Osmanlı İmparatorluğu yalnızca siyasi bir güç değildi; İslam’ın çağlar boyu seyrini belirleyen bir zihin haritasıydı. Bugün İslam dünyasında yaşanan tartışmalar –Selefiliğin yükselişi, hadislerin kullanımı, Batı ile gerilimler– aslında Osmanlı’nın son dönemlerinde atılan tohumların mirasıdır.
En dikkat çekici hususlardan biri, Osmanlı’nın uzun süre aşırılığa karşı bir denge unsuru oluşuydu. Hanefi hukukunun esnekliği ile tasavvufun ruhani derinliği birleşerek radikal eğilimlerin önüne set çekmişti. Fakat Batı’nın sömürgeci müdahaleleri bu dengeyi bozdu. İngilizlerin Vehhabilere verdiği destek, hadislerin seçmeci biçimde siyasi amaçlarla kullanılması ve Osmanlı sonrası dini otoritenin parçalanması, modern aşırılığın temelini attı.
Bir diğer kritik mesele, meşhur “Avrupa’nın Hasta Adamı” söylemidir. Batı, Osmanlı’yı zayıf göstermek suretiyle hem topraklarına müdahaleyi hem de ekonomik boyunduruk politikalarını meşrulaştırdı. Oysa imparatorluk, Tanzimat’tan Meşrutiyet’e kadar birçok reform girişimiyle canlılığını korumaya çalışıyordu. Gerileme anlatısı, Batı’nın siyasi bir kurgusuydu; buna karşı çıkan tarihçiler ise çöküşün kaçınılmaz değil, adım adım tasarlanmış bir süreç olduğunu savunuyor.
Mesele yalnızca tarihle ilgili değil, bugünün kimlik mücadelesiyle de doğrudan bağlantılı. Eğer Osmanlı gerçekten kendi iç çürümüşlüğüyle çökmüşse, o zaman Batı tarzı laiklik ve modernleşme tek çıkar yol olarak sunulabilir. Ama eğer çöküş büyük ölçüde dış müdahale ve ekonomik savaşlarla hızlandırılmışsa, bu durumda Müslüman toplumların yeniden tarihsel özne olabileceği iddiası güç kazanıyor.
Selefilik meselesi de burada düğümleniyor. Sanıldığı gibi kadim bir “saf” İslam’a dönüş değil; aksine Batı sömürgeciliğinin dolaylı ürünü olan modern bir ideoloji. Osmanlı’nın dini kurumları ortadan kaldırıldığında doğan boşluğu, dışarıdan teşvik edilen literalist akımlar doldurdu. Bugün birçok örgütün beslendiği damar, bu tarihsel kırılmanın ürünüdür.
O halde bugüne dair ders nedir? Tek taraflı bir anlatı bizi yanıltır. Ne Osmanlı salt içsel yozlaşmayla çökmüştür, ne de Batı tek başına modern aşırılığı üretmiştir. Gerçek, bu iki gücün iç içe geçtiği karmaşık bir süreçtir.
Ve işte tam da burada Müslüman toplumların önünde yeni bir yol açılıyor: Tarihi yalnızca mağlubiyet hikâyesi değil, aynı zamanda direnç ve uyum tarihi olarak okumak. Selefi daralmalara karşı, Osmanlı geleneğinin çoğulcu ve esnek mirasını yeniden gündeme taşımak.
Bugün aşırılığın gölgesi büyüdükçe, geçmişi yeniden yorumlamak daha da kritik hale geliyor. Osmanlı’nın hikâyesi bize şunu hatırlatıyor: İslam dünyası kendi yolunu çizme kudretini kaybetmiş değil. Aksine, tarihsel hafızasını geri aldığında, hem Batı’nın dayattığı klişeleri hem de kendi içinden doğan daraltıcı ideolojileri aşacak güç hâlâ elinde.
Kısacası, Osmanlı mirası yalnızca bir “çöküş” değil; hâlâ bugünü şekillendiren bir dönüşüm laboratuvarıdır.
adresinden özetlenmiştir.