24 Eki 25 - Cum 9:09:am
Koyu Açık

Blog Post

Fikir Yorum > Fikir yorum > Farkı Fark Etmek: Vahiy-Akıl ilişkisi

Farkı Fark Etmek: Vahiy-Akıl ilişkisi

          

            İslâm’ın  en temel özelliklerinden birisi de Allah(cc)’ın verdiği nimetleri O’nun koyduğu sınırlar içerisinde, O’nun rızasına uygun bir şekilde kullanmaktır. İşte bu nimetlerin en başta gelen ikisi vahiy ve akıldır. Aklın ne zaman devreye gireceği konusu son derece önemlidir. Akıl Kur’an’da isim olarak hiç geçmez. Hep akletme olarak geçer. Akletme aslında bir eylem işidir.

Akletmek demek aklı doğru yerde kullanmak demektir. İşte bunun için vahiy işin olmazsa olmazıdır. Çünkü vahiy hem bir nurdur, hem de bir ışıktır. Nur olması hasebiyle içimizi, ışık olması hasebiyle de önümüzü aydınlatır. Nasıl ki ışık olmadan göz göremezse akıl da vahiysiz istikamet bulamaz. Freni patlamış bir kamyon gibi nereye toslayacağı belli olmaz. Kâr yapayım derken daha büyük zararlara yol açar.

Akıl, vahyi anlayıp uygulamak için bir araçtır. Aracı amaçlaştırmak haktan uzaklaşmaktır. Bu da iki şekilde olmaktadır:

              1.  Aklı vahyin önüne koyarak, vahyi akıl süzgecinden geçirerek, bu benim aklıma uymuyor diyerek bir kısım ayetleri devre dışı bırakma ya da alay etme anlayışı. Yani egemen olan akıl.

              2.  18.inci yüzyıl Avrupa’sında olduğu gibi tüm dini argümanları, kutsalları tamamen devre dışı bırakarak, aklı hiç bir kısıtlama olmaksızın her konuda egemen kılmak. Bunun adına da yaldızlı bir söz kullanarak “Aydınlanma “!  dedikleri dönem. Peki şimdi soruyorum, bunun adı aydınlanma mıdır? Aklı ilâh edinmek hiç aydınlanma olabilir mi? Asla olamaz…

Hayatın merkezinde vahiy yoksa orada zulüm vardır. Orası karanlıktır, zulümattır…Bu  akım önce  İngiltere ,Fransa Almanya derken bütün Avrupa’ya yayıldı. Şüphesiz burada kilisenin din adına yapmış olduğu yanlış uygulamaları da bu işi körükledi. Bilimsel faaliyetler, sanayiler gelişti. Daha çok üretmek, daha çok tüketmek hayatın mantalitesi haline  geldi. Peki bu insanlığa ne getirdi.

Şimdi ünlü Fransız tıp doktoru Alexi Carrel’i dinleyelim. Mealen arz ediyorum: Sanayi devrimi ile beraber insanın psikolojik, sosyolojik yönleri dikkate alınmadan, insan  makinanın bir parçası gibi algılandı. Parça değiştirilir gibi insan değiştirildi. Yani insanın parça kadar hükmü vardı. Yeter ki üretim aksamasın (Bkz.İnsan denen bu meçhul adlı eseri).

Carrel bu tespitiyle, tabir-i câiz ise sadece sivrisineği görmüş bataklığı görememiştir. Bataklık beşer-i kaynaklı tüm sistemlerdir. Problemin çözümü de tüm bataklıkların kurutulmasına bağlıdır. Bunun için de yapılması gereken ilk iş bu beşer-i kaynaklı sistemlere hayır demektir. Şimdi tekrar konumuza dönersek, günümüzde din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, dinin hayatı düzenleme fonksiyonunun tamamen devre dışı bırakılması da bu bakış açısının bir sonucu değil midir?

             İşte bu düşünceye sahip olan insan kendi çıkar ve menfaatlerine göre yeni bir din, yeni bir yaşam şekli oluşturmuş,

seküler bir hayat tarzını inşa etmiştir. İslam’ın bu hayat tarzına karşı ortaya koyduğu en temel argüman ahiret inancıdır. Dolayısıyla dünyanın geçici, ahiretin kalıcı olduğu vurgulanarak, belli bir maksat ve belli bir süre için yaratılan insan bu maksadın(kulluğun) gerçekleştirilmesi için elinden geleni yapmalıdır. Dünyada yaşarken esas itibariyle ahireti için yaşadığının farkında olması gerekir. Kaldı ki İslam bilime karşı değildir, bizzat onu teşvik etmiştir. İslam bilimin putlaştırılmasana karşıdır.

Diğer taraftan İslam en büyük bir hürriyet fermanıdır. Tek Allah’a kulluk ilkesi onun İzzet ve şerefini ayakta tutan en büyük bir kalkandır. Onun için diyorum ki müslüman ilâhların sayısını bire indiren ve ilâh olarak da sadece Alemlerin Rabbini kabul eden insandır. Müslüman olmayan bir insanın başta heva ve hevesi olmak üzere ,mal -mülk, makam mevki,…gibi bir çok ilâhları vardır. Bu ilâhların isteklerini yerine getirmek için farkında olmadan koşturup durmaktadır. Böyle bir insan mutlu olabilir mi? Kendisini mutlu sanmak başka bir şey, gerçek anlamda mutlu olmak çok daha başka bir şeydir. Bunun ilacı da İslâm’dır.

Bakınız Allah azze ve celle ne buyuruyor:

           “Allah, çekişip duran bir çok ortakların sahip olduğu bir adam ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı misal olarak verir. Bu ikisi eşit midir? Hamd Allah’a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler” (Zümer,39/29).

             Şimdi tekrar aydınlanma dönemi dedikleri bu dönemin insanlarına dönersek acaba bunların başka bir seçenekleri yok muydu? Elbette vardı. Fakat teslis inancını bünyesinde bulunduran bir akideye göre bu iş nasıl düzeltilecekti? Peki çözüm ne olmalıydı? Çözüm İslâm’ı kabul etmekti.

Hayatın merkezine aklı koymak yerine vahyi koymakdı. Bunu yapmadılar, yapamazdılar.

Çünkü aklı hayatın merkezine koymak onların heva ve heveslerine uygun geldi. Böylece istediklerini yapabileceklerdi.

Bilim ve teknikteki gelişmeler, sanayideki ilerlemeler, insanların gözünü gerçek hakikate karşı daha çok köreltti. Şimdi gelelim sadete:

            Şunu unutmayalım ki bu evrenin bir yaratıcısı, sahibi ve bu evren üzerinde mutlak hakimiyeti olan Allah Azze ve Celle vardır.

Nasıl ki Allah(cc) bu evrene bir nizam ve intizam koymuşsa bu evreninin çok küçük bir parçası olan dünyaya da, dünyada yaşayan varlıklara da özellikle insanlara da bir nizam ve intizam ,bir kanun koymuştur.

Bu işin çözümü yaldızlı sözlere kanmak yerine, Allah’tan kaçmak değil, Allah’a((cc) koşmaktır. Kısacası vahyi baş tacı etmektir.

              Selâm ve muhabbetle.

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir