Bir şey neden bozulur?
Dış etkenler yüzünden mi, yoksa zaten içten içe çürüdüğü için mi?
Bir millet çökerken gerçekte “dış güçler” mi onları çökertir yoksa onlar çoktan içten çökmüştğlerde bagane dış müdahale miydi?.. Sonbaharda yaprağı rüzgâr mı koparır, yoksa yaprak zaten ömrünü tamamlamış düşmeye hazırdı da rüzgâr sadece bahane miydi?
Bu sorular yeni değil. Aristo’yu bile çileden çıkaran sorular bunlar. Yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan? Soruyu nereye kadar sürdürebilirsin?
Evreni yaratan varsa, onu yaratan kimdir? Yaratanı yaratan, onu yaratan… Sonsuz bir doru yumağı saçmalama! Akıl burada ya bir yerde duracaktır ya da delirecektir!
Aristo durdu. Kendince bir yerde durmak zorundaydı. “Bir ilk neden var” dedi. Evren ezelidir, ilk hareketi aldıktan sonra kendi kendine işler. Tanrı sadece ilk kıvılcımdı; sonrası artık Tanrı’sızdır.
Akıl burada haddini mi bildi, yoksa Tanrı’yı kapı dışarı mı etti?..
Filozofun sermayesi şüphedir. Şüphe yoksa felsefe yoktur. Şüphe ilahi kaynaklı kadim bilgiyedir. Güzel. Ama filozof kendi ürettiği bilgiyi de aynı şüphe terazisine koyabilecek mi? İşte burada çoğu filozof durur.
Çünkü herkes başkasının bilgisini sorgular; kendi kurduğu sistemi kutsamaya gelince akıl susar.
Felsefenin bilgi yöntemi “şüphe, ilke, tutarlılık, sistem”dir.
Bizim tarafa geçelim! Şüpheyi anladık! Peki bu ilkeleri kim belirler? Cevap hazırdır: ilahi metin! Kur’an!
Ama hangi Kur’an? Senin anladığın Kur’an mı? Senin okuduğun bağlam mı? Senin seçtiğin kavramlar mı? İşte burada iş bozulur. “İlke” diye sunulan şey, çoğu zaman yorumun mutlaklaştırılmasıdır. İlke adı altında dayatma başlar.
Vahdet söylemi tam da burada parçalanır. Çünkü herkes kendi ilkesini “Kur’an’ın kendisi” ilan eder.
“Bütüncül okuma” denilen şey de masum değildir. Bu, felsefenin tutarlılık takıntısının metne uygulanmış hâlidir. Sistem kuramayan, kavram üretemeyen, düşünce mimarisi inşa edemeyen kişi, metni “bütünlük” adına zorlar; ama ortaya sistem çıkmaz, dağınıklık çıkar.
Bazıları işi siyasete hapseder, kendini avutur. Oysa sorun siyasal değil, zihinseldir. Felsefede “sistem” dediğin şey parti programı değildir; düşünme biçimidir.
Gazâlî bunu fark ettiği için bir süre sarsıldı. Bildiklerinden şüphe etti, inzivaya çekildi, kendini ve ilmini sorguladı. Bu bir romantik arayış değil, epistemolojik bir krizdi. Üstelik Gazâlî’nin şüphe yöntemi de gökten inmedi. İsmailîlerin, Rafızilerin insan devşirme yöntemlerinden etkilenmişti. Önce güven, sonra şüphe, sonra doktrin, sonra mutlak sadakat. Gazâlî bu zincirin “şüphe” halkasını aldı, ama içeriğini dönüştürdü.
İsmailîler bu yöntemi nereden öğrenmişti? Filozoflardan. Yani felsefenin yöntemi sadece Sünni kelamcıları değil, Şiî düşünceyi de baştan beri şekillendirmişti. Şiî medreselerde felsefe yeni bir ithalat değildir; köklü bir gelenektir.
Şu gerçeği kabul edelim: Felsefeyi farklı yapan ele aldığı konular değildir. Her ilim varlıkla, insanla, bilgiyle ilgilenir. Felsefeyi farklı yapan yöntemidir. Şüpheyi merkez almasıdır, sınırı kendi koymasıdır…
Peki Müslümanın yöntemi ne?
Burada büyük bir kırılma yaşandı. Modern ilahiyatçı Kur’an’cılar, İslami düşüncenin usulünü rafa kaldırdılar. Yerine felsefenin metodlarını koydular. Sonra da buna “bilimsel düşünce” diye pazarladılar. Seyyid Kutub’un itirazı tam buradaydı: “Kaynağı, yöntemi ve hiyerarşiyi kaybettiniz.”
Oysa sahih mezheplerin tamamı aynı yerde duruyordu: Edille-i şer‘iyye. Kur’an, sünnet, icma ve kıyas. Bu bir görüş değil, bir zihniyet hiyerarşisidir. Düşünce yöntemidir. Metodlar arasında farklılık olabilir; sorun burada değildir. Sorun, herkesin aynı temel zeminde buluşabilmesidir.
Bu dört yöntemle yürüyen akıl, esnektir; tahammüllüdür. Hindistan’daki Müslüman ile Arabistan’daki Müslümanın aynı sonucu çıkarması gerekmez. Coğrafya, kültür, örf fark üretir. Ama çerçeve aynı kalır. Farklılık rahmete dönüşür; ayrılığa değil.
Gazâlî’nin o meşhur cümlesi hâlâ yerli yerindedir: “Kaynağını Allah’tan almayan hiçbir şey ne İslamidir ne de şer‘îdir.” Yorumda isabet şart değildir; sadakat şarttır. Yeter ki kaynağa dayanalım ve tekel kurmayalım.
Müslümanın açmazı iki uçta görülür: Biri metni donduran zahirilik, diğeri metni delen bâtınilik. Doğru olan ikisinin ortasıdır: Metnin sınırını aşmadan muradı aramak, bağlamı görmek, şüpheli olandan sakınmak.
Hz. Ömer meseleyi kestirip atmıştır: İslam bir hayal değil, gerçektir. Müslümanlık açık haramları terk, açık farzları ikame ve şüpheliden uzak durmaktır. Bu kadar.
Her şeyin özü itaattir. Ulûhiyet Allah’a, kulluk insana aittir. İman, önce diğer ilahları reddetmek, sonra Allah’a güvenmektir. Peygamberin getirdiklerini tartışmaya açan, vahyi aklın terazisine vuran biri mümin değildir; olsa olsa filozof olur, bilimci olur, Hristiyan olur.
Bu, aklı ve bilimi reddetmek değildir. Tam tersine, İslam akla ve bilime yerini bildirir. Paganizm değildir, Hristiyanlık gibi paganizmi yeniden üretmez. Her şeyi hiyerarşiye sokar.
Son söz şudur: Felsefe, akıl ve bilim İslam’ı tanımlayamaz. İslam felsefeyi, aklı ve bilimi tanımlar. Her şeye haddini bildirir.
