02 Ara 25 - Sal 9:09:am
Koyu Açık

Blog Post

Fikir Yorum > Fikir yorum > Başka Bir Açıdan İslamcılık 

Başka Bir Açıdan İslamcılık 

Bir meseleyi/olguyu gereği üzere anlamanın doğru yöntemi, onun tarihsel kökenini, varoluş şartlarını ve gelişimini bilmektir.

Modern çağda zuhur ediş haliyle İslamcılığın tarihsel kökenine; ortaya çıkışını sağlayan siyasal askeri ve iktisadi şartlara; devlet merkezli bağımlı veya bağımsız politik tutumuna ve süreçteki gelişimine dayanarak şöyle bir fotoğraf çekebiliriz..

Osmanlı devleti yaşlanmış, çağdaşı tüm benzer devletler gibi tarihsel ömrünü doldurmuş, Avrupa merkezli iktisadi siyasi ve emperyal yenidünyadaki gelişmelere karşı dirense de, köklerinden hareketle gençleşemeyip kaçınılmaz akıbete doğru gidiyor.

Bu günden baktığımızda görebildiğimiz ama o gün içerden hissedilen olumsuz gidişattan kurtulmak ve eski gücüne kavuşmak için çareler ve yollar aranıyor.

Başı derde düşen devlet, Osmanlı milletler sistemine bağlı siyasal düzenin mali ve askeri maliyetini kaldıramıyor, toprak kaybını engelleyemiyor, Avrupa merkezli yeni dünyanın çekim alanına kapılan “milli-ulusal unsurların” kopuşunu önleyemiyor..

Böylesi bir tarihsel bağlamda, siyasal iktisadi ve askeri koşullarda “üç tarz-ı siyaset” olarak tasnif edilebilen farklı üç çözüm önerisi ortaya çıkıyor: Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük.

1: Osmanlıcılık. İttihad-i Osmani, merkeze bağlı müslim gayr-ı müslim milletler birliği.

2: İslamcılık. Gayrı müslim milletler bağımsızlığını elde edip merkezden kopunca, İslam milletleri birliğini korumak, ümmetçilik.

3: Türkçülük. Batıcılık. Sanayileşmiş Avrupa gibi ilerlemeci, kalkınmacı, pozitivist bilimci, laik, ulusçu, cumhuriyetçi, kapitalist medeniyetçi.

Bu üç siyaset tarzı, Osmanlı devletinin değişen dünya şartlarına uygun geliştirdiği ideolojik siyasi teoriler, devletin sırasıyla pratiğe döküp uyguladığı politikalar..

Üç tarzdan ilki tutmadı çünkü gayr-ı müslim milletler imparatorluktan ayrılmış kendi ulus devletlerini kurmuştu.

İkincisi tutmadı çünkü Müslüman milletlerde Osmanlıdan ayrılıp Türkçüler gibi kendi ulus devletlerini kurma peşine düşmüştü.

Üçüncüsü elde kalan zorunlu seçenekti, çağdaş dünyanın “materyalist terakkisi”yle de uyumluydu.

Süreç materyalist terakkici Türkçülerin galip çıkarak ilkin devlette söz sahibi olması, liberal kapitalist dünya sistemi lehine reformları ikmal etmesi ve sonunda devletin rejimini değiştirip iktidar olmasıyla neticelendi..

Üç tarz-ı siyasette galip gelenlerin iktidarında aydınlanma sonrası Batı Avrupa’da yapılıp edilenler kopyalanıp transfer edildi. Osmanlıdan elde kalan milli sınırlar içinde hükümran olan Türk devletiyle Türklük çakıştı; tarihiyle, diliyle, edebiyatıyla, milli pazarıyla, milli sembolleriyle “Türk kimdir”in kimliği ve kimlik unsurlarının inşası başlatıldı.

Ulus paradigmasının doğal semptomları olarak farklı inanca mensup Aleviler ve farklı ırka dayalı Kürtler için entegrasyona, içerde kalmış farklı mezheplere bağlı Hristiyanlar azınlık statüsüne dönüştürülürken, Yahudiler Osmanlıdaki statüsünü ve pozisyonu korudular..

Avrupa merkezli ulusçuluğun yayıldığı çağda her yerde ortaya çıkan patolojik sorunlar, bir süre bastırılsa da sonunda önü alınmaz hastalıkları ortaya çıkartıyor: Dini ya da etnik ya da toprak temelli ulusal bağımsızlık hareketleri.

Ulusçuluğun icat olduğu sanayileşmiş Batı Avrupa’da bu sorunlar çözüldü, çünkü onlarda hem toplumların sınıfsal yapısı, hem iktisadi imkânlara erişim, hem hukuki eşitlik ve hem de siyasal uzlaşı tesis edildi. 1645 Viyana anlaşmasıyla komşularla çatışmazlık anlaşması sürdürüldü.

Cumhuriyeti ithal eden diğer ülkelerdeyse yapısal ve kültürel farklılık nedeniyle ulusçu paradigmanın semptomlarından kaçış olmuyor! Sınır Komşularıyla istikrarlı ilişkiler sürdürülemiyor.

Dolayısıyla burada üç siyasi tarzın sonuncusu kendini yeniden üreterek devam ediyorken, hem bölünme kaygısıyla muhalefete alan açılamıyor, hem de ulusçu politikanın doğal sonuçlarını tepkisel olarak üretiyor..

Türkiye’deki bir türlü durulmayan ve normal dengesine oturmayan siyasi iktidar çatışmasının ve toplumsal kültürel kamplaşmanın arka planında, bu tarihsel mirasın ve felsefi yaklaşımın belirleyici olduğu söylenmeli.

O üç tarz siyaset mensuplarının toplumsal ve kültürel karşıtlığı su yüzüne kendi adıyla çıkmasa da, siyasal partiler aracılığıyla dip dalga olarak varlığını sürdürüyor. 

Aradan geçen onca zamana rağmen üç siyaset tarzının elitleri kendi içinde hala uzlaşmış, ortak kabul edilmiş bir hukuk dahilinde ve iyi bir yaşam biçiminde  buluşmuş değil..

Bu işin birde devlet felsefesi; idare tarzı; iktisadi imkanlar, hukuki teminat, siyasi adalet ve sorun çözme alışkanlığı tarafı var: Cumhuriyet hem devlet olarak şeklen, hem artan sayısı ve çeşitliliğiyle kurumsal olarak, hem de devlet kültürü itibarıyla Osmanlıdır. Osmanlı’nın da Fatih sonrası devresidir..

Bu bağlamda söylenmeli ki üç tarz siyasetin üçü de varoluş şartları nedeniyle devlet ideolojisidir, seçenekler olarak devletin masasında tutulmaktadır: Dünyadaki siyasi, iktisadi, hukuki ve askeri şartlara uygun olarak birinin öne çıkartılıp diğerlerinin geri planda tutulması, onların tasfiye edildiği anlamı taşımıyor.

Bu paradoksal görüntü, Türkiye’deki ekonomik ve siyasal kaynaklı sınıflaşmanın, sosyal, toplumsal ve kültürel kutuplaşmanın ve ezeli rekabetin en etkili görüntüsüdür. Devletin becerisiyse bu paradoksu uyumlulaştırmasıdır..

Devleti, toplumsal işler için karar alma süreci ve mekânı olarak düşündüğümüzde, alınan her kararda o üç tarz-ı siyasetin etkileri ve tarafları kendini hissettirir. Kantarın topuzunun bazen bir tarafa kaydırılması geçici olup ana denge bozulmuyor..

Bağlarsak, İslamcılık “hala” bir devlet ideolojisi, devletçi bir siyaset tarzı mıdır? Şayet böyleyse devleti ele geçirme arzusu, iktidar olduğunda ötekiler gibi devlet imkânlarından daha fazla yararlanma maksadıyla konumlanmış bir siyasetle sınırlı kalacak.

Değilse dünya görüşü temelinde konumlanmış, devletle ne yapacağını önceden planlamış, devletten bağımsız bir strateji yürüten siyasal bir toplum olacak, tarihsel zaman ve sosyal şartlar değişse de hakikatin şahitliğini sürdürecek..

Yakın tarihi tecrübede iktidar oldukları ülkelerde İslamcıların ilk şıkka sıkıştığı, ulusçu paradigmayı dinden meşruiyetle yeniden ürettiği, farklılıklara tanınacak hukuki güvencede zayıf kaldığı söylenebilir.

Kuramsal ve doktriner taraftan bakıldığındaysa İslamcılığın bidayetten bu yana kendi iddialarıyla, özgün stratejisiyle, devletlerden bağımsız bir siyasal toplum örgütlenmeleriyle var olmaları beklenir.

Buna sebep, İslamcıları İslamcı yapan İslam’ın kendisi, modellenmiş referanslarıyla kendine has dünya görüşüdür.

Tarihsel taraftan bakıldığındaysa İslamcılık tarihin zaten kendisidir, diğerleri bu tarih içindeki sapmalardır. Bu bilinç İslamcıyı sahih hatta tutan sebeptir.

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir