07 May 25 - Çar 9:09:am
Koyu Açık

Blog Post

Fikir Yorum > Fikir yorum > MÜSLÜMAN DÜŞÜNÜRLER, BATI VE MODERNLEŞME -1

MÜSLÜMAN DÜŞÜNÜRLER, BATI VE MODERNLEŞME -1

Kısaca, son iki yüzyıl, Avrupa sömürgeciliğinin, bu sömürgeciliğe karşı durma ve ondan kurtulma çabalarının olduğu yıllardı.

Bu bağlam, aynı zamanda ümmetin önderliğini, Avrupa’nın Arap ve İslam Doğu’sunda askeri, siyasi ve ekonomik hegemonyasına karşı durabilmek için “aceleye getirilmiş” bir modernizasyon programı benimsemeye zorlayan bağlamdır.

Artık herkesin zihnini meşgul eden tek husus, Avrupa’nın genişlemesine karşı koyma bağlamında maddi ve örgütsel/sistematik “ilerleme”, Avrupa’nın bilim, teknoloji ve medeniyet seviyesini yakalama olmuştur.

Bu minvalde dikkat çeken husus, Bu çağdaşlaşma ve ilerleme çabalarının, büyük oranda devlete ve kurumlarına veya daha doğrusu ‘kurumsallaştırılmasına’ harcanmış olmasıdır. Bu da netice itibariyle devletin ve devlet kurumlarının oluşumu ve ihtiyaçlarıyla irtibatlı İslam “sosyal hayatının”/İslami sosyalitenin sadece sınırlı bir kısmının modernizasyonuna yol açmıştır. Ancak bu modernleştirme süreci, sosyal yapının en yukarısında bulunan devlet seçkinleri ve bürokrasisi ile modernleşme sürecinden geçmemiş veya yapısal ve tarihsel olarak toluma tepeden dayatıldığı, orijininin tahrif edildiği ve parçalandığı için onu özümsememiş ve sindirmemiş geniş halk kitlesi arasında kopukluk ve uçurum vari bir durum ortaya çıkmıştır.

Modern Batı olgusu, felsefi, toplumsal, politik ve ekonomik kök ve içerikleri ve emperyalist projesi ile genelde tüm dünya ve özelde ise İslam dünyası için büyük bir meydan okuma teşkil etmiştir.

İslam dünyasındaki düşünürlerin modern Batılı meydan okumaya verdikleri tepkiler, daha sonra, bu düşünürlerin sundukları veya kapsam ve uzmanlık bakımından farklı seviyelerdeki düşünsel projelerinde uyguladıkları düşünceleri doğurmuştur.

Bu batılı meydan okuma, bağımsızlık ve medeniyetlerinin özgünlüğünü koruyan aydın, araştırmacı ve düşünürlerin sosyal ve beşeri bilimlerdeki çeşitli güncel meseleleri işlerken karşılarına çıkmaya devam etmektedir.

Batılılaşma ve Avrupalılaşma yönelişlerinden bağımsız bir modernleşme arayışları bağlamında da yasama, örgütlenme, eğitim, gelişim, milli kurtuluş ve bağımsızlık alanlarında kesintisiz bir “İslamlaşma”/”İslamlaştırma” süreci doğmuştur. Modern İslami hareket, modern Batılı meydan okuyuşa verilen bu tür tepkilerin sonuçlarından biridir.

Erken modernleşme bağlamı

Osmanlı kurum ve kuruluşlarının modernizasyonunu, 18. yüzyılın sonlarında Avrupa cephelerindeki savaşlarda Rusya ve diğer Avrupalı güçler karşısında tadılan bir dizi askeri yenilgi ile birlikte başladı. Avrupalı güçler, Osmanlı ile yüzyıllara yayılan teması neticesinde onun tüm savaş taktik ve tekniklerini kavramış ve nihayetinde bunların üstesinden gelerek ona karşı muzaffer olmuştur. Polonya’nın bağımsızlığı ile Rusya tarafından gasp edilen mülklerinin iadesi etrafında dönen Rus-Osmanlı (felaket) savaşını sona erdiren Kaynarca Antlaşması’ndan (1774) sonra Osmanlı Devleti, Avrupa ve dünyadaki ”birinci devlet” olma konumundan üçüncü veya dördüncü devlet seviyesine düştü.

Bu bağlamda, Avrupa tarzında modernleşme, öncelikle askeri güçlerin yeniden düzenlenmesi, modern askeri okulların kurulması, askeri mühendislik tekniklerinin uygulanması, Avrupa başkentlerine eğitim ve öğretim misyonlarının gönderilmesi, idari yönetim ve devlet kurumlarının merkezileşme yönünde modernizasyonu, devlet kaynaklarının yapılandırılması, kamu topraklarının özelleştirilmesi, Avrupa sermaye piyasasına girilmesi vb. anlamına geliyordu.

Daha sonraları bu değişim ve dönüşümlerden bazıları, devletin kapılarını Batı’nın nüfuz ve sızmalarına açmak, Avrupa’nın çıkarlarını ve tekelleşmesini güçlendirmek amacıyla Osmanlı başkentindeki Avrupa büyükelçileri ve konsoloslarının baskısı ve himayesi altında gerçekleşti.

Kısacası, ümmet tarihindeki modernleşmenin başlama zamanı, doğal ya da normal değildi. Çünkü modernleşme, 18. yüzyılın sonlarında Napolyon’un Mısır’ı istilası ile (1798-1801) başlayıp, 19. yüzyıl boyunca ve XX. yüzyılın büyük bir bölümünde devam eden ağır askeri yenilgiler ve Avrupa’nın Arap-İslam doğusuna doğru sömürgeci ilerleyişinin baskısı altında gerçekleşti.  Bundan bir ya da iki yüz yıl önce de, Hindistan ve Doğu Hint Müslüman adaları, (Endonezya, Filipinler ve Malay) İspanya, Portekiz ve Hollanda’nın öncülüğünde büyük/güçlü bir sömürge dalgasına maruz kalmıştı.

Son Osmanlı Padişahları III. Selim, II. Mahmut, Abdülmecid, Abdülaziz ve II. Abdülhamit’in taahhüt ettikleri modernleşme dönemi  (ki bu dönem, aynı zamanda Tanzimat dönemidir) ve Arap-İslam ’Doğu’sundaki ulus devletler dönemi boyunca Arap ve Müslüman toplumlar, Rönesans/uyanış, gelişme, kalkınma ve günümüze kadar süren Batı egemenliğinden bağımsızlık projesini başarılı bir şekilde uygulama ile ilgili fikri olarak tarihsel tercihlerini net olarak ortaya koyamadılar.

Arap ve İslam halkları, özellikle de Batı egemenliğinden kurtulma, gelişme, kalkınma ve milli kurtuluş yolunda bağımsız yöntemler bulma çabaları başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra, Batı modeline, evrensel vizyonuna ve ona sürekli bağımlılığa karşı parçalanmış durumda ve henüz ortak bir tavır belirleyememişlerdir.

Arap ve Müslüman toplumlar, medenî, insanî, kültürel, ekonomik ve sosyal açılardan hâlâ çöküntü halindedirler. Bu durum, Arap ve Müslüman düşünür ve aydınları aşağıdaki sorgulamaları yapmaya itmiştir: Neden Hristiyan Batı ilerlerken Müslüman Doğu geriledi? Veya oradaki ilerlemenin ve buradaki geri kalmışlığın sebepleri nelerdir? Avrupa medeniyetinden istifade etmek ve Batı tecrübesinin bir benzerini ortaya koymak mümkün müdür? Bu hangi seviyede ve hangi alanlarda olabilir?

Tartışmalar ve atışmalar yaklaşık iki asır (XIX. VE XX.) boyunca devam etti, ancak bu sorgulamaların cevapları net ve pratik bir şekilde ortaya konmuş değildir. Bu sorguların bir kısmı ciddi olsa da bir kısmı da –Abdurrahman el-Kevakibi’in ifadesi ile –  boş bir vadide haykırmak veya küle üflemekten öteye geçmemiştir.

KANLI BAŞLANGIÇLAR

Osmanlı erken modernleşme çabaları, sosyal, askeri, bürokratik ve dini kesimlerin itiraz bariyerine çarptı. Nitekim yeniçeri teşkilatı, hocalar ve avam halktan oluşan bir topluluk, XVIII. Yüzyılın sonlarında III. Selimin ıslahatlarına karşı bir araya gelerek isyan etti ve İstanbul’a yönelerek, ”Nizam-ı Cedid” adı da verilen ıslahatları destekleyen vezir ve âyanları  öldürdüler. Reform yanlısı eski müftünün yerine gelen yeni Osmanlı müftüsü, ”herhangi bir halife, devlete Batılı rejimi, sistem ve yöntemlerini sokarsa ve tebaasını buna zorlarsa yönetme liyakatini kaybeder” şeklinde bir  fetva yayınladı. Bunun üzerine sultan III. Selim’i azledip esir aldılar, daha sonra da katlettiler. Bu nedenle Osmanlı modernleşmesi,  çok trajik bir şekilde başlamış oldu.

Yeniçeriler ve benzerleri sultan II. Mahmut (1808-1826) dönemindeki modernleştirme gayretlerini sabote etmeye devam etti ve Sultan, onları ortadan kaldırmak için altı bin yeniçerinin öldürüldüğü “Vak’ay-ı Hayriyye” operasyonunu yapmak zorunda kaldı. Aynı zamanda Padişahın damadı ve Viyana’daki büyükelçisi Damat Halil Paşa Viyana’dan “Ya Avrupa’yı takip ederiz ya da Avrupa’dan çıkarız.”  diye yazarak baskı yapıyordu. Ve böyle de oldu!

Sultan Mahmut “Avrupalılaştırma” fikrine dayanan bir modernleşme programı benimsedi, modern askeri yönetim ve teşkilatlar kurdu ve askerlerin eğitimine bizzat nezaret etti. Kampların birinde üç yıl çamur kulübede kaldı. Askeri eğitime oğlu Sultan Abdülmecit ve kızı Sultana Aişe’yi de gönderdi. Devlet kurumlarının duvarlarına, resimleri asıldı. Bu durum, halkın ondan ve modernist projesinden nefret etmesine ve sonunda “Gavur Sultan” lakabını   takmasına neden oldu.

Yerine geçen ve etrafı Mustafa Raşit Paşa, Ali Paşa, Fuat Paşa, Cevdet Paşa gibi Tanzimat’ın adamlarıyla kuşatılan oğlu ve halefi Sultan Abdülmecit de onun izinde yürüdü.

Sultan Abdülmecit döneminde “Hatt-ı Şerif” ve “Hatt-ı Hümayun” adında iki belge yayınlandı. Bu belgelerde, birçok Avrupa ülkesinde benimsenen merkezi ulus-devlet modeline benzemesi için devlet yeniden tanımlanıyordu.

Oysaki etnik ve dini homojenliğe dayalı ulus-devletler ile ırk, din ve kültür çeşitliliğine dayalı, tebaasına geniş bireysel ve kitlesel haklar tanıyan yarı otonom ve milletler sistemine sahip bir imparatorluk arasındaki bariz bir uyumsuzluk vardı.

Osmanlı İmparatorluğu büyük ölçüde zayıfladı ve Müslümanların halifesi Sultan Abdülmecit, bir İngiliz kraliçesinden “Dizbağı Nişanı” aldı, oğlu Prens V. Murad, Avrupa Mason localarına intisap edip Kraliçe Victoria’nın kızı ile evlenmek için başvurdu. Hanedanın Haremlik kapıları Avrupa sanatçıları, yazarları ve konsoloslarının Osman oğullarının prensesleriyle buluşması ve sohbet etmesi için açıldı.

Sultan Abdülmecit’ten sonra Sultan Abdülaziz, bir yandan Osmanlı kültürüne, özelliklerine, edebiyatına, geleneksel eğitimine itibarını iade ederek; Hanedanlığın, devletin ve hilafetin Müslüman kişiliğine vurgu yaparak; diğer yandan da devletin askeri ve idari yeteneklerine gerekli önemi vererek modernleşme eğilimini doğru rayına oturtmak, eksik yönlerini tamlamaya ve ’Avrupalılaşma’ya doğru sapmasını önlemeye çalıştı.  Ancak, Batının, özellikle de İngiltere ve Rusya’nın imparatorluğa nüfuz ve sızma harekâtı, dönüşü olmayan noktaya ulaşmıştı. Öyle ki İngilizler ve İstanbul’daki ajanları, Sultan Abdülaziz’in yeğeni ve veliahdı olan V. Murad ile anlaşarak kendilerine çalışan bir subay olan Hüseyin Avni Paşa komutasında ona karşı bir darbe düzenlediler. Hatta Hüseyin Avni, imparatorluk tarihine en trajik sahnelerden biri olarak geçen bu olayda Dolma Bahçe Sarayı’nın avlusunda Sultan Abdülaziz’in bilek damarlarını keserek öldürmeyi başardı.

Abdülhamit ve Kurtarma Projesi

Bu darbenin hengâmesinde (darbeci) Sultan V. Murad akli dengesini kaybetti ve tahttan azledilerek kardeşi Sultan II. Abdülhamid getirildi. Abdülhamit de geçmiş dönemlerin etkileri, özellikle de Avrupa’nın Osmanlı devleti içindeki nüfuz ve sızma harekâtı, devleti, hatta bizzat Sultan’ın kendi hayatını çok kere hedef alan komplolarla mücadele etti. Bu bağlamda hızlı bir şekilde düşüşe geçen devletin yıkılmasını durdurmak için Meclis-i Meb’ûsan gibi bazı modernleştirme projelerini dondurmak zorunda kaldı.

Hafiye teşkilatı adında, hem kendisini hem de halkı yoran gizli bir güvenlik sistemi kurdu. Onun döneminde kendisine düşmanlık besleyen ve yabancı istihbarat servisleriyle irtibatlı, gizli-açık birçok örgüt ve localar kuruldu. Ancak devlet onun  32 yıllık yönetiminin büyük bir bölümünde ekonomi, eğitim, idari, hatta uluslararası ilişkiler bakımdan gelişme sağladı. Sultan, devlet ve millet için önem taşıyan tüm dini, siyasi ve kültürel bağları canlandırdı ve “Han” unvanını aldı. 

Böylece Abdul Hamid Han, Osmanlı imparatoru, Osmanlı halklarının Sultan’ı ve Müslümanların Halifesi oldu. Modernleştirme surecinin, beraberinde getirdiği felaketleri bertaraf ederek sürdürmeye çalıştı. Böylece ”İslam birliği”, dini düşünce ve doğu rabıtası fikirlerini canlandırarak Avrupa’nın nüfuz ve sızma harekâtına karşı Avrupa’nın hâkim olduğu İslam coğrafyalarında farklı bir nüfuz ve sızma harekâtıyla karşılık verdi. Bu vesile ile Müslüman toplumların hilafet ve saltanat ile bağlarını kurmak için adam ve ajanlarını dünyanın çeşitli bölgelerine din hizmeti veren kişiler ve imamlar kimliğiyle gönderdi.

Tarihin ironisine bakın ki daha sonra yurt içinde ve dışında Sultan’a muhalefet eden “Jön Türkler”, kendisinin geniş çapta kurulmasını sağladığı okullardan mezun olanlardan çıktı. Keza Abdülhamit’e karşı ayaklanıp onu 1908 de azleden, devlet son bulana, birinci dünya savaşında trajik yenilginin ardından Halifelik ve Saltanat yıkılıncaya kadar yönetime el koyan ”İttihat ve Terakki” cemiyetini kuran genç subaylar da yine bu okulların mezunlarıydı.

Görüldüğü gibi, bizler, iki asırlık bir tarihi süreç içerisinde farklı şekillerde zuhur eden; yankıları, uzantıları ve gelişimi ile birlikte modernleşme sürecinin doğurduğu tarihi, büyük ve kesintisiz bir diyalektik (veya kapsamlı bir etkileşim) ile yüz yüzeyiz.

Modernleşme ve ‘Avrupalılaşma’ süreci, Osmanlı İmparatorluğu, Mısır ve İran’da aşağı-yukarı aynı zaman dilimine tekabül etmiş ve bazı yönleri bakımından benzerlikler arz etmiştir. Bu sürecin bir sonu var mı ve nasıl olacak tabii ki bilemiyoruz. Ama Türkiye tecrübesi, en ileri düzeyde modernleşme sürecini tamamlamış örneklerden biridir. Hatta Mustafa Kemal (Atatürk) tecrübesi bile çok ileri bir düzey değil, belki Sultan II. Mahmut ve oğlu Sultan Abdülmecit ve Tanzimat kadrosunun gerçekleştirmeyi düşündüğü Osmanlı modernleşme projesinin mantıksal bir uzantısıdır.

Mustafa Kemal ve onun komuta ettiği Osmanlı orduları Anadolu’yu, Avrupa güçlerinin işgalinden kurtarmanın yanında; Anadolu’yu, İtalyan, Fransız Yunan ve Ermeniler arasında bölüştürmeyi ve deniz yollarının (İstanbul ve Çanakkale Boğazları) uluslararasılaşmasını öngören Sevr Antlaşması’nı boşa çıkarmayı başarmıştı. Türk ordusu, Osmanlı döneminde imparatorluğun varlığını savunmak, Osmanlı sonrası dönemde ise batılı müttefiklerin ihtiyaçlarını karşılamak için modernleştirme sürecinden en büyük payı alan kurumdu. Bütün bu etkenler, Türkiye Cumhuriyeti’nin serüvenindeki askeri kurumun rolünün sağlamlaşmasına yol açmıştır.

MODERNLEŞME SÜRECİNİN AKTÖRLERİ

…………..

Devam edecek

https://ruyaa.cc/tr/Page/2166/  adresinden özetlenmiştir

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir