şunu açıkça ve bir ‘iman’ hassasiyetiyle söyleyelim ki, ‘’İşte o eski ramazanlar gibi, eski zekatlar, eski namazlar, o eski haramlar konusundaki hassasiyetler olsa, böyle mi olurdu?’’ da diyebiliriz. Sakın aklınıza ‘eskide keramet olsa bit pazarına rahmet yağardı’ meseli gelmesin, zira biz ‘eskimeyen eski’ ve ilk örneklik bağlamında ana kaynak ve ana örneğe (vahiy ve elçi) kadar götürüyoruz meseleyi… Hayri Kırbaşoğlu hocanın tesbiti ile ‘kurucu metin ve kurucu örneklik’…

Son söz sadedin de şunu ekleyelim ki başlıktaki vurgu ve bunun terennümünde ‘iyi niyet’ kısmını saklı tutuyor ve toptan yadsımıyoruz. Kastın ramazan şenlikleri, festivaller, direk altı eğlenceleri olmadığını görüyoruz. Belirtmek istediğimiz husus; emir ve nehiyleriyle tüm ibadi ve ahlaki buyruklar, inzallerindeki hikmet ve gerekçeler/murat halen ‘aynıyla vaki’ olduğu gibi, son saate kadar da vaki olacağı üzere halen ramazan aynı ramazan, oruç aynı oruç! Onda bir değişiklik, bozulma, bir pörsüme yok! Keza namaz da öyle, zekât da öyle…

Değişen ne; insan hassasiyetleri, ilgi ve alakaları… Beklenti ve meşguliyetleri… Tegayyür eden, başkalaşan; ‘emre muhatap ve kul kılınmış, imtihana tabi tutulmuş…’ insanoğlunun nereden gelip nereye gittiğini unutması, fıtratına yabancılaşması, şeytanın/nefsinin hevâ ve heveslerine tabi olması, dünyayı ahirete önceleyip tercih etmesi, istikameti/pusulayı yitirmesi değil de nedir?! Tüm bu hususlar âdete dönüşmüş, alışkanlık konusu olmuş ve içeriğinden, sebeb-i hikmetinden soyutlanmış olarak elbette ne kişisel ne de toplumsal/cemaate/ümmete/insanlığa yönelik bir getirisi olamıyor! Olamayacak; ne zaman ki bunlar aslî mecrasına döndürülür, olması zorunlu yere konumlandırılır, ruhuna irca edilir ve dahi insan fücuruna değil ilham olunan takvasına yönelir, işte o zaman tünelin sonunda ışık ve çıkış/çözüm yolu belirmiş olacak, ümit var olacağız.

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir