Ercüment Özkan, devleti birlikte yaşamanın en büyük birimi olarak kabul eder. Bu günkü devlet olma ölçüleriyle tarihteki devlet olma ölçülerini bir birinden pek farklı görmez.
“Zira nasıl Kuveyt, İsviçre hatta Monako bugünkü ölçülerde devlet ise, ayrı kimlikleri, kişilikler varsa, Resuİlullah (s.a. ) ‘ın Medine’de teşekkül ettirdiği ve arazisi ile nüfusu ile bugünkü ölçülerden küçük varlık da bir devlet idi. Şehir boyutunda bulunduğu için ‘Site Devlet’ tabiri de kullansanız yine devlet idi.” (İnanmak ve Yaşamak s. 551)
Ona göre devlet ve “dâr” kavramı birbirini doğurur şekilde ilişkili kavramlardır. “dâr” kavramı devletin keyfiyetini yani ona meşru olup olmama konusundaki temel özelliklerini kazandıran ifadeler olarak literatürümüzde bulunduğunu zikreder. dâr ü’l-İslam, Dârü’l Küfr, Dârü’ l Harb, Dârü’l Ridde, Dârü’s Sulh . . . gibi kullanımları buna örnek olarak ifade eder.
“Sıfat, ‘Dâr’a keyfiyet kazandırmakta, kişilik vermekte ve kişiliği ile tanınmasına neden olmaktadır. Dâr ile birlikte ve bir tamlama olarak kullanıldığında ‘İslam’, ‘Küfr’, ‘Harb’, ‘Ridde’, ‘Sulh’ kelimeleri Dâr’ın vasfını belirlemekte, ne türden bir ‘Dâr’ olduğuna işaret etmektedir. Bir kelime ile ifade edilen sıfat belirleyici de ‘Dâr’ı oluşturan unsurlardan ilk ikisi yani Ülke ve İnsan (Halk) değil, otoritenin temsil ettiği rejimdir. Devlete keyfiyet kazandıran anlam, o devletin temsil ettiği ideolojiden kaynaklanmaktadır.“
Ona göre İslam literatüründe “dâr” yani yurt anlayışı orada geçerli olan hüküm ve hükmedişe göre sıfatlanır. Mekke üzerinden verdiği örnek manidardır. Fethe kadar Mekke için Dârü’l-Küfr, Bedir Harbi’nden Hudeybiye’de sulh yapılana kadar ‘Dârü’ l Harb’ , Ebu Süfyan’ın Medine’ye kadar gelişi ve anlaşmayı yenileme imkânı da bulamamasından itibaren Mekke tekrar Dârü’l -Küfr (burada sulhun sona erdiği manada Dârü’ l -Harb de kullanılabilir) olduğunu düşünmektedir. Mekke’nin fethedilerek Dârü’l-İslam’a katıldığı (İslam hâkimiyetinin orada da hüküm sürmeye başladığı) yıla kadar da Dârü’l -Küfr olarak kaldığı kanaatindedir. Belki bu kolay örnek ileriki zamanlarda konuyla ilgili fıkhi tartışmalara katılıcı bir potansiyel taşımasa da Ercüment Özkan ülke ve devlet anlayışını bu kavramsallaştırma etrafında şekillendirdiğini ifade etmesi açısından dikkate değerdir.
Ercüment Özkan dârul İslam’ı tanımlarken ilkin geçerli hukuk yapısına atıf yapar. “Ülke sınırları içinde geçerliği bulunan kanunların, Kur’ an ve O’nun en geçerli uygulanışı olan Rasûlullah (s.a. )’ın sünnetinden istinbat olunması” şartını ileri sürer. Zikrettiği diğer iki özellik de dış ilişkilerinde ‘İ’lay-ı Kelimetullah ve Dârü’l-İslam denilebilecek Dâr’da otoritenin yalnızca Müslümanlara dayanmasının gerekliliğidir. Ona göre varlığı Müslümanlara dayalı olmayan yabancı bir güce dayanan bir ülkenin “dârül İslam”lık vasfı hemen zail olur.
Onun devlet anlayışındaki ilginç olan bir detay da şudur: “Dârü’l -Küfr’ün varlığı Dârü’l-İslam’ın varlığına ihtiyaç göstermezken, diğer Dâr’ların varlığı mutlaka Dârü’l-İslam’ın varlığıyla var olabilirler. Zira nisbetleri Dârü’l-İslam’a göredir.
“Yine vurgulamak gereği duyuyoruz ki her Dârü’l -Harb Dârü’l-Küfr olduğu halde, her Dârü’ l -Küfr, Dârü’l -Harb değildir.” Konuyu bu şekilde ele alarak Müslümanlık nlayışını kör bir militarizmden ayırmaya çalışmıştır. Zamanındaki Müslümanlığın dikkatini siyasi yapıya, yönetime odaklamayı amaçlamıştır. Yabancı güçlere dayalı bütün iktidarların ülkelerinin İslamlık iddialarını bu gerekçeyle geçersiz saymış ve onları tek tek isim isim saymıştır. “(İnanmak ve yaşamak 555) Ona göre dârul islam yoksa hiçbir yer dârul harb olamaz.
Ercüment Özkan siyaseti “insanı ve ona en uygun olan yönetimi bilmek ve bulup uygulamak işiyle meşgul olmak” şeklinde tarif eder. İslam siyaset ilişkisini “İslam, insanların siyasetini belirleyen esas siyasi düsturlar vaz eden, bunu kuvveden fiile çıkaran, uygulayan bir hayat biçimidir. İnsanların hangi kaidelere riayetle nasıl insanca yaşayabileceklerini gösteren, bunu teoride bırakmayıp Peygamberimizin uygulamasıyla gerçek hayata indiren ve yaşanabilirliğini gösteren bir sistematik” olarak açıklar. Onun siyaset konusunda sınırları vahy ile belirlenen pratik hayata nasıl yansıtılacağı hususunda peygamberin örnek alınıp takip edilmesi gerektiği inancındadır.
“Tek kişiden Devlet’e giden yol yaşanarak örneklendirilmiş, insanların ufku açılarak onlara bir yandan komşu hukukunun ne olduğu belletilirken, diğer yandan nasıl devlet olacakları öğretilmiştir. Öğretilen yalnızca kurbanın nasıl kesileceği değil, kurban etinin nasıl bölüştürüleceğidir de. Otoriteye sahip değil iken ona nasıl kavuşulacağı, Mekke döneminin -II. Akabe Biatı’nın akdine kadarki dönem- yaşamıyla akıllılar için sergilenirken, Medine’ye hicretten itibaren devlet olmanın gereklerinin yerine getirildiği gösterilmiş, Allah’ın hükümleriyle hükmedebilmenin otoriteye -iktidara- ihtiyaç duyurduğu gösterilmek istenmiştir. Daha sonra, devleti kuranın yerine kaim olacakların, takva sahibi ve devlet yönetmekte ehliyetleri bulunması gerektiği uygulamalarla ortaya konulmuş, devlet olma ve otoriteyi sürdürmenin, süreklilik kazandırmanın siyaseti belirlenmiştir.” Laiklik Demokrasi ve İslam”
Peygamber anlayışının tarihsel olmayan bir örneklik fikriyle değerlendirildiği görülen bu alıntıda peygamberin mücadelesi ve siyasi iktidarını tesis etme hususundaki çabasının belirleyici örnekliği Ercüment Özkan’a göre zaman üstüdür. Resulullah(s.a.)’ın tek kişiden devlete giden yolda söyledikleri ve yaptıkları onun ümmetini bağlayıcıdır.
Hz. Peygamberin hayatında devlet olma dönemini fiili olarak 2. Akabe Biatı ile başlatır, Medine’ye hicreti ile de devletin kuruluşunun fiilen tamamlandığını ifade eder.
“İdare edecek ve edileceklerin müşterek rızaları ile bilfiil gerçekleşen bu Biat (devlet olma kararı) ile üzerinde hâkimiyetleri bulunan topraklarda toplanmaya başlanılmış ve devletin başının da gelmesi ile kuruluş fiilen tamamlanmıştır.”
Ona göre biat İdare edecek ve edileceklerin müşterek rızalarıyla oluşan bir yönetim itaat yapısıdır. İslam’ı kabul eden muhtelif kabilelere mensup Müslümanların akabe Biatı ile siyasi manada bir yönetim yapısına rızalarıyla itaat edecekleri taahhüdü Müslümanlığın kendi içyapısının tesisi mahiyetindedir. Bunun hemen akabinde yani Akabe Biatları sonrası peygamberin Medine’ye hicreti akabinde Müslümanların komşu Müslüman olmamış kabilelerle ilişkilerini belirleyen medine sözleşmesini bir manada Müslüman olmasalar da riayet edecekleri otorite ve iç hukuku kabul mutabakatı belirleme diğer kısmını da devletlerarası kaideler olarak değerlendirmek gerektiğini ifade eder. Medine’de oluşan yönetim yapısına dair bu yorumunda Müslüman yönetimin şemsiyesi altında Müslüman olmayan fakat anlaşmaları çerçevesinde Müslüman yönetime tabi olan başka yönetim itaat ilişkilerinin bulunabileceği düşüncesindedir. O dönem medine toplumundaki gerek Müslüman olmayıp yöneticisi olan, gerekse yöneticisi Müslüman olmuş veya yönetim itaat bağlılığı bulunmayan bireysel mevcudiyetler ile Müslüman yönetim arasında riayet edilecek bir hukukun tespit edilmesinin önemini vurgulamıştır.
“Adı geçen bu 47 maddelik sözleşme ile (Medine sözleşmesi) bir yandan iç hukuk esasları belirtilirken diğer yandan başka devletlerle ilişkiler -uluslararası ilişkiler- tespit olunmuş, bunun hukuku tespit olunmuştur. Yani genelde bir hukuk tespit olunmuş ve bu hukuka riayet sağlanmaya çalışılmıştır. Günümüzde buna “hukuka tabi devlet” anlayışı denilmektedir. Yalnızca tabir olarak benzerlik gördüğümüz fakat hukuka tabi devlet denildiği halde, Hukuk Devleti denildiği halde, hukuku tanımamayı hukuk edinmişleri kastetmediğimizi hemen belirtmek isteriz. ”Devlet haline gelme dönemi, kesif olarak ahkâm ayetlerinin de nazil olduğu dönemdir. Nitekim kıtal ayeti de Medine’de nazil olmuştur. Devlet düzenine taalluk eden sair ayet de keza Medine’ de nazil olan ayettir. Allah’ın Resulü ‘nün siyasi hayatını böylece, pek genelde de olsa özetlemiş olduk. (Laiklik Demokrasi ve İslam)
Ona göre devletin dayandığı üç temel unsur bulunmaktadır. Bunlar toprak unsuru, düzen unsuru, hâkimiyet unsuru ama tüm bu unsurlar gücünü insandan alma özelliği ile ikame olunabilir özelliklerdir. İnsan ile ilişkilendirilen bu özelliklerde asıl belirginleştirmeye çalıştığı husus devletin tüzel bir kişilik yani hükmi bir şahsiyet olması dolayısıyla insan olma mükellefiyet ve durumlarından ayrıştırıldığı düşüncesine itiraz mahiyetindedir. Devletin varlığını hükmi bir şahsiyet olarak yani tüzel bir kişilik olarak kabullenmeye Ercüment Özkan itiraz eder. Ona göre devlet tüzel bir kişilik olarak kabul edilemez.
“Sorumluluk söz konusu olduğunda, hükmi kişiliği sorgulamak söz konusu olmadığından hakiki kişilerle temsil edilen devlet, başındaki devlet başkanı (Emir el – mü’minin) ile tanınır ve bilinir. Aşağıya doğru da, devlet başkanı yardımcıları, valiler, amirler, hâkimler, ordu komutanları, mezalim mahkemesi üyeleri ve şura meclisi üyeleri ile fakat hakiki kişilerce temsil olunurlar. Bu temsil, uyulacak yasalar, kurallar ve müeyyideler açısından değerlendirilerek; sorumluluk da bu uyulması gereken, biatın konusunu teşkil eden kurallar bakımındandır. Bu itibarla İslam devletinde sorumluluğun bulunmadığı alan yoktur. Ve sorumluluk devletin başından itibaren aşağıya doğru kademe kademe sıralanarak kademelenir.”
Dolayısıyla “Devlet laik olabilir ama kişi laik olamaz” türünden ifade ve açıklamaları bir kesimin çelişkilerini örtmek için ortaya attıkları safsata olarak değerlendirir.
Devletin tüzel kişilik olarak kabul edilip edilemeyeceği İslam’da tüzel kişiliğin hükmü konusu ayrıca ciddi olarak tartışılmaya ihtiyaç duymaktadır. Burada Ercüment Özkan’ın temel olarak savunmaya çalıştığı konu devletin tüzel kişilik olması dolayımından kalkarak “Laik Devlet”e Müslümanlık nezdinde meşruiyet verme anlayışının hatasını ortaya koymaya dairdir.
Ercüment Özkan, Resulullah(s. a.) ‘ın “tek kişiden devlete giden yol”da neyi nasıl yaptığının anlaşılması halinde Müslüman olarak siyasi tavrımızın nasıl olması, ne şekilde hareket etmemiz gerektiğinin de ortaya çıkacağı düşüncesindedir. Siyasi düşüncenin teşekkül etmesi konusunu iyi bir Müslüman olmakla ilişkilendirir ve farz olarak tanımlar.
“Rasûlullah (s.a.) ve yakın arkadaşlarının ve bir bütün olarak mensup oldukları ümmetin bu bilince Mekke’den itibaren sahip bulunuşu onların üstünlüklerinin sebeplerinden mutlaka önemli biri idi. Daha bir avuç bile değiller iken Müslümanlar Habeşistan’ın, Bizans’ın, İran’ın ahvalini biliyorlar, badiyedeki aşiretlerin, Kureyş’in, Filistin’deki yönetimin, Mısır’ın Yemen’in halini gereğince değerlendirebiliyorlardı. Bu uyanıklıkları onları büyük yanlışlar yapmaktan korumuş ve sünnetullah’a uygun hareket edebilmelerine yardımcı olmuştur.
Biz bunun peşindeyiz ve tüm Müslümanların bir yerden başlayarak bir devlet olmasını istiyor ve bunun için çalışıyoruz. Türküyle, Kürdüyle, Arabıyla, Arnavut’uyla, Çerkez’iyle, Laz’ıyla, Boşnak’ıyla, Pomak’ıyla, Hintlisi, Malezyalısıyla, Filipinlisiyle bütün Müslümanları bir devlet yapmayı istiyoruz. Bütün maruf cinsinden toplumsal (kavmi) özellikleriyle bir zenginliğin sürdürüldüğü fakat Allah’ın kulları için uygun görüp elçileri ile gönderdiği esasları baz kabul eden bir devlet. Biri diğeri ile kardeş olan, kardeşlik hukuku içinde fakat İslam hukuku altında dirayetli ve onurlu olarak varlık gösteren bir devlet. (Dünden Yarına Dünya)”