Sebeplerin uygulanması sırasında yükümlünün (mükellefin), sonuçlara (müsebbeblere) yönelik özel bir niyet veya yönelme içinde olması gerekmez.
Yükümlüden istenen şey, sadece belirlenmiş hükümler doğrultusunda hareket etmesidir.
Bu hükümler ister “sebep” olsun ister başka türden bir şey olsun, ister gerekçelendirilebilen (bir illete bağlanabilen) türden olsun, ister gerekçelendirilemeyen türden olsun — fark etmez.
Delilimiz (dayanağımız) şudur:
1. Daha önce de geçtiği gibi, sonuçlar (müsebbebler), hükümleri koyan ve sebepleri belirleyen Allah’a aittir.
Bu sonuçlar, insanın (mükellefin) gücü ve iradesi dâhilinde değildir.
Sonuçların insanla doğrudan bir ilgisi bulunmadığına göre, onun uyması gereken şey ancak kendi fiiline (kendi çabasıyla yaptığı şeye) ilişkin olandır; bu da sebeptir.
Bunun dışındaki şeyler insan için bağlayıcı değildir.
İstenilen de budur.
2. Ayrıca, dinen yapılması istenen bazı şeylerde, nefsin (insanın iç arzularının) haz duyduğu veya ona meylettiği bazı yönler bulunabilir.
Bu durum, o fiilin “emredilen” şeyler arasında yer almasını engelleyebilir.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.), kamu görevi gerektiren sorumluluklara kendiliğinden talip olan kimseleri görevlendirmezdi.
Hâlbuki dinî velayetlerin tamamı, ya farz (zorunlu) ya da mendup (tavsiye edilen) düzeyinde yapılması istenen işlerdir.
Ancak Peygamber (s.a.v.), bu konuda muhtemelen nefsin hazzını ön plana çıkarabilecek durumları dikkate almış ve görevleri bu tür arzularla isteyenlere vermemiştir.
Çünkü bu tür işlerde hazların dikkate alınması, ileride görüleceği gibi, istenmeyen sonuçlara yol açabilir.
Peygamber (s.a.v.) bu hassasiyeti mübah (dinen serbest) olan konularda dahi göstermiştir.
Nitekim şöyle buyurmuştur:
“Senden bir beklenti olmadan bu maldan sana geleni al.”
Yani, malı (nimeti) alırken nefsin bir beklenti içinde olmaması şart koşulmuştur.
Bu da, kişinin beklenti hâlindeyken o malı almasının farklı bir hükme girdiğini gösterir.
Bunu açıklayan başka bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
“Kim bir malı hakkı ile alırsa, o mal kendisi hakkında bereketli kılınır.
Kim de haksız yere alırsa, o kimse yiyip yiyip doymayan obur kimse gibi olur.”
Mala “hakkı ile sahip olmak”, o mal üzerindeki Allah hakkını unutmamak demektir.
Bu da, malı alırken nefsin beklentilerinden arınmış olmanın bir sonucudur.
Aksine, hakkını vermeden almak, bu dengenin bozulması anlamına gelir.
Bir başka rivayet bu anlamı açıklar:
“Kendisinden yoksula, yetime ve yolcuya verilen mal, Müslüman kimse için ne güzel arkadaştır.”
veya
“Kim hakkını vermeden onu alırsa, o kimse yiyip yiyip doymayan biri gibi olur ve o mal kıyamet gününde aleyhine şahitlik eder.”
3. Bu konularda örnek aldığımız ümmetin ibadet ehli (âbid) kimseleri, amellerini nefsin bu tür arzularından uzak tutmak için gayret göstermişlerdir.
Hatta nefsin, bazı salih (iyi) amellere yönelişini, kendi hazlarına ulaşmak için kurduğu hile ve tuzaklar olarak görmüşlerdir.
Bu sebeple, amellerin çatışması ve öncelik sıralaması konusunda şu kuralı geliştirmişlerdir:
Nefsin hoşuna gitmeyen veya nefsin zorlandığı amel öne alınmalıdır.
Hatta öyle ki, onların bütün amelleri, nefsin arzularına karşı durma ilkesi üzerine kurulmuştur.
Bu kişiler, yaşantılarıyla örnek alınması gereken kimselerdir; çünkü onların ittifakı (icmaı), dini anlamda geçerli bir delildir.
Bu da, sebepler işlenirken sonuçlara (müsebbeblere) yönelik özel bir niyetin bulunmamasının geçerliliğine delil olur.
Hz. Peygamber (s.a.v.), Cebrâil’in “İhsan nedir?” sorusuna şöyle cevap vermiştir:
“Allah’ı görüyormuşçasına O’na ibadet etmendir; her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni görür.”
Kişinin şeriat çerçevesinde yaptığı bütün davranışlar ibadet sayılır.
Allah’ı görüyormuş gibi ibadet eden bir kimse, ibadete başladığında nefsine ait hiçbir arzuyu içinde taşımaz.
İnsan bir şeye tamamen yöneldiğinde, diğer her şeyi unutması ilahî bir kanundur.
Bu anlam Gazzâlî ve benzeri âlimler tarafından da açıklanmıştır.
O hâlde meşru (dinen geçerli) sebepler ortaya konulurken, sonuçlara yönelik özel bir niyetin veya yönelmenin bulunması şart değildir.
Bu hüküm, yalnızca meşru sebepler için değil, gayrimeşru (dinen yasak) sebepler için de geçerlidir.
Sonuçlara yönelik niyetin bulunmaması, sebeplerden doğacak sevap veya günahı etkilemez.
Çünkü bu sonuç, sebepten sonucu çıkaran Allah’a aittir.
Bu bağı kuran şey “sebeptir; kulun niyetinin bulunmaması değil, ancak sebepte eksik olan bir şart veya tamamlayıcı unsurun yokluğu sonucu ortadan kaldırabilir.
