07 Ara 25 - Paz 9:09:am
Koyu Açık

Blog Post

Fikir Yorum > Fikir yorum > İslamcılığı Yeniden Düşünmek: Devletin Gölgesinde Bir Arayış

İslamcılığı Yeniden Düşünmek: Devletin Gölgesinde Bir Arayış

Türkiye’de “İslamcılık” tartışması uzun zamandır aynı kelimelerle, fakat farklı niyetlerle yapılıyor. Kimisi için İslamcılık, geçmişin saf idealinin bugüne yansımasıdır; kimisi için ümmetin bağışıklık sistemidir; kimisi için Osmanlı çöküşünün siyasal bir alternatifi; kimisi için ise merdiven altı cemaatlerin meşruiyet aracı… Fakat bütün bu tartışmaların üstünde, çoğu zaman atlanan bir gerçek duruyor: Türkiye’de İslamcılık hiçbir zaman devletten bağımsız bir hareket olmadı; devlet, İslamcılık anlayışının biçimini, sınırlarını ve meşruiyetini belirleyen en büyük aktör oldu.

Geçen hafta yayınlanan dört farklı yazarın, dört farklı yönden baktığı İslamcılık tartışmasını anlamak için önce şu sorunun cevabını aramak gerekiyor:

Devletin gölgesi olmadan bir İslamcılık tartışması yapılabilir mi?

 Dilipak’ın kırılma tespiti: Ruhunu kaybeden bir hareket

Abdurrahman Dilipak, “Siyasal İslam mı dediniz?” derken aslında devletle kurulan ilişkinin nasıl bir dönüşüme yol açtığını anlatıyor. Ona göre İslamcılık, bir dönem devleti dönüştürmek isterken; bugün devletle bütünleşmiş, bürokratikleşmiş ve ruhunu kaybetmiş durumda.

Devletin himayesine giren İslamcılık, idealizmini yitiriyor; muhafazakârlık siyasallaşıyor; dindarlık, kişisel bir ahlâk alanından çıkarak “iktidar kültürüne” dönüşüyor. Dilipak’ın kırılma dediği nokta burada: İslamcılık, devletin ideolojik diline eklemlendikçe kendi varlık gerekçesini tüketiyor.

 İnce’nin savunmacı yaklaşımı: Devlet baskısı ve ümmet refleksi

Vahdettin İnce ise meseleye başka bir yerden bakıyor. Ona göre İslamcılık, dış baskılar karşısında bir savunma hattıdır. Bu tez, yine devlet faktörüne dayanır: İslamcılık hedefteyse, bunun nedeni devletin modernleşme, güvenlik, sekülerleşme gibi kaygılarının daima üstte tutulmasıdır.

İnce’ye göre İslamcılık, devlet tarafından bastırıldıkça veya kriminalize edildikçe daha çok bir “bağışıklık sistemi” işlevi görüyor. Böylece hareket, siyasal bir proje olmaktan çok, kültürel ve dini bir direniş refleksine dönüşüyor.

Ne var ki bu refleksin bile sınırları devlet tarafından çiziliyor: Hangi alanda konuşulur, ne kadar görünür olunur, nerede durulur… Hepsi devlete göre.

 Hüseyin Alan’ın tarihsel çerçevesi: Devlet tercihlerinin belirlediği İslamcılık

Hüseyin Alan’ın yazısı ise tartışmayı daha geniş bir zemine yayıyor. İslamcılık, Osmanlı’nın son döneminde üç siyasal seçeneğin biri olarak doğuyor: Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslamcılık.

Bu üç seçenekten hangisinin galip geleceğini belirleyen şey ise yine devletin yönelimidir.

Osmanlı çöküşünden Cumhuriyet’e geçişte devlet seçimini Türk ulusçuluğundan yana yapınca, İslamcılık otomatik olarak siyasal merkezden dışarı itildi. Yani İslamcılık ideolojik bir tercihten çok, devletin tercih etmediği için marjinalleşmiş bir siyasal seçenek haline geldi.

Bugün “İslamcılık geri döndü mü, dönmedi mi?” tartışmalarının kökeninde de bu tarihsel karar yatıyor. Devlet, dönem dönem İslamcılığı kullanıyor; dönem dönem kenara bırakıyor. Bu nedenle hareket hiçbir zaman kendi doğal evrimini yaşayamıyor; hep iktidara yakınlaşan veya ondan uzaklaştırılan bir “siyasal pozisyon” olarak kalıyor.

 Ocaktan’ın eleştirisi: Devlet beslemesi ‘merdiven altı İslamcılık’

Mehmet Ocaktan ise tartışmanın en güncel ve en acı tarafını gösteriyor: Bugün ortalıkta dolaşan “merdiven altı İslamcılık” diye adlandırdığı yapıların büyük kısmı, devlet eksenli güç ilişkilerinden besleniyor.

Dinî değerlerden çok çıkar ilişkilerine yaslanan; etik, ahlâk ve adaleti ihmal eden; devlet imkânlarını paylaşma düzenine eklemlenmiş bu kesimler, İslamcılığın toplumsal itibarını zedeliyor. Ocaktan’ın eleştirisi net:

Devletle kurulan çıkar ilişkisi, hem solu hem İslamcılığı zehirledi; ortak bir toplumsal dil ve ahlâk zemini çöktü.

 Bu dört bakış bir araya getirildiğinde…

Ortaya çıkan tablo, İslamcılık tartışmasının aslında hiçbir zaman bir “din tartışması” olmadığını gösteriyor. Masada olan şey, daima şu üçlü ilişki olmuştur:

1) İslamcılık

2) Toplum

3) Devlet

Ve belirleyici olan çoğu zaman 3. maddedir: Devlet.

 Devlet İslamcılığa destek verirse, hareket genişler ama içi boşalır (Dilipak).

 Devlet İslamcılığı bastırırsa, hareket savunmacı bir bilinç haline gelir (İnce).

 Devlet İslamcılığı resmi çizginin dışında tutarsa, o zaman ideolojik bir seçenek olarak var olmaya çalışır (Alan).

 Devletle çıkar ilişkisi kuran marjinal yapılar İslamcılığı yozlaştırır (Ocaktan).

Dolayısıyla İslamcılığın bugünkü hâlini anlamak için önce şu soruyu sormak gerekir:

Devlet bugün İslamcılığı nasıl konumlandırıyor? Bir ideoloji olarak mı, bir meşruiyet kaynağı olarak mı, yoksa bir toplumsal mobilizasyon aracı olarak mı?

Bu sorunun cevabı, İslamcılığın geleceğini de belirleyecek.

 Sonuç: Devlet gölgesinden çıkmadan sahici bir İslamcılık mümkün mü?

Bugün Türkiye’de İslamcılığı tartışan herkes bir noktada aynı duvara çarpıyor:

Hareketin sınırları toplum tarafından değil, çoğu zaman devlet tarafından çiziliyor.

Bu sınırlar daraldığında hareket sertleşiyor; genişlediğinde ise ruhunu kaybediyor. Alan’ın tarihsel analiziyle, İnce’nin savunmacı yaklaşımı; Dilipak’ın dönüşüm eleştirisiyle Ocaktan’ın yozlaşma uyarısı — hepsi aynı yere işaret ediyor:

İslamcılık ancak devletin gölgesinden çıktığında kendini yeniden tanımlayabilir.

Aksi halde, bugünün “merdiven altı İslamcılığı”, dünün “siyasal İslamcılığı” ve yarının “post-İslamcılığı” arasında gidip gelen, ama kendi özgün rotasını hiçbir zaman bulamayan bir hareket olarak kalacaktır.

Gerçek soru artık şu:

İslamcılık bir gün devletin elindeki bir enstrüman olmaktan çıkıp, toplumsal bir ahlâk, adalet ve yönetim arayışına dönüşebilir mi?

Bu sorunun cevabı ise doğrudan Müslümanlığın önünde duruyor.

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir