……………..
Yüce Allah’ın kitabında ifadesini bulan İlahi sistemi hakem tutmak; “olsa da olur olmasa da” türünden bir nafile, insanın gönüllü tercihine bırakılmış fazladan bir iş değildir. Çünkü o imandır; o ya vardır ya da yoktur; bir başka şık düşünülemez.
“Allah ve Peygamber bir konuda hüküm verince mümin erkek ve kadınlar için artık o konuda tercih yapmak sözkonusu olamaz.’ Ahzab Suresi, 36
“Sonra sana bir şeriat düzenleyip sunduk; ona uy, (gerçeği) bilmeyenlerin arzularına uyma. Bunlar senin Allah’tan beklediklerinin hiçbirini karşılayamazlar. Hiç şüphesiz zalimler birbirlerinin dostudurlar. Allah da günahtan sakınanların dostudur.” Casiye Suresi, 1 8-19
Şu halde mesele ciddidir. Mesele, özü itibariyle inanç meselesidir. Sonra da şu insanlığın mutluluğu ya da mutsuzluğu meselesi. .. Kendisi de Allah’ın bir eseri olan şu insanlık, fıtri yapısının kilitli hücrelerini ancak Allah yapısı anahtarla açabilir, fıtratının hastalıklarını ve bunalımlarını sadece yüce Allah’ın elinden çıkma ilaçlar ile tedavi edebilir. Yüce Allah bütün kilitli kapıların anahtarlarını ve bütün hastalıkların ilaçlarını kendi sistemine yerleştirmiştir.
“Allah, hiç şüphesiz, göğüslerin (kalplerin) özünü bilir. Yaratan bilmez mi hiç? ‘O latiftir ve her şeyden haberdardır.’ ‘ Mülk Suresi, 13-14
İşte yolunu sapıtmış, zavallı ve şaşkın insanlığın mutsuzluğu bundan kaynaklanıyor. Bu insanlık, nasıl ki basit bir teknik cihazı bu cihazın küçük yapıcısına götürüyorsa, fıtratına ilişkin problemlerde de bu fıtratın büyük yaratıcısına başvurmadıkça doğru yola, huzura ve mutluluğa kesinlikle eremeyecektir. · İslam’ın önderlikten uzaklaştırılması, iktidardan düşürülmesi insanlık tarihinde korkunç bir olay, insanlık hayatını mahveden uğursuz bir gelişmedir. Öyle ki, insanlık o güne kadar başına gelen talihsizlikler içinde bu kadar talihsiz olanını hiç yaşamamıştır. İslam önderliği ele aldığında yeryüzü, düzensizliğe ve dengesizliğe boğulmuş, hayat çürümüş, yönetimler kokuşmuş, insanlık bu kokuşmuş yönetimlerin eli ile katlanılmaz acılar tatmış, kısacası.
“İnsanların kendi elleri ile yaptıkları kötülükler yüzünden karaları ve denizleri kargaşa (huzursuzluk, anarşi, istikrarsızlık) kaplamıştı.” Rum Suresi, 41
İşte İslam bu bozuk ortamda Kur’an’la, Kur’an’ın getirdiği yeni düşünce ile ve bu düşünceden kaynaklanan şeriatla, hukuk sistemi ile yönetimi teslim aldı; Bu olay, insanlık için yeniden doğuş anlamına geliyordu. Öyle bir yeniden doğuş ki, aslında ilk doğumdan, ilk yaratılıştan daha önemli idi. Kur’an-ı Kerim varlık bütününe ilişkin, hayata ilişkin, değer yargılarına ve sosyal kurumlara ilişkin olarak insanlığa yeni bir düşünce sistemi sundu.
Bu düşünceye paralel olarak orjinal, başkalarına hiç benzemeyen bir toplumsal pratik gerçekleştirdi. Kur’an-ı Kerim bu sosyal pratiği gerçekleştirmeden önce insan onu hayalinde bile tasarlayamamıştı. Evet, bu somut sosyal pratik öyle temiz, çekici, yüksek düzeyli, sade, kolay uygulanabilir, gerçekçi, yapıcı dengeli ve tutarlıydı ki, eğer Allah onu insanlığa sunmasa, Kur’an’ın, Kur’an metodunun ve Kur’an kaynaklı şeriatın ışığı altında onu hayatta uygulamasaydı insanlık onu tasavvur dahi edemezdi. Sonra, insanlığın belini büken o uğursuz gelişme oldu ve İslam yönetimden uzaklaştırıldı, iktidardan düşürüldü. Onun yerine Çok sayıdaki kılıklarından birine bürünen cahiliye yeniden iktidara geldi, yönetim yetkisini bir kez daha devraldı. Cahiliyenin bu yeni kılığı, günümüzde insanlığın tapınma derecesinde benimsediği maddeci düşünce biçimidir.’ Günümüz insanı küçük çocukların cicili-bicili elbiselerden ve renkli oyuncaklardan hoşlandığı gibi cahiliyenin bu yeni şeklini isteyerek benimsemiştir.
Günümüzde İnsanlığa düşman bir çete ile karşı karşıyayız. Bu çetenin işi gücü insanları yanıltmak, zihinleri karıştırmaktır. Bunlar önce ilahi sistemi terazinin bir kefesine ve insanoğlunun madde dünyasındaki keşif ve icatlarını öbür kefesine koyuyorlar, arkasından da insanlığa dönerek şöyle diyorlar; “Buyur seç, bunlardan istediğini tercih et bakalım. Ya Allah’ın hayata ilişkin sistemini seçer ve insanoğlunun madde dünyasındaki tüm keşif ve icatlarını bir yana bırakırsın ya da insan kaynaklı bilgi birikiminin ürünlerini tercih eder ve ilahi sistemi bir yana atarsın!.”
Bu, iğrenç ve alçakça bir aldatmacadır. Meselenin aslı, kesinlikle böyle değildir. İlahi sistem, insanın gerçekleştirdiği keşif ve icatların düşmanı değildir. Aksine o, bu buluşları ilk başlatan, ona ortam hazırlayan ve istikametini doğru yöne çeviren bir sistemdir. Amaç, insanın yeryüzü halifeliği fonksiyonunu başarı ile yerine getirmesidir. Bu imtiyazı insana Allah bağışladı, onu bu görevi başaracak imkânlarla donattı, ona omuzlarına bindirilen bu yükümlülüğün üstesinden gelecek potansiyel güçler verdi, bu görevi gerçekleştirmesine yardımcı olacak evrensel kanunları onun yararına sundu; yaşayabilsin, çalışabilsin, keşif ve icatlar ortaya koyabilsin diye kendi yapısı ile evrenin yapısı arasında uyum meydana getirdi.
Üstelik· ilahi sisteme göre, insanoğlunun bilim alanındaki buluşları Allah’a yönelik bir ibadettir, onun büyük nimetlerine karşılık somut bir şükür tezahürüdür, halifelik. Sözleşmesinin Allah’ın rızası çerçevesi içinde çalışmak ve didinmek şeklindeki temel şartına bağlı kalma göstergesidir. Böyle olduğuna göre ilahi sistemi terazinin bir kefesine ve madde alanındaki insan kaynaklı bilimsel buluşları öbür kefesine koyanlar insanlığın zararına çalışan, kötü niyetli, kimseler. Yolunu şaşırmış ve bitkin düşmüş insanlık, ne zaman uçsuz-bucaksız çöllerde taban tepmekten, şaşkınlıktan ve sapıklıktan bıkarak iyi niyetli kılavuzun sesini dinlemeye, ne zaman mahvedici belirsizlikten kaçarak yüce Allah’ın himayesine sığınmaya niyetlense bu çete onun peşini bırakmıyor.
Bu konuda bir başka grup daha var ki, bunlarda eksik olan şey, iyi niyet değildir. Bunlar kapsamlı bilinçten ve derin boyutlu idrakten yoksundurlar. Bunlar insanoğlunun madde alanındaki buluşları karşısında hayranlığa, teknolojik başarılar karşısında dehşete kapılırlar. Bu hayranlık ve dehşet duygusu, onların kafalarında doğa güçleri ile imandan kaynaklanan değer yargılarını ve bu değer yargılarının gerek evrende ve gerekse pratik hayatta beliren etkilerini, sonuçlarını birbirinden ayırır, bunun sonucu olarak tabii kanunlar ile iman kaynaklı değerleri birbirinden kopuk, ayrı birer alan olarak algılarlar. Bunlar öyle zannederler ki, tabii kanunlar, iman kaynaklı değerlerden etkilenmeksizin kendi yollarında ilerlemeye devam ederler; insanlar ister mümin ister kâfir olsunlar, ister yüce Allah’ın sistemine uysunlar, ister ona yan çizsinler, hükümlerini ister Allah’ın kanunlarına, ister insanların keyfi arzularına dayandırsınlar bu kanunlar sonuçlarını vermeyi sürdüreceklerdir.
Bu görüş asılsız bir saplantı, ham bir hayaldir. Bu saplantı, aslında birbirinden ayrı düşünülmesi mümkün olmayan iki ilahi kanun türünü birbirinden koparmaktadır. Çünkü iman kaynaklı değer yargıları da, tıpkı evrensel tabii kanunlar gibi, Sünnetullah’ın, ilahi kurallar sisteminin ayrılmaz bir parçasıdırlar; bu iki kuralın sonuçları birbirleri ile sıkı sıkıya ilişkili, hatta iç içedirler; müminin bunları birbirinden ayrı şekilde algılaması ve ayrı düşünmesi için hiçbir haklı gerekçe yoktur. İşte Kur’an-ı Kerim; kanatları altında yaşayan vicdanlarda bu düşünceyi oluşturur; bu düşünceyi oluşturmak, pekiştirmek amacı ile daha önce inen ilahi kitapların ümmetlerinden söz eder, onların bu kitaplarından uzaklaşmalarını ve bunun neticesinde kaçınılmaz biçimde ortaya çıkan kötü sonuçları anlatır.
……………………