Namaz içinde tahiyyata oturunca, namazdan sonraki dualarda, çokça çeşitli vesilelerle ve muhtelif törenlerimizde Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.) adını söyleyince ya da yazınca ona salat ve selam okuruz. “sallallâhu aleyhi ve sellem” şeklinde söylenen salâvat, yazıda ise “s.a.v.”, “s.a.s.” veya “s.a.” olarak kısaltılır. Böyle dua etmeye Türkçede “salavat getirme”, Arapça’da ise “tasliye” denir; bu duadan söz edilirken “salvele” kısatması kullanılır. Kaşgarlı Mahmud salavat karşılığı olarak alkış (övgü) karşılığına yer vermektedir. Bu el çırpma manasına değil övgü manasınadır.
Namazların son oturuşunda okunan Tahiyyat duasında olduğu gibi belli selam kelimelerini kullanarak Hz. Peygamber’i selamlama, onun emirlerine tam anlamıyla boyun eğme manasına anlaşılmıştır. Resül-i Ekrem, kendisine nasıl salat okuyacaklarını soran ashabına namazlarda okunan “Salli ve Barik duaları , “salat-ı tamme” ya da içinde Hz. İbrahim’in adı geçtiğinden “salat-ı İbrahimiyye” diye bilinen duayı okumalarını tavsiye etmiştir. Çeşitli lafız farklılıkları ile rivayet edilen bu duanın genelde bilinip okunan şekli şöyledir:
“Allahümme salli ala Muhammedin ve ala ali Muhammedin kema salleyte ala ibrahime ve ala ali İbrahime inneke hamidün mecid. Allahümme barik ala Muhammedin ve ala ali Muhammedin kema barekte ala ibrahime ve ala ali İbrahime inneke hamidün mecid”
“Sallâ” sözcüğünün bir anlamı da “izlemek”tir. Arapça’da kendinden öndeki atı izleyen ata, “musallî” denir, zira başı öndeki atın iki kalçasını (صلواي/salvây) izlemektedir. Kelimenin bu anlama geldiğini Hz. Ali’ye atfedilen bir söz de destekler. Zira Hz. Ali bir keresinde: “Sebaka resulullahi ve sallâ Ebu Bekir ve selâse Ömer” demiştir. Yani Resulullah önce gelmiş, Ebu Bekir onu izlemiş, üçüncü olarak da Ömer gelmiştir. Arapça’da ‘dua’ da “salât” olarak adlandırılmıştır, zira salât duadan, dua da salâttan sayılır. Yine rahmet ve istiğfar da “salât” olarak kabul edilmiştir, zira rahmet ve istiğfar da duanın gereklerindendir.
Dua eden kişi rahmete mahzar olmak ve günahlarından arınmak ister. Musallâ sözcüğü ise ‘namaz ve dua yeri’ demektir. Musalla taşı dilimizde bu meyanda hatırlanabilir. Nitekim aynı kelime bir ayette de zikredilmektedir. “Makam-ı İbrahim’de bir musallâ edinin.” (Bakara, 2/125)
Müminlerin Allah Resulü için söyledikleri “Allahümme salli ala Muhammed” cümlesinin “Allah’ın onun dünyada zikrini yücelterek çağrısını üstün, şeriatını baki, ecir ve sevabını kat kat kılarak büyük yüce kıl!” anlamına geldiği söylenmiştir. Geçmişte günlük yaşantının her anında neredeyse her vesile ile tekrarlanan salavat modern dönemde gittikçe gündelik hayattan uzaklaşmıştır. Ekinlerin hasat edilmesinde, düğünlerde, kına gecelerinde, hatta pehlivan güreşi gibi çeşitli müsabakalarda “salavatlama” adı verilen dualar sıkça tekrarlanırdı. Bu gün cenaze duyurularında camilerden okunan sela’lar da bu meyandadır.
Salavat ile müslümanlık davasına mensubiyet teorik onaylamalar ve reddiyeler üzerinden başka; yaşamış müşahhas şahsiyetler dolayımından hatırlanır yenilenir. Bu durum intikal eden bilgiyi onaylamaktan çok daha öte, geriye doğru uzak geçmişlere kadar uzanarak kendi konumunu güçlendirip ikame edişe zemin oluşturur.
Salavat ile uzak geçmişle bilgilenmenin ötesinde kurulan ilişki, türedi olmamanın; var olan bir tarih şuurunun ilanı ve şahitliği anlamındadır. Müslüman geçmişle ilişki kuruşunu, ümmet olmanın şuurunu oluştururken ideolojik anlamda mutabakat durumundan çok daha güçlü şekilde kurar. Bu durumda söz konusu edilen İbrahim a.s., Muhammet a.s. gibi geçmiş şahsiyetler günümüz ifadesiyle rol model olarak hem ilan edilir; hem şahsiyet anlamında varlık âleminde makamlarının yücelmesi duası yapılır. Davalarının başarması için var olunduğu, bu uğurda mücadele edildiği, onların izinden gidildiği ilan edilir.
Yaratılıştan bu yana hak davanın temsil edile duran ve sürüp giden zinciriyle ilişkilenilir. Bu durmaksızın sürüp giden hak batıl mücadelesinde müşahede edilen varlığı aşkın, içinde bulunulan zamanı aşan-yok sayan; şahıs isimlerine rağmen onların tarihi birer şahsiyet oluşlarını hükümsüzleştiren bir kavrayış etkisi üretir. Onları işlevsel şahsiyetler olarak davalarını da takipçilerle uğruna mücadeleler verilen hakikatler olarak ilan eder İbrahim as. ve Muhammed a.s.’ın izinde oluşu deklare eder.
Hz. Peygamber’e yapılan dualar (salavat) ona, onun davasına ve tüm ümmete manevi bir destektir. Bu manada salavat var olan duruma geçmişle ilişki kurularak ilan edilen bir farkındalık, bir meydan okuyuştur. Demek ki her geçmişle ilişki kurmalar kullanıp durduğumuz manada “tarih” biliminin sınırları içinde değil ve onun özürlülüğünden, körlüğünden, araçsallaşmışlığından beridir.
HÜSEYİN PEHLİVAN