Türklerde böyleymiş. Prensip olarak ‘hukukun üstünlüğü’ denebilir. Hangi Türkler, hangi siyasi sosyal ve ekonomik şartlarda diye sormadan devam edelim!…
Töreyi, yüzyılların birikimi, tecrübesi, yaşanmışlığı, defalarca doğrulanmış kurallar ve değerler dizisi olarak görebiliriz. Yasa da denebilir.
Şayet böyleyse törenin, belirli bir iklim ve coğrafyada meskun, belirli bir tarih aralığındayken, belirli bir kavmin siyasi iktisadi ve sosyolojik yapısı ve yaşantısından kaynaklı “norm” olduğunu; referans olduğunu söyleyebilir; töreyi günümüz “anayasası”na benzetebiliriz.
Adı üstünde “ana-yasa.” Yasaların anası. Kuralların dayanağı. Hakan dahil herkesi bağlayıcı olan…
Kuraklık, kıtlık, doğal afet, savaş gibi çeşitli nedenlerle ana yordunu terk edip başka diyarlara giden, atalar dininden İslama geçen, başka milletler ve törelerle karşılaşıp gelişen Türklerde, törenin tüm kuralları hiç değişime uğramadan hala geçerli midir, acaba!
Yoksa o sözü “Hakan konuşunca töre susar” diye değişime uğramış sayabilir miyiz? Şayet böyleyse “baba-yasa”ya mı geçilmiş olur?…
Tarih içinde gelip geçmiş ve değişirekte olsa var oluşunu kendine has kültürel ve simgesel bağlarıyla sürdüren milletlerde rastlanan “hakana, şehzadeye, lidere, başkana, şefe” vs sorgusuz itaat, bağlılık ve sadakatin genelde ortak kabul olduğu yadsınmaz.
Öyle adlandırıldığı için diyelim ortaçağda hakanlık, prenslik, liderlik, başkanlık, şeflik her ne kadar şahısla, müşahhas temsille bilinse de,
Gerçekte itaatin ve saygının şahısla irtibatlı olmayıp, şahsın ait olduğu veya temsil ettiği, ait olduğu yere has kabul edilmiş “aileden, boydan, soydan” kaynaklı olduğu görülür.
Şahsın becerikli yahut vasat olması işin detayıdır esası değil. Nitekim iktidar değişimi o aile, soy, boydan birine geçişle sonuçlanmıştır…
Tarihsel ilerleyişte ve sosyal değişimin modern çağa erişiminde o irtibat, şahsi olmaktan çıkar “kurumsala” dönüşür. Artık aile, soy, boy yoktur kurumsallık vardır.
Elbet kurumların da kuralları, yasaları veya töreleri vardır.
Bu değişimle itaat ve bağlılık artık kurumlara yapılır. Fakat burda da kurum kaynaklı olmak kaydıyla, itaat ve bağlılık kurumların başındakilere yapılır. Buraya gelenlerin becerikliliği veya vasatlığı da detaydır, esas olan kurumlardır.
Nitekim sıklıkla duymaya alıştığımız “kuruma saygı” söylemi bunu ifade eder.
Başka bir deyişle yetersiz ve vasatsa olsa kurumların başındakilere gösterilen itaat ve saygı, kuruma duyulan saygı nedeniyle diye kutsanıyor…
Tahlilimiz doğruysa tarihsel akış içinde izlenen bu iki tür itaat ve saygı kutsamasının, eskilerde aileye ve kabileye, yenilerde kurumsallığa ve hukuka dayandığı tespit edilir.
Dolayısıyla ve aslında itaatin ve saygının aileye veya kabileye mensubiyetle başlayıp, kendini yenileyerek kurumu ve kuralları temsille yoluna devam ettiği söylenir…
İşin özüne bakılırsa itaat ve saygı bakımından kurulan irtibat, kuramsal bir değişime uğramadığı, iki durumda da imtiyazlı, sorgulanmaz ve yargılanmaz bir zümrenin bir çeşit kutsamayla korunma zırhına büründüğüdür…
Hep mi böyle gitti?kutsanmışlık hiç mi değişmedi? Tabii ki hayır.
İnsanlık tarihinde bir tek İslam değiştirdi bunu; müntesipleri her çağda bunun sürekliliğini sağlayamasa da!..
İslam dini o türlü kabullenilmiş kutsamayı batıl saydı, hurafe yaptı. iki şeyle yıktı geçti doğrusunu gösterdi:
1: İnsanları “kan, aile, soy, servet” dayanaklı; “yönetici yönetilen, emreden itaat eden” dayanaklı; “dil inanç renk cinsiyet bölge” dayanaklı ayırımcılığı reddetti: “Herkes Ademin çocuklarıdır, bu bakımdan kimsenin kimseye, milletin millete üstünlüğü yoktur” diye kökten iptal etti.
2: Kabile, kavim, karye, toprak, millet, devlet sınırlarında hapsedilmiş insana bu sınırları aştırdı ve özgürleştirdi: Aklına ve boynuna vurulmuş zincirleri kıran insana değer verdi, yüceltti: Her ne işte veya pozisyonda olursa olsun, kamusu özeli ayırt etmeden insana kişisel sorumluluk yükledi: Herkesi aynı şeri hukukla hak ve yetki sahibi kıldı: Ahiretteki hesabı şahsileştirdi…
Her milletin kendine has olduğu gibi insanlık ailesine mensupluk kaynaklı töresi vardır: Olumlusu da olumsuzu da olmak kaydıyla.
Fakat onlar çoklukla yereldir, nadiren bölgeseldir ama evrensel değildir. Kıymet ölçüsü mukayeseli terazide tartılır.
İslama gelince, o farklılıkları veya töreleri doğal kabul eder, yok saymaz. Ama birini diğerine üstünlük kaynağı olarak kabul etmez. Bunların cümlesini başka bir forma sokup başkalaştırır.
Aynı şekilde modern çağın “kültü” sayılan “bazılarının doğuştan üstün ırk” olduğu safsatasını elinin tersiyle iter.
Çünkü islam tarihin ve toplumun dışından gelmedir.
Dolayısıyla yukarda sayılan nedenlerden dolayı kabile ve kavimlerin kendi arasında sürdürdüğü üstünlük yarışları, kendilerinin veya global emperyalist sistemin dayatmasının sorunudur; İslamın değil…
Modern çağda genel kabule ve yarışa konu olan “doğuştan üstünlük” tezi tam bir sömürgeci öğretisidir; çünkü burda hegomonik dürtü söz konusudur. Bunun dayanağıysa “Sosyal Darwinizm”dir.
Darwin tezini toplumsal ve siyasal alana değil doğaya, doğa kaynaklı araştırmaya dayandırmış, burayla sınırlamıştı. Fakat emperyalistler ve bunların bilimcileri o tezi tarihe, sosyolojiye ve ekonomiye uyarladı.
Ve “vahşi” doğada olduğu gibi toplumsal hayatta da güçlünün zayıfı yiyip semirmesi, yaşamak ve ilerlemek için dejavantajlıyı öldürmeyi savundu.
Buysa tarihin, sosyolojinin, iktisadın, hukukun, lenguistiğin, dış politikanın ve devletin nasıl ideolojik karakterli olduğunu gösterdi.