12 Haz 25 - Per 9:09:am
Koyu Açık

Blog Post

Fikir Yorum > Fikir yorum > Farkı Fark Etmek: En Sağlam Kulp

Farkı Fark Etmek: En Sağlam Kulp

             Allah Azze ve Celle yarattığı her varlığı belli bir maksat ve belli bir süreye göre yaratmıştır. Bu varlıklar âlemi içinde insanları ve cinleri sadece kendisine kulluk etsinler diye yaratmıştır (Zariyat,51/56). Diğer varlıklar iradesiz varlıklar olduklarından onlar tabii olarak kulluğu kabul etmişlerdir. Bizim muhatabımız insanlar olduğu için meseleyi bu bağlamda ele almaya çalışacağım. Demek ki insanoğlu kendi yaratılış amacını belirleyemez. Yukarda ifade ettiğim gibi bu Yaratıcı tarafından belirlenmiştir. İnsanın yapacağı, daha doğru bir tabirle yapması gereken şey bu amacı gerçekleştirmek için ona uygun bir hayat tarzını yaşamaya gayret göstermektir. Amacı belirleyen hayat tarzını da belirlemiştir. Beşeri kaynaklı herhangi bir hayat tarzı ile bu amaç asla gerçekleştirilemez.

Dolayısıyla Allah( cc)’ın vaz ettiği yol, tek seçenektir. Allah Azze ve Celle bu amacın gerçekleşmesi için insana bir ömür tayin etmiştir. Bu ömür, sınır koyma hakkının sadece Allah( cc)’a ait olduğu düşüncesinden hareketle, yine O’nun koyduğu sınırlar içinde kalarak nihayete ermelidir

               Şimdi yolumuzu ve kalbimizi aydınlatan bir ayet vererek düşüncelerimi bunun üzerinden inşâ etmek istiyorum:

              “Dinde zorlama yoktur. Gerçekten doğruluk ile sapıklık birbirinden kesinlikle ayrılmıştır. Kim tağutu reddedip Allah’a iman ederse, muhakkak ki o, kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işitendir, bilendir” (Bakara,2/256).      

             Dinin kelime anlamı; karşılık vermek, itaat etmek, âdet, hayat tarzı ve yol demektir. Kavram olarak; Tanrı veya tabiatüstü güç ve değerlere inanma ve bağlanma esasına ve kutsal düşüncesine dayalı kurum, kurallar, uygulamalar ve semboller düzeni ve bağlılarına bir hayat tarzı öngören sistem demektir.

“Tanrı” kelimesi, Arapça “ İlah” kelimesinin karşılığıdır. İlah kelimesi kendisine tapılan varlık anlamına gelir. Bu açıdan ilâhi de olabilir, beşeri kaynaklı da olabilir. Bizim için burada söz konusu olan ilâhi olanıdır. Yani Allah’ın ( cc) dinidir. Dolayısıyla bu dinin kurallarını yalnız ve yalnız Allah Azze ve Celle koyar. Bu kurallar insanlar arasında hükmedilsin diye hak olarak indirilmiştir. Bu sebeple din bir hayat nizamıdır. Bunun tersi de doğrudur. Yani her hayat nizamı da bir dindir. Bununla ilgili bir örnek vermek isterim:

               “ … İşte Biz,Yusuf için  böyle bir plan kullandık. Hükümdarın dinine göre kardeşini alıkoyamazdı …” (Yusuf,12/26).

               Burada çok açık bir şekilde hükümdarın kanun ve nizamları kısacası hayat tarzı hükümdarın dini olarak tarif ediliyor. Fakat maalesef günümüzde bu anlayış tamamen rafa kaldırılmış, din dar bir sahaya sıkıştırılmış, sadece taabbudi ibadetler din olarak tavsif edilmiş, insanlar arasındaki problemlerin çözümünde Allah’ın kanunları değil, insanların heva ve hevesinin ürünü olan kanunlar esas alınmıştır.

Böylece laik- seküler bir hayata geçilmiştir. İşte Kur’an diyor ki sizin o laik- seküler hayatınız ve onunla ilgili kanunlarınız sizin dininizdir. Dolayısıyla sizin Allah ( cc)’ın diniyle yani İslam’la alakanız yoktur. İşin bir başka boyutu da şudur: Allah( cc)’ın dini bir bütündür, parçalanma kabul etmez.

Allah( cc)’ın dinini tercih etmek istiyorsanız ( ki dinde zorlama yoktur) bir bütün olarak almalısınız, parçalama hakkınız yoktur. Kaldı ki bütün parçalandığı zaman kendisindeki temel hususiyetleri de kaybeder. Örnek olarak bir su molekülünü  düşünelim.

Malumunuz su molekülü, iki hidrojen atomu ile bir oksijen atomundan oluşmuştur. Ayrıştırıldığında oksijen yakıcı, hidrojen yanıcı olmak üzere iki elemente dönüşür. Hâlbuki su söndürücüdür. Yani bütün parçalandığı zaman özelliğini kaybeder.

Peki Allah’ın dinini parçaladığınızda nasıl ve hangi gerekçeyle Allah’ın dininde olduğunuzu düşünüyorsunuz… İşte günümüzde aydınlanması gereken en temel problemlerden birisi de budur. Önemli olan sizin kendinizi nasıl tarif ettiğiniz değil, Allah katında nasıl tavsif edildiğinizdir (Bkz.Şûrâ,42/21).

                    “Dinde zorlama yoktur. Gerçekten doğruluk ile sapıklık birbirinden kesinlikle ayrılmıştır”. 

                    İslam’la cahiliye arasındaki temel farklardan birisi de bu ayette ortaya çıkmaktadır. İslâm dini hak bir din ve insanları gerek dünya hayatında ve gerekse de ahiret hayatında saadete götüren bir din olmasına rağmen, insanlar bu dine girsinler diye asla zorlanmazlar. Buna rağmen cahili sistemler, günümüzde de yakînen idrak ettiğimiz gibi her türlü sıkıntının kaynağıdırlar. Onlar kendi düşüncelerini, hayat tarzlarını insanlara zorla kabul ettirmek isterler. Eğitim sistemlerini buna göre dizayn ederler. Kendi varlıklarını devam ettirmek için maziyi kötülemek onların en büyük şiarlarındandır . İnsanların kılık – kıyafetlerine dahi müdahale ederler. Hatta  bunu kanunla yapmaktan çekinmezler.

Mesela şapka kanununu buna bir örnek olarak verebiliriz. Hak ve batılın birbirine karışması için ellerinden geleni yaparlar.

İslâm ise tam tersine hak ve batılın kesinlikle birbirinden ayrılmasını ister. Buna göre bir hayat tarzının oluşmasını esas alır. İşte bu hak ve batıl kesin olarak birbirinden ayrıldıktan sonra insanlar hiç bir şekilde zorlanmadan istediklerini seçebilirler. Tabii ki sonuçlarına katlanmak kaydıyla…

İslâm sadece hakkın insanlara ulaşmasına mani olan kişi ve kuruluşlara, sistemlere karşı zor prensibini yani cihad prensibini kullanır. Bu insanların hak dine girmesi için bir zorlama değil, hakkı onlara ulaştırarak kendi hür iradeleri ile istediğini seçebilmelerine imkân sağlamaktır.

                   Böylece İslam’ın cihad prensibiyle hak ve batıl bütün açıklığıyla ortaya konmuş ve insanların üzerinden tüm baskılar kaldırılmıştır. İşte bu durumda    

                  “ Kim tağutu reddedip Allah’a iman ederse kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa yapışmıştır “

                    Burada çok önemli bir konu vurgulanıyor: “ Allah’a iman “ sözcüğünden önce “ Tağutu reddetmek”. Demek ki tağutu reddetmeden, Allah’a iman etmenin kişiye kazandıracağı hiç bir şey yoktur. Zaten Yüce Rabbimiz de böyle bir imanı kabul etmiyor. Fakat maalesef insanların birçoğunun içinde bulunduğu durum budur. Rabbimiz bunu Yusuf süresi ayet 106. da açık bir şekilde beyan ediyor:

                  “ İnsanların çoğu Allah’a ortak koşmadan iman etmezler”, buyuruyor.

                  Çünkü şirkin olduğu bir yerde iman olmaz. Önce kap “ La” ile daha tam bir ifadesiyle “ La ilâhe illallah” ile temizlenmeli, ondan sonra iman nimeti ile donatılmalıdır. Şirkin, küfrün üzerine iman binası inşâ edilemez. Tabii ki burada tağutun ne olduğunu çok iyi anlamak lazım. İnsan bilmediği bir şeyi nasıl ret edebilir ki… Bu vesileyle bizi daha çok ilgilendiren  yönü üzerinde kısaca durmak istiyorum. Tağut kelime anlamı itibariyle tuğyan etmiş, haddini aşmış, azgınlaşmış yaratık demektir. İslami ıstılahta ise Allah ve Rasûlü’nün koyduğu ölçüler dışında ölçü koyma hakkını kendisinde gören, dini Allah’a has kılmayı, Allah ve Rasulü’ne tâbi olmayı engelleyerek insanları zorla yada eğiterek kendisine tâbi kılan her insan, her kuruluş, her sistem tağuttur. Bu insan ve cin şeytanı olabileceği gibi bir düşünce sistemi, bir ideoloji de olabilir. Özet olarak şunu söyleyebiliriz ki ,tağut taşıdığı misyon itibari ile Allah ve Rasûlü’nü kendisine düşman ilan etmiştir. Dolayısıyla yaratılış amacı sadece Allah’a ( cc) kulluk olan insanın tağuta düşman olması, onu reddetmesi işin olmazsa olmazıdır. Velev ki tağutlaşan insanlar en yakın kan bağı akrabalarımız olsa bile… Şu ayete bir bakar mısınız:

             “ Allah’a ve ahiret gününe inanan bir kavmin- babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah imanı yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedi kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Allah tarafında olanlardır. İyi bilin ki kurtuluşa erecekler de sadece Allah’ın tarafında olanlardır” (Mücadele,58/22).

             Böylece tağutu reddedip, tağuti düşüncelere yol açan tüm kapıları kapattıktan sonra çok ulvi bir kavram olan “ Allah’a İman “ sözcüğü ile karşı karşıya geliyoruz. Artık bütün duyu organlarımız, kafamız,kalbimiz,hatta en ücra noktasına varıncaya kadar bütün hücrelerimiz bu imanla karşılaşmanın hazzını duymakta ve bunun artarak devam etmesini istemektedir…

Artık arayan aradığını bulmuştur. Hiç bir şey, hiç bir baskı, zulüm , eziyet onu O’ndan ayıramaz. Çünkü o sağlam kulpa yapışmıştır. Bu öyle sağlamdır ki kendisini tutanları daha çok tutar ve bu kulp asla kopmaz. Böylece Bakara 256.ayetinin sonuna gelmiş bulunuyoruz:

 “  Muhakkak ki Allah Sem’idir, Alimdir “

             Evet her şeyi işiten, işitmek için belli bir sınıra, belli bir frekansa ihtiyacı olmayan,

hatta kalplerden geçeni bilen ve bilgisi her şeyi kuşatan, bilgi sahibi olmak için belli bir zamana ve çabaya ihtiyaç duymayan; kısacası nasıl zatında eşsiz ve benzersiz ise sıfatlarında ve fiillerinde de eşsiz ve benzersiz olan ( ne kadar yazsam daha çok acizliğimi hissediyorum) yalnız ve yalnız Allah Azze ve Celledir.

                Rabbim Sen bizleri imanın tadını almış olanlardan eyle, bir saniye bile olsa nefsimizle baş başa bırakma…

Amin,Amin,Amin… Ve selamün alel mürselin velhamdülillahi Rabbil alemin.

                  Selâm ve muhabbetle,

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir