İbrâhim b. Mûsâ eş-Şâtıbî’nin (ö. 790/1388) fıkıh usulünün temel konularını makāsıd açısından inceleyen eseri, El-muvâfakât’ın hukuki prensipleri belirlemede “Mekâsidu’ş şerî’a”yı eksene alması özelliği onu sahasında önemli bir kitap haline getirmektedir; bu da dinin güttüğü, gözettiği gayeler, maksatlar demektir.
Şâtibî’ye göre “ilimden maksat Allah’a kullukta bulunmadan başka bir şey değildir. “Şer’î hükümlerin dünya hayatında da faydayı hedeflediği konusu kesin delillerle sabittir.
Şâtibî’ye göre bir bilgiye kesin gözüyle bakabilmek için onu ilmî metotlarla tam istikra metodu ile,(tüme varım)elde etmek gerekmektedir. Ve kendisi, bu kitapta ele aldığı şer’i maksatları işte bu metotla ortaya çıkarmıştır.
Şâtibî, felsefeci bazı âlimlerin yaptıkları gibi akla öncelik vererek nasları – zahirleri ile almak ve anlamak mümkün olduğu halde – tevil ve gerçek manalarından saptırma yoluna gitmemiş, nakle (kesin ve açık nakle) öncelik vermiştir.
İslam dininin kurallarını belirlemede, nakil öne alınır ve kendisine uyulan kılınır, akıl ise geri alınır ve tâbi kabul edilir. İnceleme ve sonuca varma konusunda akıl ancak naklin müsaadesi ölçüsünde katkıda bulunur.
Pak ve yüce İslam şeriatının yükümlülükleri, insanları sadece dinin sultası altına sokmak için rast gele konulmuş değildir. Aksine onlar yüce şeriat sahibinin, insanların dünya ve ahiret sadetlerini birlikte sağlamak şeklinde ifade olunan maksatlarının gerçekleştirilmesi amacı ile konulmuştur.
İstisnasız bütün hükümlerde aşağıdakilerden birisinin bulunmasına riayet edilmiştir:
Ya dinin, insan hayatının, aklın, neslin ve malın korunması şeklinde özetlenen ve ‘zarûriyyât’ (zorunlu olanlar) diye isimlendirilen beş husustan birisi göz önüne alınmıştır.
Ya da ‘hâciyyât’ (gerekli olanlar) tabir edilen bir husus göz önünde bulundurulmuştur. Fıkhın ibadetler dışında kalan kısmı, muamelât kısmı bu gruba girer. Zarûriyyâttan sonra eğer bunlar da dikkate alınmasaydı, insanlar büyük bir güçlük ve sıkıntı içerisine düşerlerdi.
Ve yahut da ‘tahsîniyyât’ (güzel olan) adı verilen bir hususa dikkat edilmiştir. Bunlar en üstün olarak yaratılan insanın insanca yaşamasını, ahlâkî olgunluğa ermesini, adâb-i muaşerete uygun bir hayat tarzı sürmesini temine yönelik hususlardır.
Ve nihayet bu üç hususu tamamlamaya yönelik, onların gerçekleşmesine yardımcı olacak tamamlayıcı, güzelleştirici bir hususa riayet edilir.
Fıkhın düzenleme alanına giren hiçbir konuda (ibadetler, muamelât, cezalar), maksatsız bir hüküm serdedilmiş olması söz konusu değildir.
İslâm şeriatında hükümler maksatları gerçekleştirmek için vardır.
1. Mukaddime
“fıkıh usulü” kat’îdir, zannî yani kesinleşmemiş kanaat değildir. Bunun delili fıkıh usulünün şeriatın külli esaslarına dayalı olmasıdır. Şeriatın küllî esaslarına dayanan şeyler ise kat’idir.
Fıkıh usulü, ya aklî prensiplere, ya da şer’i delillerden elde edilen genel istikraya (tüme varım) bağlıdır; bu da aynı şekilde kat’îdir. Bu ikisine ilave edebileceğimiz bir üçüncüsü de bu ikisinden birleşik olandır. İki kat’îden birleşik olan da aynı şekilde kat’îdir.
Eğer bunlar zannî yani kesinleşmemiş kanaat olsalardı, o takdirde aklî olan bir hususa bağlı olmazlardı. Çünkü aklî olan hususlarda ‘zan’ yani kesinleşmemiş kanaat kabul edilmez. Ayni şekilde şer’i külli esaslara da bağlı olmazlardı. Çünkü zan ancak cüz’i meselelerle ilgilidir.
Eğer zannî yani kesinleşmemiş kanaat olanın, fıkhın esaslarından biri sayılması caiz olsaydı, ayni şekilde inançlar (akaid, usûlu’d-dîn) konusunda da esas olması kabul edilirdi. Bu ise ittifakla caiz değildir.
Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, esasın kat’î olması gerekmektedir; çünkü eğer zannî yani kesinleşmemiş kanaat olursa onun fasit olması ihtimâli ortaya çıkabilecektir. İstikra (tüme varım) ile bilinir ki, böyle bir şeyin dinde esas sayılması mümkün değildir.
2. Mukaddime
Usul ilminde kullanılan mukaddimeler yani öncüller, önermeler ve kendisine dayanılan deliller mutlaka kesin olmak durumundadır.
Çünkü eğer bunlar zannî olurlarsa, o takdirde istenilen neticeler de kesinlik ifade etmezler. Bu son derece açıktır.
1-Bunlar ya; akli öncüllere dayanırlar
vacib,(zorunluluk yada imkansızlık)
caiz (olabilir veya olmaya bilirlik)
muhal (mümkün olmayış) gibi üç hükümde ifadesini bulan aklî önermeler öncüllerdir;
2- Ya da örfe dayanırlar
yine aynı şekilde bu üç hükme dönük bulunan örfî (âdete dayalı) öncüllerdir yani başlangıç varsayımlarıdır.
Zira âdete dayalı olan delil ve öncüllerin de vacib, caiz ve muhal olanları vardır.
3- Veyahut da nakle dayanırlar
Bunların en üst düzeyde olanları, delâleti kati olmak şartı ile lafzi mütevatir olan haberlerle manevî mütevatir olan haberlerden elde edilenlerdir;
4- Yahut da şeriatın kaynaklarının istikrası (taranması) neticesinde elde edilen neticelerdir.
Şu halde bu ilimde söz konusu olan hükümler Üçü aşmayacaktır:
vâcib,
caiz
muhal.
Bu üçüne vuku (meydana gelme )ve adem-i vuku (Meydana gelmeme) de ilâve edilebilir.
Bir şeyin hüccet delil olup olmaması konusu ise, onun o şekilde yani delil olabilecek şekilde gerçekleşmesine bağlıdır. Bir şeyin sahih ya da gayr-i sahih olması ise bu üç hükme yöneliktir.
Bir şeyin farz, vacib, mendub, mübah, mekruh ya da haram olması ise usûl meseleleri içerisinde yer almaz. Bunları da usûl meseleleri içerisinde zikredenler, ilimleri birbirlerine karıştırmaları sonucunda bu hatayı yapmaktadırlar.
Usulü fıkıh, İslam hukukunun kaynaklarını ve bu kaynaklardan nasıl hüküm çıkarılacağını sistemleştiren bilimdir.
3. Mukaddime
Fıkıh usulünde aklî deliller, naklî delilleri desteklemek veya açıklamak için kullanılır. Aklî deliller tek başına delil olarak kullanılmaz.
Çünkü yapılan iş, şer’î bir konuda düşünmek ve bir neticeye varmak için çalışmaktır; akıl ise şâri’ (hüküm vaazına selahiyetli) değildir.
Şer’î deliller (Edille-i şer’iyye) temel referans kaynağıdır. Ancak, bu delillerin delâletinin kesinliği konusunda genel kabul gören bir durum yoktur ya da çok nadir bulunur. Başka bir deyişle, şer’î delillerin çoğu, mutlak kesinlik taşımaz; onların uygulanması ve yorumunun nakille örneklendirilmesi gerekir.
Deliller haber-i vâhid ise kat’îlik ifade etmedikleri açıktır. Mütevatir haberler iseler, bunların kat’îlik ifade etmeleri de, tamamı ya da büyük çoğunluğu zannî olan mukaddimelere önermelere bağlıdır. Zannî olan bir şeye bağlı olan şey de zannî olacaktır.
Mütevatir haberlerin kat’îlik ifade etmesi kesin bilginin[1] bulunmasına bağlıdır.
Şer’î delillerin kat’îlik ifade etmesi nadirdir. Geçerli olan kesinlik ifade eden deliller, bir konunun kat’îliğine delâlet etmek üzere ilgili bulunan pek çok zannî delillerin tümünden tümevarım yolu ile çıkarılan sonuç dolayısıyladır.
Çünkü beraberlikte, dağınık ve farklılıkta bulunmayan bir güç vardır. Bu yüzdendir ki, tevatür (nakledilen haberin sıhhatinde) kesinlik ifade etmektedir ve bu tevatürün bir nevidir. Konu ile ilgili delillerin tümevarım neticesinde kesin bilgi ifade eden bir sonuç ortaya çıkmışsa, işte bu aranılan delil olmaktadır. Bu bir nevi manevî mütevâtire benzemektedir, hatta bizzat onun kendisidir.
Hz. Ali’nin şecaatinin, Hâtim’in cömertliğinin kendilerinden nakledilen pek çok sayıdaki olaylardan çıkarılan sonuç neticesinde bilinmesi gibi İşte bu yolladır ki, namaz, zekât vb. Gibi İslam’ın beş esasının farziyeti (vücûbu) sabit olmuştur. Eğer böyle değil de, mesela bir kimse, namazın vücûbunu “namazı kılınız.” âyeti ya da bir başka delille ortaya koymaya kalkışsaydı, yalın olarak bu ayetle yaptığı delillendirme birçok açıdan geçersiz sayılacaktı.
İcmâ’nın sağladığı delil, herhangi bir şüphe veya itirazı kesip atan, net ve kesin bir delildir.
Birbirlerini destekleyen çok sayıda delil bulunduğu zaman, bunların tümünden o konu ile ilgili kesin bir (delâlet) ilgili oluş durumu çıkar.
Şeriatin şu zarurî beş esasın korunması için konulmuş olduğunda ittifak edilmiştir. Bunlar: din, nefis (can güvenliği), nesil, mal ve akıldır. Bunlardan her biri kendi başına ele alındığında dayandıkları deliller zannîdir. “namazı kılınız!” emri, nefsin korunması konusu vs. buna benzer daha nice hükümler ve bunların zannî delilleri neticesinde namazın vacibliğini ve öldürmenin haramlığını ‘yakin’ derecesinde öğrenmiş oluyoruz. Diğer şer’î kaidelerle ilgili durum da aynıdır.
İslam hukukunda “usûl” (temel prensipler) ile “furû” (uygulama kuralları) arasındaki fark: Furû: teker teker delillere dayalıdır. Bu nedenle, delillerin dayanağı zannidir. Sonuç olarak, furû’nun kendisi de kesin değil, zannî olarak kabul edilir.
Usûl: Usûl, delillerin genel sonuçlarına dayanır ve tümevarım yöntemiyle elde edilir. Yani, teker teker delillere değil, bu delillerin ortaya koyduğu genel sonuçlara dayanır. Bu nedenle, usûl daha genel ve kesin (kat’î) olarak kabul edilir. Bu fark, usûl ve furû arasındaki temel ayrımı ortaya koyar ve İslam hukukunda önemli bir kavramsal ayrımdır.
Belli bir nasla belirlenmemiş, şeriatin genel tasarruflarına uygun ve manası delillerden çıkarılmış her şer’î esas sahihtir; üzerine ahkâm bina edilebilir, kendisine müracaatta bulunulabilir. Tabiî bu esasın delillerin istikrası neticesinde ortaya çıkmış ve kat’îliği sabit olmuş olması gerekmektedir.
Çünkü daha önce de geçtiği gibi, deliller birbirlerine eklenmedikçe tek başlarına bir hükmün kat‘iliğini ispat etmezler; bu hemen hemen imkânsız gibi bir şeydir.
Küllî esas, kat’î olması durumunda, belli bir esasa eşit olur; hatta bazen belli esasın güçlülük ve zayıflık derecesine göre ondan üstün de olur. Bazen da belirli esaslar karşısında ikinci derecede (mercûh) kalır. Tercih bahsinde söz konusu olan birbirleri ile tearuz (çatışma) halindeki sâir belirli esasların hükmü burada da geçerlidir.
[1] Kullanılan kelimelerin anlamları ve nahiv (Arapça dilbilgisi) ile ilgili görüşlerin aktarılması. Kelimenin hem gerçek (müşterek) hem de mecaz anlamlarının kullanılması. Dini ve geleneksel (örf) yollarla bilgi veya hüküm aktarımı. Bir şeyi açıkça belirtmeden ima etmek veya gizli bırakmak gibi anlam farklılaşmaları. Genel bir hükmü sınırlamak veya belirli bir duruma indirmek. Kesin bir ifadeyi sınırlamak veya şarta bağlamak. Önceki bir hükmü geçersiz kılan yeni bir delil veya kanıt. Bir şeyi öne almak veya geriye bırakmak. Mantık veya akıl kurallarına ters düşen durumlar. Gibi hususların bulunmadığına dair kesin bilgi.
4. Mukaddime
Fıkıh usûlünde bazı meseleler vardır ki, bunların üzerine furû-ı fıkıh (detaylı İslami hukuk) ya da şer’î âdâb (dini adab) bina edilmemiştir ve bu konularda yardımcı olmazlar.[1]
Bu tür meselelerin fıkıh usûlüne dahil edilmesi yersizdir ve fıkıh usulünden sayılmazlar.
Fıkıh usûlü, “fıkıh” ile ilişkilendirilir ve bu isim, ona yardımcı olmasından, fıkıhta yapılacak ictihadları gerçekleştirme fonksiyonuna sahip olmasından dolayı verilir.
Bu nedenle, böyle bir fonksiyonu ve faydası olmayan şey, usûl-i fıkıhtan (fıkhın esaslarından) sayılmaz.
Üzerine furû-ı fıkıhtan bir meselenin bina edildiği her şeyin usûl-ı fıkıh cümlesinden olması gerekmez.
Eğer öyle olsaydı, nahiv (dil bilgisi), lügat (sözlük), istikak (türetme), tasrif (çekim), meânî (anlam), beyân (anlatım), aded (sayım), mesaha (ölçüm), hadis… gibi fıkhın uygulanması sırasında ihtiyaç duyulan ve meselelerinin bazıları üzerine bina edilen bütün ilimlerin usûl-i fıkıhtan sayılması gerekirdi.
Halbuki, fıkhın kendisine ihtiyaç duyduğu her şey onun usûlünden (esaslarından) değildir.
Fıkh’a izafe edilip de, üzerine fıkıh bina edilmeyen her esas, fıkhın esaslarından (usûlden) değildir.
Ancak, Arapça ile ilgili konulardan olup da usûl-ı fıkıhla köklü alakası olan bir konu vardır ki, bu “Kur’ân ve sünnetin Arapça olması” meselesidir.
Bu konudan maksat, Kur’ân yabancı menşeli kelimeler içerir veya içermez konusu değildir; çünkü bu, nahiv ve lügat ilminin konusudur.
Aksine, bu konudan maksat şudur: Kur’ân, lafızları, manaları ve kullandığı üslûpları ile Arapça’dır.
Dolayısıyla Kur’ân’ı anlamak, ondan hüküm çıkarmak ve istidlal (delil çıkarma) yapmak için, o dönemin Arap dilinde mevcut bulunan lafızları, manaları, üslûp çeşitlerini ve taşıdığı ihtimalleri gerçek anlamda bilmek gerekmektedir.
Aksi takdirde, Kur’ân’ı anlamak mümkün olmaz.
Pek çok insan, Kur’ân nasslarını kendi akılları doğrultusunda anlamaktadırlar ve o dönem insanlarının bundan ne anladıklarına bakmamaktadırlar.
Böyle bir tutum, dini fesada götürür ve şâri’in (şeriat koyucu) maksadından uzaklaşılmasına neden olur.
[1] Usûl-ı Fıkıh (Fıkıh Usulü): Fıkhın prensipleri ve kurallarını inceleyen, bu kuralların nasıl türetileceğini belirleyen bölümdür. Yani, İslami hukukun teorik temelini oluşturur.
Furû-ı Fıkıh (Fıkıh Dalları): Fıkhın pratik uygulamalarını ve detaylarını ele alan bölümdür. Bireysel ve toplumsal yaşamla ilgili hükümleri içerir. Örneğin, ibadetler (namaz, oruç, hac), muamelat (ticaret, miras), münâkehât (evlilik, boşanma) ve ukûbât (ceza hukuku) gibi konuları kapsar.
5. Mukaddime
Dini Konularda Pratiklik
Dini uygulamalarda, pratik bir sonucu olmayan tartışmalara veya etkinliklere katılmak hoş karşılanmaz. Bu, dini gereklilikler açısından somut faydası olmayan herhangi bir eylem veya tartışmadan kaçınılması gerektiği anlamına gelir.
Bunun nedenleri:
- Pratik Fayda Eksikliği: Allah, uygulayıcılara fayda sağlamayan konulara itibar edilmesinden razı olmaz. Örneğin, Kıyamet Günü’nün tam zamanını bilmek faydalı değildir; çünkü onun mutlaka olacağını bilmek yeterlidir.
- Tarihi Rehberlik: Peygamber Efendimiz (sav), Kıyamet Günü hakkında sorular soranları daha pratik konulara yönlendirmiştir, örneğin buna hazırlık yapma gibi.
- Dini Otoritelerin Görüşleri: İmam Malik gibi alimler, pratik değeri olmayan konular üzerine tartışmaktan kaçınmış ve bunu önceki dini büyüklerden alınan mekruh bir davranış olarak değerlendirmiştir.
- Yükümlülüklerden Uzaklaşma: Gereksiz meşguliyetler, kişilerin dini görevlerine odaklanmasını engeller ve bu tür uğraşılar bu dünya ve ahirette fayda sağlamaz. Ahirette yalnızca Allah’ın emir ve yasakları sorgulanacaktır.
- Kapsamlı Rehberlik: Şeriat, dünya ve ahiret işlerinde en üst düzeyde başarı için gerekli olan her şeyi getirmiş ve açıklamıştır. Bunun ötesindeki şeyler, büyük olasılıkla insanların menfaatlerine aykırıdır.
Pratik Olmayan Bilginin Riskleri
- Fitne (Kargaşa): Dini yükümlülüklerle ilgisi olmayan bilgiyle uğraşmak genellikle kargaşaya, sapmaya, çatışmalara ve bölünmelere yol açar.
- Felsefi Sorgulamalar: Her konuda derinlemesine düşünmek ve bilgi elde etmek filozofların tutumudur, ve Müslümanlar bu yaklaşımdan kaçınır. Bu felsefi yaklaşıma yönelmek, Şeriat tarafından belirlenen doğru yoldan sapmaya neden olur.
- Tarihi Örnekler: Erken dönem Müslüman toplumu, özellikle sahabeler ve onların takipçileri, pratik değeri olmayan bu tür konulara dalmamışlardır. Bu tutum, dini yükümlülüklerden sapmalara ve gereksiz karmaşıklıklara yol açmamak içindir.
Sonuç
Özetle, pratik dini faydası olmayan bir şey, Şeriat tarafından istenilen bir şey değildir. Bu pratik yaklaşım, odaklanmanın faydalı bilgi ve eylemler üzerinde kalmasını sağlar, ve bu da Müslüman topluluğun kolay ve sade doğası ile uyumludur.
6. Mukaddime
Altıncı Mukaddime (öncül):
Birinci Kısım:
İstenen bir şeyin öğrenilmesi için gerekli olan açıklama, bazen çoğunluğun anlayabileceği basit bir şekilde, bazen de daha karmaşık bir yolla ifade edilir.
Örneğin, “melek nedir?” sorusuna “O, Allah’ın yaratıklarından biridir ve onun emrinde çalışır” demek; “insan nedir?” sorusuna “Senin mensup olduğun cinstir” demek; “yıldız nedir?” sorusuna “Geceleyin gördüğümüz şeydir” demek, kolay ve anlaşılır tanımlamalardır. Bu şekilde yapılan açıklamalar, çoğunluğun anlaması ve gereğini yerine getirmesi için yeterlidir.
Şeriatta, genellikle bu tarzda açıklamalar kullanmıştır. Örneğin, Hz. Peygamber, kibiri “hakkı kabullenmemek ve insanları hor görmek” olarak tanımlayarak herkesin anlayabileceği bir neticeden bahsetmiştir. Aynı şekilde Kur’an ve hadislerde de eş anlamlı kelimeler kullanılarak açıklamalar yapılmıştır.
İkinci Kısım:
Çoğunluğun anlayamayacağı tarzda yapılan açıklamalardır. Bu tür açıklamalar şeriatte dikkate alınmamıştır, çünkü bu tür ifadelerle meramı anlatmak zordur ve din kolaylık dinidir.
Örneğin, “insan nedir?” sorusuna “ölümlü, konuşan canlıdır” demek; “yıldız nedir?” sorusuna “küre şeklinde basit bir cisimdir, doğal yeri yörüngesidir ve ışık yansıtma özelliği vardır” demek; “mekan nedir?” sorusuna “kuşatan cismin, kuşatılan cismin dış yüzeyine temas eden iç yüzeyidir” demek gibi, Arapların bilmediği ve uzun zaman harcamadıkça öğrenemeyeceği kavramlar bu kapsama girer. Şeriat bu tür şeyleri istemez ve bu bilgilerle yükümlü tutmaz.
Bu gibi çabalar, eşyanın mahiyetini öğrenme gayreti olarak görülebilir. Ancak, bu çabaların zorluğunu kabul eden birçok kişi vardır. Bazılarına göre bu imkansızdır ve herhangi bir şeyin hakikatini öğrenmek mümkün değildir. Şer’i ilimlerde, eşyanın hakikatini ancak yaratıcı bilir ve insanın bu yoldaki çabaları beyhude olabilir.
Sonuç olarak, Selef-i Salih (önceki iyi nesiller) şeriatın yayılması yolunda aynı metodu takip etmişlerdir. Şeriat hükümlerinin anlaşılması ve uygulanması için en kolay ve anlayışa yatkın yolu seçmişlerdir. Bu metot, karmaşık akıl yürütme ve mantıksal çıkarımlardan uzak, doğrudan ve anlık bir anlayış şeklidir. Bu nedenle, şeriat hükümleri, anlık anlayışa dayalı olmalı ve uzun zaman alan istidlallerden (kanıt sunma) kaçınılmalıdır. Çünkü din, insana kolaylık sağlar ve zorluk çıkarmaz.
7. Mukaddime
Yedinci Mukaddime
Şer’î ilimlerin Allah’a kulluk etmek amacıyla talep edilmesi gerektiğini ve başka bir amacın sadece bu maksada tâbilik yoluyla kabul edilebileceğini anlatıyor. Ana noktalar şu şekildedir:
A) İlimlerin Pratik Neticesi: Pratik bir sonucu olmayan her ilim şer’î açıdan kabul görmez. Şer’î bir amacı olsaydı, ilk nesiller tarafından araştırılırdı, ancak böyle bir araştırma yoktur.
B) Şeriatın Amacı: Şeriatın tek amacı Allah’a kulluk etmeyi sağlamaktır. Peygamberlerin gönderilmesinin nedeni de budur. Kur’an ayetleri bu amacı vurgular ve Allah’a kulluğun önemini belirtir.
C) İlim ve Amel: İlimden maksat, amelle desteklenmelidir. Amelsiz ilim faydasızdır. İlim öğrenen kişi, öğrendiğiyle amel etmelidir. Ameller, ilimden neşet eden tasdik demektir ve amellerin amacı Allah’a kulluk etmektir.
İman ve İlim: İman, ilimden neşet eden tasdik demektir. İlim amele vesile olmalıdır. Küfürle birlikte Allah’ı bilmek mümkün olabilir ancak bu bilgi kişiye fazilet kazandırmaz. İlimden maksat Allah’a kulluk etmek olmalıdır.
Pratik Bilgi: Amel edilmiş olmasa da ilim genelde bir fazilet olabilir. Ancak niyet amelsiz öğrenmekse, bu ilim faydalı olmayacaktır. İlim tahsil eden kimse, Allah’a kulluk amacıyla öğrenmelidir.
Sonuç olarak, şer’î ilimler Allah’a kulluk için talep edilmelidir ve amele dönüştürülmelidir. İlimden maksat, bilgi sahibi olmak değil, bu bilgiyi Allah’a kulluk etmek için kullanmaktır.
8.Mukaddime (Öncül)
Şer’î (dini) bakımdan muteber (saygın) olan ilim, Allah ve Rasûlü’nün övdüğü ve sahibini arzu ve heveslerinden koruyan, görevini yerine getirmeye yönlendiren ve bu kurallara uymaya iten ilimdir.
İlim ehli üç mertebede bulunur:
1. Birinci mertebe: İlim talibi olan fakat henüz olgunlaşmamış kimselerdir. İlim yolunda taklit seviyesindedirler. Bu kişiler, dini yükümlülüklerin ve teşviklerin etkisiyle amel ederler. Bu seviyedeki kişilerin bilgi düzeyi yeterli olmadığından, uyarma, kısas, had( Vahy ile belirlenmiş ceza), ta’zir (Hâkim kararıyla verilen ceza) gibi dış etkenlere ihtiyaç duyarlar.
2. İkinci mertebe: İlmin delillerine vakıf olup taklit çukurundan çıkan kimselerdir. Aklın tasdik ettiği bilgilere dayanarak basirete ulaşmışlardır. Ancak bu kişilerin ilmi henüz akla dayalı olup kalıcı bir meleke (beceri) haline gelmemiştir. Bu nedenle, dış etkenlere hâlâ ihtiyaç duyabilirler. Ancak bunlara daha hoşgörülü davranılmalı ve uygun taleplerle desteklenmelidir.
3. Üçüncü mertebe: Bu seviyedeki kimseler, ilmi kendilerinde sabit bir vasıf (meleke) haline getirmişlerdir. Onlar için ilimler aklen bedihî (açık) olarak bilinmesi gereken hususlardandır. Bu kişiler, doğruyu bulduklarında arzu ve heveslerine kapılmadan ona yönelirler.
Bu mukaddimede bahsedilen ilim, üçüncü mertebede olan ilimdir.
Bu konuya dair şeriattan birçok delil vardır: Mesela şu ayetler bunlardandır:
“Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun büken, ahiretten korkan, Rabbinin rahmetini uman kimse inkâr eden kimse gibi olur mu? Ey Muhammed, de ki: ‘Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’. Doğrusu, ancak akıl sahipleri öğüt alır.” (Zümer Suresi 9. Ayet)
Bu meziyetler, ilim sahiplerine başka bir sebepten değil, sadece ilim yüzünden nispet edilmiştir.
“Allah, ayetleri birbirine benzeyen ve yer yer tekrar eden kitabı sözlerin en güzeli olarak indirmiştir. Rablerinden korkanların bu kitaptan tüyleri ürperir.” (Zümer Suresi 23. Ayet)
Bu ayette geçen “Rablerinden korkanlar” ifadesinden kasıt, “Allah’ın kulları arasında O’ndan korkanlar ancak âlimlerdir.” (Fatır Suresi 28. Ayet) ayetinin delaletiyle âlimlerdir.
“Peygambere indirilen Kur’ân’ı işittiklerinde, gerçeği öğrenmelerinden gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün.” (Maide Suresi 83. Ayet)
Bu da sihirbazların, ilimde “rusûh” (Doğruyu ve hakikati tanır ve buna göre hareket eder) mertebesine ulaştıklarında, Hz. Musa’nın getirdiği şeyin hak olduğunu ve onun ne sihir ne de gözbağcılığı olmadığını öğrenmeleri neticesinde, ona boyun eğdiklerini ve imanda bulunduklarını gösterir. Firavun’un işkence ve azap edeceği tehdidi onları imandan durduramamıştır.
Yüce Allah başka bir ayette: “Biz bu misalleri insanlara veriyoruz. Onları ancak âlimler anlar.” (Ankebut Suresi 43. Ayet) buyurmuş ve onların anlaşılmasını âlimlere has kılmıştır.
Yine başka bir ayette: “Ey Muhammed, sana Rabbinden indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, onu bilmeyen köre benzer mi? Ancak akıl sahipleri ibret alır.” (Ra’d Suresi 19. Ayet) buyurur ve devamla “Onlar, Allah’ın ahdini yerine getirirler, anlaşmayı bozmazlar.” (Ra’d Suresi 20. Ayet) diyerek ilim sahiplerinin özelliklerini zikreder.
Yüce Allah, ilmin neticelerinden olan iman sahipleri hakkında da şöyle buyurur: “İnananlar, ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer, ayetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır ve Rablerine güvenirler; namaz kılarlar; kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarf ederler. İşte gerçekten inanmış olanlar bunlardır.” (Enfal Suresi 2,3,4. Ayetler)
Bu noktadan hareketle, Yüce Allah, ilmin gereği ile amel eden âlimleri, Allah’a hiç isyan etmeyen ve ne emredilirse onu yapan meleklerle birlikte yan yana zikretmiş ve: “Allah, melekler ve adaleti yerine getiren ilim sahipleri, O’ndan başka İlah olmadığına şahitlik etmişlerdir. O’ndan başka İlah yoktur, O güçlüdür, hakimdir.” (Al-i İmran Suresi 18. Ayet) buyurmuştur.
Bu şekilde, ilmin gereği ile amel eden âlimler, Allah’a isyan etmezler ve O’nun emirlerini yerine getirirler. Bu ayet ve hadislerden çıkan sonuç, ilimde derinleşmiş âlimlerin, ilimlerinin gereği ile amel etmeleridir.
9. Mukaddime (Öncül)
İlim, önemi ve kesinliği açısından üç kısma ayrılır:
- İlim esas ve özden oluşan kısım.
- İkinci derecede önemli olan kısım
- Bunların dışında kalan diğer kısımlar.
A) İlmin esas ve özünü teşkil eden kısım (sulbu’l-ilim) ilmin özü: Bu kısım, ilmin temelini oluşturur ve güvenilir bilgilerden meydana gelir. İlim öğreniminin merkezi bu kısımdır ve ilimde derinleşmek isteyenlerin nihai amacı bu bilgiye ulaşmaktır. Bu bilgiler kesin ya da kesin bir temele dayanır. Yüce Şerîat-i Muhammediyye bu temellere dayandırılmıştır ve Allah tarafından korunmuştur.
Bu durum, Hicr Suresi 9. Ayette şu şekilde belirtilmiştir: “Doğrusu ‘zikri’ (kitabı) biz indirdik, onun koruyucusu da elbette biziz.”
Bu tür bilgiler, iki dünya saadetinin temeli olan şerî amaçların korunması üzerine kuruludur. Zaruri (olmazsa olmaz), ihtiyaç duyulan ve güzellik katan unsurlar ile bunların tamamlayıcıları bu kapsama girer. Şeriatın temelleri de bunlardır.
Bu kısım, her yönüyle kesin bilgiye dayanır ve değişmez unsurlar içerir. Şeriat ilmi, küçük detayların (cüziyyât) genelleştirilmiş ve kapsamlı bir tümevarım sonucunda akıl tarafından oluşturulmuş kalıcı, genel ve değişmez esaslardan meydana gelen bir bilgi koleksiyonudur.
Bu özelliklerden dolayı, şeriatın genelliği, sabitliği ve hâkimliği vurgulanır.
1. Genellik ve Süreklilik (muttaridlik): Bu özellik, şeriat hükümlerinin tüm durumlara uygun olmasını sağlar. Hangi hareket veya durum olursa olsun, şeriat bu durumları kapsar. Özel gibi görünen hükümler bile aslında genellik arz eder.
2. Sabitlik ve Değişmezlik: Şeriat hükümleri, tam ve mükemmel bir şekilde belirlendikten sonra, ne yürürlükten kalkar ne de değiştirilir. Eğer dünya hayatı sonsuza kadar devam edecek olsaydı, bu şeriat hükümleri de sonsuza dek geçerli olurdu.
3. Hâkimiyet: Şeriat, diğer tüm bilgilerin üzerinde bir konumda bulunur. Ameller konusunda yol gösterici ve belirleyici bir yapıya sahiptir.
Bu üç özelliği taşıyan her ilim, temel ilimlerden biri olarak kabul edilir.
B) İkinci kısım (mülahû’l-ilim) ilmi gözeten: Bu kısım kesin bilgiye dayanmayan hususları içerir. Bu bilgiler bazen varsayıma (zannî esaslara) dayanır veya kesin bir temel üzerine kurulu olsa bile yukarıdaki üç özelliği tam anlamıyla taşımaz.
Genellik ve süreklilik (muttaridlik) özelliğinin eksik olması, bu bilginin temel ilimden sayılmasını engeller. Çünkü genellik ve sabitlikten yoksun olan bilgiler güvenilmez hale gelir.
Aynı şekilde, sabitlik ve değişmezlik özelliğinin eksik olması, bu bilginin hatalı veya geçici olduğunu gösterir. Hâkimiyet özelliği olmayan bilgiler ise pratik bir fayda sağlamaz ve değersiz sayılabilir.
Bu nedenle, ilmin bu kısmı, ilmin esas ve özünü teşkil eden kısımdan ayrılır.
1. Taabbudî hükümler: Aklın kendi başına anlayamayacağı, anlamının hikmetleri aklen kavranamayacak konular. Örneğin:
- Abdestte belirli organların yıkanması,
- Namazda ellerin kaldırılması, kıyam, rükû, sücûd gibi belirli hareketlerin yapılması,
- Oruç ibadetinin gece değil gündüz yapılması,
- Namazın belirli vakitlerde kılınması,
- Hac ibadetinin belirli davranışlar ve mekanlarla sınırlı olması (Ka’be’nin tavaf edilmesi gibi). Bu tür hükümlerin mantığı, akılla kavranması zor olan ilahi hikmetlere dayanır.
2. Rivayet ve aktarım şekilleri: Selef sözlerinin veya hadislerin gereksiz yere belirli bir şekil ve yönteme bağlanarak aktarılması. Örneğin:
- “Rahman, şefkat edenlere acır” hadisinin, bir öğrencinin hocasından duyduğu ilk hadis olması şart koşulmuştur. Ancak, öğrenci bu hadisi daha sonra duysa bile bununla amel etmeye engel yoktur. Hadis rivayetinde böyle şartlara riayet etmenin ilmin özüyle bir ilgisi yoktur.
3. Hadislerin gereksiz yere farklı yollardan aktarımı: Tevatür amacı güdülmeden, hadislerin gereksiz şekilde pek çok kanaldan aktarılmasına çalışılması. Örneğin, bir hadis eğer sadece ahâd düzeyindeyse, bunu pek çok âlimden almış gibi bir izlenim yaratmak için çaba harcamak anlamsızdır. Bu da ilmin esas kısmından sayılmaz.
4. Rüya yoluyla çıkarımlar: Rüyalardan elde edilen bilgiler, özellikle müjde verme veya korkutma amacı taşımıyorsa, şer’an geçerli sayılmaz. Bazı insanlar rüyalardan ilmî çıkarımlar yapmaya çalışır, ancak bu doğru bir yöntem değildir.
5. Pratik sonuç doğurmayan ihtilaflar: Uygulamada bir fayda sağlamayan, pratik sonucu olmayan görüş ayrılıkları. Örneğin:
- Arapça’da fiillerin masdardan türemesi,
- Kelimenin aslı ve i‘rabı gibi tartışmalar. Bunlar, ilmin esasını oluşturan konularla ilgili değildir.
6. Şiire dayanarak çıkarımlar yapmak: Şiir üzerinden ilmî veya amelî anlamlar oluşturma çabası. Özellikle tasavvuf ehlinin eserlerinde şiirlerden sıkça faydalanıldığı görülür. Ancak, istişhad (delil gösterme), şiirin etkisiyle değil, içerdiği mânâ ile yapılır. Bu tür yöntemler ilmin özünden sayılmaz.
7. İyi halleriyle bilinen kişilerin sözlerine dayanmak: Tanınmış kişilerin sözlerinden delil çıkarma çabası, genelde bu kişilere duyulan hüsnü zan üzerine kuruludur. Ancak, bu tür sözler her zaman doğru olmayabilir ve hata içerme ihtimalleri vardır. Bu sebeple, bunlar ilmin temel ve esas kısımlarından biri olarak görülmez, sadece bir yaklaşım olarak ele alınabilir.
8. Allah’ın velî kulları, yani hâl ehli denilen kimseler, Allah’a yönelmiş, her şeyden el çekmiş ve kendilerini tamamen Mevlâ’ya adayan kişilerdir. Onların söyledikleri sözler, Allah’tan başka her şeyden uzak durmayı ve bu konunun önemini vurgular. Ancak, onların tavsiyeleri çoğu insanın uygulayamayacağı kadar zordur fakat herkes için geçerli olacak şekilde ifade edilmektedir. Bu tür öneriler her ne kadar doğru olsa da, bunları kendi seviyelerine göre anlamak gerekir. Mutlak anlamda ele alındığında, bu tavsiyeler pek çok insan için ya sıkıntıya (haraç) neden olabilir ya da insanların taşıyamayacağı bir yük (teklîf-i mâ lâ yutak) haline gelebilir. Ayrıca, bu kişiler bazı şeyleri eleştirirken, bu eleştirileri genellikle kayıt koymadan ve belirli şartları göz önüne almadan yapmışlardır. Bu nedenle, bu sözleri tamamen olduğu gibi kabul etmek yanlış anlamalara yol açabilir.
Yine de onların sözleri genelde değerli bilgiler içerir ve çıkarımlar yapmak faydalıdır. Ancak bu tür çıkarımlar, ilmin temel ve esas bölümü değil, ilmi tamamlayan ve ikinci derecede önemli olan konular arasında yer alır.
9. İlimler Arası Zayıf Bağlantılar: Bazı durumlarda, bir ilimden alınan bir kuralın, başka bir ilimde uygulanmaya çalışıldığı görülür. Ancak bu iki ilim arasında gerçek bir mantıksal bağ bulunmadığında, bu yaklaşım zayıf kalır.
Örnek: Nahiv (dilbilgisi) alimi el-Ferrâ, bir mecliste “kim bir ilimde derinleşirse, diğer ilimlerde de başarılı olur” der. Bunun üzerine, Hanefî imamlarından Kadı Muhammed b. el-Hasen ona, sahasına uymayan bir soru sorar: “Namazda yanılıp sehiv secdesi yapan, ancak sehiv secdesinde de yanılan bir kişinin durumu nedir?” Ferrâ şu cevabı verir: “Bir şey gerekmez.” Ve devamında şöyle açıklar: “Bizde (dilde), küçültme (ism-i tasgir) yapılan bir kelimeye ikinci kez küçültme uygulanamaz. Sehiv secdesinde yanılmak da böyledir; bir tür telâfidir ve telâfinin telâfisi olmaz.”
Burada Ferrâ’nın yaptığı kıyas (dilbilgisi kuralıyla ibadet kuralını ilişkilendirmesi) çok zayıf bir bağıntıya dayanır. Eğer gerçekten ortak bir özellik olsaydı, bu durumu ilmin ikinci dereceden önemli kısmı içinde değerlendirebilirdik.
Sonuç olarak, ilimle uğraşanların bu tür meseleleri gereğinden fazla ciddiye alıp vakit kaybetmemesi önemlidir. Asıl öğrenilmesi gereken konulara yönelmek daha faydalıdır. Allah hepimizi böyle bir durumdan korusun.
C) Üçüncü Kısım: Bu kısım, ne ilmin esas ve özünü, ne de zannî (ikinci dereceden) bilgileri içerir. Şunlar bu kısma girer:
Dayanağı olmayan iddialar: Hakkı reddetmeyi ya da batılı savunmayı amaçlayan, hiçbir temele dayanmayan sözlerdir.
Alışılmadık teoriler: Kur’an’ın zahirî (açık) manalarının ötesinde, sadece “seçkin” kişilerin anlayabileceği bâtınî (gizli) anlamlar olduğu iddiaları bu örneklerdendir.
Hurafeler: Hurufilik ve astroloji gibi temelsiz yöntemlere dayanarak yapılan yorumlardır.
Bu tür yaklaşımlar, ilimle ilgisizdir ve hiçbir fayda sağlamaz. İnsanların bu tür şeylere ilgi göstermesi genellikle hatalı şüphelerden veya dikkat çekme isteğinden kaynaklanır. Geçmişte bu tür iddialar yapanların, gerçeğin karşısında çaresiz kaldığına dair örnekler verilmiştir (örneğin, Gazzâlî ve İbnu’l-Arabî’nin eleştirileri).
Kur’an’ın bâtınî yorumlarıyla ilgili iddialar da bu gruba girer. Örneğin, bu iddialar, “Kur’an’ın gerçek anlamının sadece bir masum imâm tarafından açıklanabileceği” şeklindedir ve bu, temelsiz bir yaklaşımdır. Bu tür fikirlerin ilimle bir ilgisi olmadığı açıktır.
FASIL: İlimlerin Birbirine Karıştırılması Bazen, birinci kısma ait (temel ve esas) bir bilginin yanlışlıkla ikinci kısımda (tali ve tamamlayıcı) sayılması durumu ortaya çıkabilir. Bu, farklı ilimlerin birbiriyle karıştırılması sonucu olur.
- Örnek: Bir fakih, fıkıh meselesini bir nahiv (dilbilgisi) meselesine dayandırabilir. Ancak bununla yetinmeyip, nahivcinin yaptığı gibi bu konuyu yeniden delillendirip açıklamaya çalışır. Halbuki, fıkıh meselesini oluştururken nahiv konusunu zaten netleşmiş bir sonuç olarak alması ve doğrudan kendi hükmünü kurması gerekirdi. Nahiv konusu üzerinde yeniden çalışmaya başlaması gereksizdir ve bir fayda sağlamaz.
Aynı durum, sayısal konular için de geçerlidir.
- Sayısal bir meselede yapılması gereken, o alanda netleşmiş verileri alıp bunları kararın dayanağı yapmaktır. Eğer kişi, bu veriler üzerine gereksiz detaylara girer ve uzun uzun konuşursa, bu durum temel ilimden değil, ikinci kısımdan (tamamlayıcı bilgiler) kabul edilir.
Tüm ilimlerde bu tür karışıklıkların benzeri görülebilir.
Temel Bilgilerin Yanlış Sunulması Birinci kısımdan (temel bilgiler) olan bir bilginin, üçüncü kısma (faydasız ve geçersiz bilgiler) dahil edilmesi durumu da yaşanabilir. Bu durum özellikle, şer’î ilimlerin ehil olmayan veya yetersiz bireylere büyük meselelerin anlatılmaya çalışılmasıyla ortaya çıkar.
- Bu tür durumlar, dinleyiciler için kafa karışıklığı yaratabilir ve gereksiz sıkıntılara neden olabilir.
- Hz. Ali’nin şu sözü bu konuyu açıklamaktadır: “İnsanlara akıllarının alabileceği şekilde konuşun. Allah ve Rasûlü’nün yalanlanmasını mı istersiniz?” Bu nedenle, dinleyicilerin seviyesine uygun olmayan sözler, fitneye yol açabilir.
Eğitimde Dikkat Edilmesi Gerekenler Eğer birinci kısımdaki bilgiler üçüncü kısma düşebiliyorsa, ikinci kısımdaki bilgilerin üçüncü kısma dahil edilmesi çok daha kolaydır. Çünkü ikinci kısım, birinci kısma göre zaten daha zayıf bir konumdadır.
- Gerçek bir eğitimcinin bu hususlara özen göstermesi gerekir. Aksi halde, eğitimci olmaktan ziyade, kendisinin de bir rehbere ihtiyacı olduğu anlaşılır.
Kitabın Değerlendirilmesi Bu kitabı okuyup değerlendirecek kişinin, şer’î ilimlerde, aklî ve naklî ilimlerde derinleşmiş olması gerekir. Ayrıca:
- Taklitten ve mezhep taassubundan uzaklaşmalıdır.
- Eleştirel bir gözle inceleme yapabilmesi için, yeterli bilgi ve donanıma sahip olmalıdır.
Aksi halde, kitap her ne kadar hikmetli bir içeriğe sahip olsa da, bu eksiklikler nedeniyle fitneye sebep olabilir.
“Doğruya ulaştıran Allah’tır.”
10. Mukaddime (Öncül)
Şer’î meselelerde nakil (vahiy, Kur’an ve sünnet) ve akıl birbirini desteklediğinde, nakil öncelikli olur ve bağlayıcı kabul edilir; akıl ise ikinci planda olur ve takipçi olarak değerlendirilir. İnceleme ve sonuca varma sırasında akıl, yalnızca naklin izin verdiği ölçüde katkıda bulunur. Bunun nedenleri şunlardır:
- Eğer akıl naklin belirlediği sınırları aşabilseydi, naklin akıl için koyduğu sınırların bir anlamı olmazdı. Oysa naklin akla bir sınır koyması gereklidir. Bu sınırın aşılması durumunda, şeriatta geçersiz ve yanlış bir sonuca varılmış olur. Yanlış bir sonuca götüren her şey de yanlıştır.
- Kelâm ve usûl ilimlerinde belirlendiği gibi, bir şeyin “iyi” ya da “kötü” olduğu konusunda akıl yetkili değildir. Eğer aklın şeriatın belirlediği sınırları aşabileceğini kabul edersek, aklı bu konuda yetkili kılmış oluruz. Ancak bu mümkün değildir.
- Eğer aklın bu sınırları aşması kabul edilirse, şeriat hükümlerinin akıl ile iptal edilmesi de mümkün olurdu. Bu ise hem imkânsız, hem de tamamen geçersiz bir sonuç olurdu. Şeriat, mükelleflerin fiilleri, sözleri ve inançları ile ilgili sınırlar koyan bir düzenlemeler bütünüdür. Şeriatın temelini oluşturan bu sınırların iptali mümkün değildir.
Kıyas ve Akıl
Kıyas, yalnızca akla dayanan bir işlem değildir; şeriatın sunduğu deliller doğrultusunda gerçekleştirilir.
- Şeriat, hakkında açık hüküm bulunmayan konuları kıyas yoluyla açık hükmü olan konularla ilişkilendirir. Bu durumda akıl, yalnızca naklin izin verdiği ölçüde kıyas yapabilir.
- Nassa doğrudan bağlı olmayan deliller hüküm koyarken sınırlıdır. Akıl, “Allah her şeye kadirdir” gibi ayetlerin yorumunu yaparken de nakle uygun şekilde hareket eder. Bu ayet, Allah’ın zâtı ve sıfatlarını kapsamına almaz, çünkü bu mümkün değildir. Ayet, bunların dışında kalan her şeyi ifade eder. Dolayısıyla akıl, naklin gereğini hiçbir zaman aşmaz.
Öfke Örneği ve Sınırlandırma
Öfke hâlinde hüküm vermenin yasaklanması, öfkenin düşünmeyi engelleyici etkisiyle açıklanır. Öfke kelimesi, şiddetli ve zihni bulandıran öfke anlamında kullanılmıştır. Az bir öfkenin kapsam dışında olması, mânânın hükmüyle değil, lafzın gereğiyle ilgilidir. Zihni bulandıran ve sağlıklı düşünmeyi engelleyen öfke hâline sahip kişilerle ilgili hükümler bu durumdan hareketle kıyaslanır.
Sonuç
Akıl, şer’î meselelerde bağımsız bir otorite olarak hareket edemez. Nakil, her zaman belirleyici ve öncelikli konumdadır. Böylece sunulan deliller doğrultusunda naklin üstünlüğü ortaya konulmuştur.
11. Mukaddime (Öncül)
Şer’an Muteber Olan İlmin Tanımı:
Şer’î delillere dayanan bilgi, dinî açıdan geçerli ve değerli bir bilgi olarak kabul edilir. Bu bilgi, yalnızca teorik bir bilgi değil, aynı zamanda pratikte bir sonuç doğurması beklenen bir bilgi türüdür. Yani, şer’î ilim, insanın hayatında amelî (eylemsel) bir karşılık bulmalıdır.
İlmin Şer’î Delillerle Sınırlılığı:
Bu bağlamda, yalnızca şer’î delillerin bir temele dayandırdığı hususlar, mükellef (sorumluluk sahibi birey) için öğrenilmesi gereken bilgi olarak belirlenmiştir. Burada “şer’î deliller,” Kur’an, Sünnet, icma (ümmetin ortak görüşü) ve kıyas (şer’î bir durumu diğerine benzeterek hüküm çıkarma) gibi kaynakları ifade eder.
Şer’î Delillerin Tam Olarak Belirlenmesi:
Ancak asıl problem, bu delillerin eksiksiz ve doğru bir şekilde ortaya konulmasıdır. Yani, hangi bilgilerin şer’î delillere dayandığı ve bu delillerin hangi bilgilere işaret ettiği netleştirildiği zaman, şer’î ilmin sınırları ve kapsamı daha açık hale gelecektir.
Sonuç:
Eğer şer’î deliller eksiksiz bir biçimde ortaya konulabilirse, insanların hangi bilgileri öğrenmesi gerektiği ve bu bilgilere ulaşmak için hangi kaynaklara başvurulması gerektiği de netlik kazanacaktır.
12. Mukaddime (Öncül)
İlim Tahsilinin Yolu ve Muallimin Önemi
İlim tahsilinde en kısa ve en sağlam yol, doğru ve tam şekilde bilgiyi ehil olan kişiden öğrenmektir. Allah insanı hiçbir şey bilmez halde yaratmış ve ona öğrenme kabiliyeti vermiştir. Dünya hayatında gerekli yolları göstermek suretiyle onu doğru yola yönlendirmiştir. Allah’ın insana öğrettiği bilgiler iki türdür:
1- Zaruri Bilgiler: Kaynağı ve nasıl olduğu bilinmeyen, yaratılışta bulunan bilgilerdir. Örneğin:- Doğar doğmaz bebeğin memeyi emmesi bir hissi bilgi olarak buna örnektir.
– Kendi varlığını bilmek veya iki zıt şeyin aynı anda var olamayacağını kavramak akli bilgilerdir.
2- Talim Yoluyla Öğrenilen Bilgiler: Bilinçli veya bilinçsiz şekilde öğrenilen bilgilerdir. Örnekleri:- Seslerin tanınması, kelimelerle iletişim kurulması, eşyanın isimlerinin öğrenilmesi.
– Akıl ve düşünce yoluyla elde edilen teorik bilimler.
Biz burada özellikle düşünce ve delil kullanımına ihtiyaç duyulan ilimlerden bahsediyoruz. Bu tür bilgilerin öğrenilmesinde muallime (öğreticiye) ihtiyaç vardır. İnsanlar bu konuda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları, muallim olmadan ilim öğrenmenin mümkün olduğunu savunsa da, geçmiş deneyimler göstermektedir ki, ilim öğreniminde muallime ihtiyaç duyulmaktadır.
Muallimin Masumiyet Şartı
Ehl-i sünnet ve İmamiyye (Şia) arasında “muallimin masumiyeti” konusunda farklı görüşler vardır:
– İmamiyye: Muallimin masum olmasını şart koşar.
– Ehl-i sünnet: Masumiyet şartını ileri sürmez. Çünkü masumiyet yalnızca peygamberlere özgüdür.
Ehl-i sünnet, ilim veya amel öğretirken cahilin muallime ihtiyaç duyduğunu ifade eder. Tarih boyunca uygulamalar, muallimin gerekli olduğunu gösterir. Bu konudaki delil şu hadistir: “Allah ilmi insanların arasından çekip almaz; onu ulemayı almak suretiyle alır.”
Muallimde Olması Gereken Şartlar
Muallimin yetkinliği tartışmasızdır. Bilginler, muallimde şu nitelikleri gerekli görmüştür:
– İlmin temel esaslarını ve yapısını bilmek.
– Şüpheleri giderebilmek.
– O ilim dalını ve amacını açıklayabilmek.
Selef-i salih imamları bu vasıflara en üst düzeyde sahiptir. Ancak alimin hata yapmaması beklenmez. Hatalar şu şekilde ortaya çıkabilir:
1- Fer’i meselelerin farklı esaslara bağlı olduğu yanlış anlaşılabilir.
2- Gizli bazı esaslar gözden kaçabilir.
3- Benzerlikler çelişkiye neden olabilir ve tercih yapılması gerekebilir.
Bir âlim, bu noksanlıkları tamamladıkça mükemmellik mertebesine ulaşabilir.
İlmin Hakkını Veren Âlimin Özellikleri
Gerçek âlimler belirli emare ve alametlere sahiptir. Bu özellikler, ilmin hakkını veren alimleri diğerlerinden ayırır. Üç temel husus öne çıkar:
1-Bilgiyle Amel Etmek: Gerçek âlim, bildiğiyle amel eder. Sözü ile işi uyumlu olmalıdır. Eğer sözü ve işi arasında bir çelişki varsa, bu kişi kendisinden ilim alınmaya ve kendisine uyulmaya uygun değildir.
2-Üstadlardan Öğrenim ve Terbiye: Âlim, ilmini ve terbiyesini bizzat üstadların rehberliğinde öğrenmelidir. Üstadların sahip olduğu niteliklere ulaşmak, sıkı bir bağlılık (mülazemet) ve sürekli iletişim ile mümkündür. Hz. Peygamber’in sahabeyle olan ilişkisi buna en güzel örnektir. Sahabe, Hz. Peygamber’in sözlerini ve fiillerini rehber edinmiş, onun muradını anlamasa bile ona güvenmişlerdir. Bu güven, sürekli bir beraberlik, sabır ve itimadın sonucudur.
Hudeybiye Anlaşması Örneği: Sahabenin Hz. Peygamber’e olan güveni, Hz. Ömer’in anlaşma sırasındaki tutumu ile örneklendirilmektedir. Hz. Ömer, anlaşma sırasında çıkan müşkül durumdan etkilenmiş ve itiraz etmiş olsa da, Hz. Peygamber’in açıklamaları ve vahyin gelmesiyle durumu anlamış, sakinleşmiş ve itimadını pekiştirmiştir. Bu örnek, mülazemetin ve âlimlere sabır göstermenin önemini ortaya koymaktadır.
3-İktida ve Edeple Örnek Almak: Alim, ilmini aldığı kişiye uymalı, onun edepleriyle edeplenmelidir. Sahabenin Hz. Peygamber’e ve tabiinin sahabeye olan bağlılığı, bu durumu açıkça göstermektedir. İmam Malik, bu konuda özellikle dikkat çeken bir alimdir. Onun, üstadlarına uyum konusundaki aşırı hassasiyeti ve örnek davranışları, diğer alimlere kıyasla öne çıkmasını sağlamıştır. Ancak bu özellik terk edildiğinde, bid’atler ortaya çıkmaya başlar. İktidanın terk edilmesi, kişinin arzu ve heveslere uymasına yol açar
İlim Tahsilinin İki Temel Yolu
1-Müşafehe (Üstaddan Şifahi Olarak Öğrenim):
Üstadın Önemi: Öğrencinin hocasıyla yüz yüze ders yapması, ilmi anlamada en faydalı ve sağlıklı yoldur. Çünkü üstad, öğrencinin hatırlayamadığı veya kavrayamadığı noktalara açıklık getirir ve öğrencinin anlayışını güçlendirir.
Manevi Fetih: Allah, hocaya olan ihtiyacını itiraf eden, onunla samimiyetle bağ kuran bir öğrencinin basiretini açar. Bu durum, hocanın huzurunda açılan kapıların öğrencinin yalnız kaldığı zamanda kapanmasına neden olur.
Örnekler: Hz. Peygamber vefat ettiğinde, sahabe kendilerini eksik hissetmiş ve bu bir öğrenim kaynağı boşluğuna işaret etmiştir.
Hanzala Hadisi’nde, sahabenin Hz. Peygamber’in yanındaki manevi havayı dışarda hissedememesi buna işaret eder.
Pratiklik ve Etkililik: İlk dönem alimleri genelde yazıya güvenmemiş, ezber ve anlayış yoluyla öğrenimi önemsemiştir. İmam Malik gibi büyük alimler, yazıya dayanmayı hoş karşılamamış, kalpte oluşan ilmi değerli görmüştür.
2-Mütalaa (Kitaplardan Öğrenim):
Faydalı Ancak Şartlara Bağlıdır:
O ilme ait terim ve kavramların daha önce öğrenilmiş olması gerekir. Bu altyapı genellikle müşafehe yoluyla elde edilir.
İlk dönem kaynaklar tercih edilmelidir. Zira ilmin kurucuları ve ilk âlimler, konuları derinlemesine ele almış ve sonraki kuşaklardan daha yetkin eserler bırakmışlardır.
İlk Dönem Âlimlerin Önemi: Hz. Peygamber’in “En hayırlı nesil benimle olan nesildir…” hadisi, her neslin ilimde bir önceki neslin seviyesini yakalayamamasına işaret eder. İbn Mesud’un “Her geçen yıl öncekinden daha kötü hale gelir” görüşü, hayrın zamanla azalacağını belirtir.
Şer’i İlimlerin Zayıflaması: İlimde önceki nesillerin eserlerine yönelmek, özellikle şer’i ilimlerde bozulmanın önüne geçmek açısından büyük önem taşır.
Sonuç
Müşafehe, ilim öğrenmenin en sağlam yolu olmakla birlikte, kitaplardan öğrenim de belirli şartlarda faydalıdır.
İlim, önce kalplerde yer edinmiş, sonra yazıya dökülmüş olsa da, anahtarı daima ehil kişilerin elinde kalmıştır.
İlmi korumak ve geliştirmek isteyen kimseler, geçmiş âlimlerin eserlerine ve yöntemlerine yönelmelidir.
13. Mukaddime(Öncül)
On Üçüncü Mukaddime, İslami ilimlerin tatbik edilebilirlik prensibini ele alıyor. Bu prensibe göre bir ilim, kapsadığı amellerin normal şartlar altında eksiksiz bir şekilde uygulanabilmesini sağlayabiliyorsa gerçek ilim olarak kabul edilir. Aksi takdirde, tatbik edilemeyen bir ilme “ilim” demek doğru değildir, çünkü bu durum cehalete yol açar.
İlmin Uygulanabilirliği: İslami ilimler, amellerin kalpten, sözle veya organlarla yerine getirilmesini içerir. Eğer bu ameller normal şartlarda eksiksiz olarak uygulanabiliyorsa, ilgili ilim geçerli bir ilimdir. Ancak, bu ameller ilmin gerektirdiği şekilde yapılamıyorsa, bu ilim geçersizdir.
Örnekler: Akaid İlmi: Allah ve Hz. Peygamber’in verdiği haberlerin doğru olması gerektiği belirtilir.
Usul-u Fıkıh: İslam, insanların güçlerini aşan (teklif-i ma layutak) veya normalden fazla zorluk ve sıkıntı (harac) doğuran yükümlülükler getirmez.
Şer’i Nassların Yorumu: Şer’i hükümlerin, normal şartlar altında uygulanabilir olması esastır. Örneğin: Nisa Suresi 141: “Allah inkârcılara inananlar üzerinde asla bir yol kılmayacaktır.” Ayetin anlamı ihbar değil, inşa olarak yorumlanmalı; yani şer’i bir hükmün konulması anlamına gelmelidir.
Bakara Suresi 233: “Anneler çocuklarını iki yıl emzirirler.” Ayetin, annelerin durumunu bildirmek yerine, şer’i bir hüküm koyduğu şekilde yorumlanması daha uygundur.
Siyak ve Sibak: Sözlerin bağlamı ve akışı dikkate alınarak yorum yapılmalıdır. Örneğin:
Maide Suresi 93: Ayetteki genel ifadeler, içkinin haram kılınmasından sonra gelmiştir. Ayetin bağlamını dikkate alarak içki yasağını teyit eden bir yorum yapılması gerekir. Zira içkinin haram kılınmasından sonra içilmesi, kemal takvanın ortaya çıkmasını engeller.
Şâtibî İslami hükümlerin uygulanabilirliği ve özellikle istihsan (hoş görme) ile mesalih-i mürsele (kamu yararını gözeten hükümler) üzerindeki etkilerini ele alıyor. Şimdi daha anlaşılır hale getirerek özetleyelim:
Amellerin Tatbiki (Uygulanabilirliği)
– İlahi hükümler, uygulanabilir olmak zorundadır. Eğer bir hüküm normalin üstünde zorluklar (harac) içeriyorsa veya aklen ya da şer’an mümkün olmayan sonuçlara yol açıyorsa, o hükmün genel geçerliliği (mutlaklığı) sürdürülemez.
Ruhsatlar ve Tatbik:
– Ruhsatlar (kolaylık tanıyan hükümler), bu prensip doğrultusunda belirlenir. Ruhsatların uygulanacağı veya uygulanamayacağı durumlar, pratikte karşılaşılan zorlukları göz önünde bulundurur.
İki Örnek:
Namazda Dikkat Dağınıklığı:
– Bir âlim, namazda dikkati dağıtan bir şeyi ortadan kaldırmanın vacip olduğunu ileri sürmüştür. Ancak bu görüş eleştirilmiştir çünkü bu durum herkes için uygulanabilir değildir. Örneğin, bir kişinin dikkatini dağıtan şey malları, ailesi veya zorunlu ihtiyaçları ise bunları terk etmesi gerçekçi değildir. İslam, insana aşırı yük getiren hükümler koymaz; bu yüzden bu yaklaşım, genel bir kaide olarak kabul edilemez.
Hilaf ve Takva:
– Bazı âlimler, ihtilaflı (uyuşmazlık olan) konuların takvaya uygun olarak terk edilmesi gerektiğini savunur. Ancak bu yaklaşım, birçok kişinin fıkhi meselelerde hangi görüşe uyacağını bilmediği için kafa karışıklığı yaratır. Özellikle sıradan bireylerin (ami), ihtilafların tüm ayrıntılarına hâkim olması beklenemez. Bu nedenle, bu görüşün de uygulanabilirlik sorunu vardır.
Takvanın (Vera) Zorluğu:
– İslam, insanlara dinin uygulanabilirliği noktasında kolaylık sağlar. Ancak takvanın zorluğu, kişinin kendi nefsiyle mücadele etmesi ve arzularını kontrol etmesiyle ilgilidir. Hilaftan çıkma takvası (ihtilaflı konuları terk etme), nefse karşı koymanın ötesinde, pratikte uygulanması çok zor bir konudur.
Sonuç:
Bu Mukaddime, İslami ilimlerin uygulanabilirliğini ve şer’i nassların doğru yorumlanmasını sağlamayı amaçlıyor. Aynı zamanda sözlerin anlamının bağlam içinde değerlendirilmesinin önemini vurguluyor. Ayrıca İslam, uygulanabilirlik esasına dayanır. Aşırı zorluklar içeren hükümler, genel geçerliliğe sahip olamaz ve bir kaide olarak kabul edilmez. Bu prensip, ruhsatlar, takva ve müteşabihat gibi birçok konuda yol göstericidir. Hükümlerin pratiğe dökülmesindeki bu yaklaşım, İslam’ın kolaylık sağlama felsefesini bir kez daha doğrulamaktadır.
Muvafakat Okumalarında Biten “Öncüller” Bölümü İçin Değerlendirme
Şâtıbî’nin el-Muvâfakât adlı eserinin “Mukaddimeler” bölümü, İslam hukukunun temel prensiplerini ve metodolojisini anlamak için önemli bir giriş niteliği taşır. Bu bölümde Şâtıbî, fıkıh usulünün teorik temellerini ortaya koyar ve makâsıdü’ş-şerîa (şeriatın amaçları) kavramını merkeze alır. Hükümlere ulaşılmasında kanun koyucunun maksatlarını kapsayan umumi tespitler yapar, hükümleri ilkeleri olan belli temeller üzerine oturtur. Genel bir değerlendirme yapacak olursak şunları maddeleyebiliriz:
1-Tümevarım Yöntemi: Şâtıbî, fıkıh usulünde tümevarım (manevî istikrâ) yöntemini kullanarak şeriatın genel esaslarını belirlemeye çalışır. Bu yaklaşım ve bu yaklaşımı sistemleştirmesi, fıkıh usulüne özgün bir perspektif kazandırmıştır.
2- Şeriatın Amaçları: Mukaddimeler bölümünde, şeriatın insan hayatını koruma, adaleti sağlama ve toplumsal düzeni temin etme gibi temel amaçlarına vurgu yapılır. Şâtıbî, bu amaçların fıkıh usulünün temelini oluşturduğunu savunur.
3- Akıl ve Şeriat İlişkisi: Şâtıbî, aklî prensiplerin ve şeriatın küllî esaslarının birbiriyle uyumlu olması gerektiğini belirtir. Bu aklın nassa uyumluluğu, fıkıh usulünün sağlam temeller üzerine kurulmasını sağlar.
4- Evrensel ve Kapsayıcı Yaklaşım: Mukaddimeler bölümü, şeriatın hükümlerinin evrensel ve zamanlar üstü olduğunu vurgular. Şâtıbî, bu hükümleri genel maslahatlar çerçevesinde değerlendirir. Bu hükümlere varmak için Arap dilini iyi bilmek ve vahyin gayesini kavrayabilmek gerektiğini vurgular.
Bu 13 başlıkta ele alınan öncüller, İslam hukukunun teorik altyapısını anlamak isteyenler için oldukça değerli bir kaynaktır.
Devam edecek…