- “Cinleri Allah’a ortak koştular. Oysa onları da Allah yaratmıştır. Bilgisizce O’na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Allah, onların ileri sürdüğü vasıflardan uzak ve yücedir.”
Cinleri Allah’a ortak koştular. Yani onlar dediler ki: Allah’ın ortakları vardır. Şunu da söylediler: “Kızlar Allah’ındır”{nahl-57}. Yani onlar, kızlar Allah’ındır diyorlardı. Yahut Allah’ı cinlerden ortakları olmakla niteliyorlardı. Bunun delili, âyetin sonundaki şu cümledir: Allah, onların ileri sürdüğü nitelemelerinden uzak ve yücedir.
Bu beyan, Cinleri Allah’a ortak koştular meâlindeki bu beyan onların, Allah’ı ortakları ve çocukları bulunmakla niteledikleri anlamına gelir. Cinleri O’na ortak koştular meâlindeki ilâhî kelâm hakkında bazıları şöyle dedi: Buradaki cinlerden maksat meleklerdir, yani kendisine kulluk yapmak konusunda melekleri Allah’a ortak koştular. Şu âyet-i kerîme de bunun gibidir: “Onlar Allah ile görülmez varlık türleri (cinler) arasında da bir soy birliği yakıştırdılar” {saffat-158}.
Şöyle denilmiştir: Onlar “Şeytana kulluk etmeyin, o sizin için apaçık bir düşmandır, dememiş miydim?”{yasin-60} meâlindeki âyette ifade edildiği gibi cinlere kulluk yapmıyor, şeytana kulluk etmeyi de kastetmiyorlardı. Çünkü kendi aralarında farklı görüşlerde olsalar da bütün insanlar, şeytandan nefret eder ve ona lânet okurlar. Ancak bunun anlamı şudur: Onları Allahtan başkasına itaat etmeyi şeytan davet etmişti, sonra onun çağrısı üzerine bunu yaptıkları zaman, sanki şeytana kulluk yapmış oluyorlardı, çünkü şeytanın emri ve çağrısı ile hareket ediyorlardı. Hâsılı onlara tabi oldukları zaman, sanki şeytana kulluk yapmış olmaktadırlar. Âyetin de bu anlama gelmesi muhtemeldir. En doğrusunu Allah bilir.
Cinleri Allah’a ortak koştular. Cenâb-ı Hak bu durumu dostlarına haber vermekte, aynı zamanda düşmanlarının kendisini çocukları ve ortakları olmakla ne kadar çirkin bir nitelemede bulunduklarını, buna rağmen yine de onlara nimetler vermek ve ihsanda bulunmakla ne kadar güzel davrandığını hatırlatmaktadır. Bu, müminlerin de düşmanlarına karşı böyle davranmaları veya birbirlerine davrandıkları gibi davranmaları içindir.
Oysa onları da Allah yaratmıştır. [Bu cümle iki anlama gelebilir; birincisi], yani onlar, bahsedilen o varlıkları da Allah’ın yarattığını biliyorlar, sonra da ulûhiyyet ve kulluk konusunda başkalarını O’na ortak kılıyorlar, verdiği nimetlere karşı şükür görevini O’na yöneltmiyorlar.
İkincisi, Oysa onları da Allah yaratmıştır, yani onların taptıkları putları da Allah yaratmıştır ve onlar da bu putların yaratılmış, emir altında ve zelîl varlıklar olduklarını biliyorlar, buna rağmen ulûhiyyet ve kulluk konusunda onları Allah’a ortak koşuyorlar. Yaratılan ve emir altında olan bir varlık, nasıl Allah’a ortak olabilir?
Bilgisizce O’na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Onlar farklı gruplar ve fırkalar halinde idiler; bazıları Îsâ Allah’ın oğludur diyorlardı ki bunlar hıristiyanlardı, bazıları da Üzeyir Allah’ın oğludur diyorlardı, bunlar da yahudilerdi{tevbe-30}. Arap müşrikleri de, melekler Allah’ın kızlarıdır, diyorlardı. Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu: “Erkek çocuklar size de kız çocuklar O’na öyle mi? Ama o takdirde bu insafsızca bir taksim!”{necm-22} Başka bir âyette şöyle buyurur: “Kız çocuklar O’na, erkek çocuklar da size öyle mi?”{tur-39} Diğer bir âyette de şöyle buyurur: “Onlardan birine, Rahmân’a lâyık gördüğünüz (kız çocuğunun) müjdesi verilince öfkeye kapılarak yüzü mosmor olur”{zuhruf-17}. Kendiniz kız çocuklarından burun kıvırıyorsunuz, fakat kızları O’na nispet ediyorsunuz öyle mi?
Bu âyette onların eziyetlerine karşı Resûlullah’a (s.a.) sabretmesi de emredilmektedir. Cenâb-ı Hak şöyle demektedir: Allah, onlara birçok nimetler vermesine ve ikramlarda bulunmasına rağmen, yine de kulluk yapmak konusunda O’na başkalarını ortak koşuyorlar (Allah yine onlara sabır gösteriyor), sen onlara bu nimetlerden bir şey vermemişken sana eziyet etmelerine sabır göstermen daha çok gerekir.
Bilgisizce. Yani aslında onlar Allah’ın çocuğu ve ortağı olmadığını biliyorlar, fakat kibir gösteriyorlar. Bilgisizce anlamındaki lafız, cahilliklerinden öyle söylüyorlar mânasına gelebilir.
Allah, onların ileri sürdüğü vasıflardan uzak ve yücedir. Bu, insanlar arasında Allah için kullanılan tâzim ve tenzih cümlesidir. İnsanlar bu sözle Allah’ı yüceltirler, bu sözle O’nu her türlü noksanlıktan tenzih ederler ve yine bu sözle O’nun kendileri hakkında her türlü kusurdan âzâde olduğunu ifade ederler. Kâfirler Allah’ı, çocuğu ve ortağı olmakla ve kusurları bulunmakla nitelediklerinde, onların ileri sürdüğü her türlü kusurdan kendisini tenzih etmek ve onların söyledikleri bütün sözlerden O’nu aklamak için de bu cümle kullanılır.
- “O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Eşi olmadığı halde nasıl çocuğu olabilir? Her şeyi O yaratmıştır ve her şeyi hakkıyla bilen O’dur.”
O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Nasıl çocuğu olabilir? Buradaki Göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır cümlesi, onları benzeri ve örneği olmadan yaratmıştır anlamına gelir.
Mübdi‘ kelimesinin mastarı olan “ibdâ‘” fiili, bir şeyi daha önce bir aslı ve örneği olmadan ihdâs etmek, vücuda getirmektir. Bundan dolayı dinde olmayan bir şeyi ihdâs edene mübtedî, yani bidatçi denir. Çünkü o, dinde aslı ve örneği olmayan bir şeyi ihdâs etmiştir.
O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Nasıl çocuğu olabilir? [Birincisi], yani daha önce bir aslı ve örneği olmadığı halde gökleri ve yeri yoktan yaratmaya kādir olan varlık, çocuğa nasıl ihtiyaç duyabilir? Dünyada çocuk, ancak şu üç sebepten birinden dolayı istenir: Ya düşmanlara karşı güçlü olmak ve onlardan intikam almak için yahut insanın duyduğu yalnızlık hissinden dolayı, veyahut da duyduğu bir ihtiyaçtan dolayı. Her çeşit noksanlıktan münezzeh olan Allah, bütün bu ihtiyaçlardan pek yücedir, O nasıl çocuk edinir?
İkincisi, Eşi olmadığı halde nasıl çocuğu olabilir? Sizler dünyada görüyorsunuz ki çocuk, ancak bir eşten dünyaya gelir, halbuki O’nun eşi yoktur, öyleyse nasıl çocuğu olabilir? Âyetteki bu hitap, sanki Allah’ın eşi olmadığını bilenlere idi. Eşe ihtiyaç, ancak insanların içine yerleştirilen arzuları tatmin etme ihtiyacından dolayı duyulur.
Her şeyi O yaratmıştır. Allah, her şeyi kendisinin yarattığını haber vermektedir. Her şeyi hakkıyla bilen O’dur
- “İşte bu Allah sizin Rabb’inizdir. O’ndan başka ilah yoktur. O her şeyin yaratıcısıdır. Öyleyse O’na kulluk edin, O her şeye vekildir (güvenilip dayanılacak tek varlık O’dur).”
İşte bu Allah sizin Rabb’inizdir. Yani gökleri ve yeri eşsiz şekilde yaratan, daha önce belirttiği gibi insanlara her çeşit nimetleri lütfeden, karanlıklarda yollarını bulmaları için yıldızları yaratan, bütün insanları tek bir nefisten yaratan, gökten su indiren ve onunla insanlar için bitkileri, meyveleri, hububatı, üzüm bağlarını ve hikmetinin şaşırtıcı göstergeleri olan diğer nesneleri yaratan Allah işte sizin Rabb’inizdir. Bütün bunlar, O’ndan başka ilah olmayan Allah’a aittir, bütün bunları yaratan O’dur. Öyleyse O’na kulluk edin, yani verdiği nimetlerin şükrünü O’na yöneltin, başkasına yöneltmeyin. HAYATINIZI ONUN EMİR VE YASAKLARI DOĞRULTUSUNDA DÜZENLEYİN. SADECE ONA İTAAT EDİN. SADECE ONA KULLUK ETMENİN BAŞKA BİR YOLU YOKTUR.
- “Gözler O’nu idrak edemez, halbuki O gözleri idrak eder. O en ince şeyleri bilir ve her şeyden haberdardır.”
Gözler O’nu idrak edemez, halbuki O gözleri idrak eder. Denildi ki: Allah burada gözler anlamına gelen “ebsâr” lafzını yaratılanlardan kinâye olarak kullanmıştır. Sanki şöyle buyurmuştur: Yaratılanlar O’nu idrak edemez, halbuki O yaratılanları idrak eder. Her şey ancak gözlerle görülüp idrak ve ihata edilebildiği için Allah “ebsâr” lafzını yaratılanlardan kinâye yapmıştır, kinâyenin anlamı budur. En doğrusunu Allah bilir.
“Ebsâr”dan maksadın, gerçek anlamda gözler olduğu söylenmiştir; fakat burada kastedilen kalp gözüdür, çünkü bilgiler onunla elde edilmektedir.
Eğer burada kastedilen yüzdeki gözler ise, o zaman bunda ru’yetullahın ispat edilmesine dair delil vardır. Ru’yetullah’ın âhirette vuku bulacağına işaret eder. Allah görülür, fakat mahiyeti idrak edilemez ve ihata edilemez, nitekim bir âyet-i kerîmede buyrulduğu gibi: “Onların bilgisi O’nu kuşatamaz”{TAHA-110}.
Çünkü görmenin gerçekleştiği görünen nesnelerin gerçek mahiyeti ve keyfiyeti idrak ve takdir edilemez; göz, kulak, dil, burun, el ve diğer organların gizli olan bir tarafı bulunur. Gözle nesneler görülür, fakat gözün gerçek keyfiyeti ve mahiyeti bilinmez.
Buna göre gözün değdiği zâhirdeki nesneler hakkında yaratılanların bilgisi ile onların gerçek mahiyeti idrak edilemez, keyfiyeti bilinemez, ilim olarak da kuşatılamaz. Bunları hikmetiyle belirleyen, lütfuyla insanın vücuduna yerleştiren ve her türlü noksanlıktan münezzeh olan Allah, mahiyeti itibariyle idrak edilmekten en uzak ve idrak edilmeyip ihata edilmemeye en layık olan varlıktır.
İşin aslı şudur: Cenâb-ı Hak duyularla ve müşahedelerle değil, mûcizelerle ve delillerle bilinir. Bilinme yolu mûcizeler ve deliller olan her varlık ihata edilemez ve mahiyeti de idrak olunmaz. Allah kendisini nasıl nitelediyse öyledir: “Onların bilgisi O’nu kuşatamaz”{TAHA-110}. Gözler O’nu idrak edemez, çünkü idrak ve ihata, ancak duyularla algılanan varlıklarda olur, mûcizelerden ve delillerle bilinen varlıkta değil.
Peygamberlerin delilleri de bu minvalde gelmiştir. Meselâ Firavun kendisine Rabb’ini sorduğunda Hz. Mûsâ (s.a.) şöyle cevap vermiştir: “Firavun, ‘Sizin Rabb’iniz de kimmiş ey Mûsâ?’ dedi. Mûsâ, ‘Bizim Rabb’imiz her şeye özüyle ve biçimiyle varlık veren, sonra da işin yolunu yordamını gösterendir’ diye cevap verdi”{TAHA-49-50}. Hz. İbrâhim (s.a.) de şöyle dedi: “İbrâhim, ‘Rabb’im hayat veren ve öldürendir’ dedi. İbrâhim ‘Allah güneşi doğudan getirmektedir’ dedi”{BAKARA-258}. Hz. Mûsâ’nın (s.a.) ve Hz. İbrâhim’in (s.a.) bu sözleri, başka bir yönden değil, mûcize ve delil olmak itibariyle Cenâb-ı Hakk’ın ulûhiyyetine ve vahdâniyyetine işaret eder.
Buna göre Cenâb-ı Hak da yaratılanların, vahdâniyyetini ve rablığını bilmeleri için şu âyetleri delil getirmektedir: “O, yol bulasınız diye sizin için yıldızları yaratmıştır”{ENAM-97}. “Güneşi aydınlatıcı, ayı ise aydınlık yapan ve ona menziller belirleyen O’dur”{YUNUS-5}. “Gökten su indiren O’dur. (Buyurdu ki:) İşte biz her çeşit bitkiyi onunla bitirdik”{ENAM-99}.
Cenâb-ı Hak insanların, zâtını kuşatmak ve mahiyetini idrak etmek itibariyle değil, ulûhiyyetini ve vahdâniyyetini anlamalarını sağlayacak mûcizelerle ve delillerle onlara kılavuzluk etmektedir. Hidâyeti ve doğru yolu bulmak ancak Allah sayesinde mümkündür.
O en ince şeyleri bilir ve her şeyden haberdardır. Denildi ki: Buradaki “latîf” kelimesi, fiillerinde ince ve hikmetli olan, “habîr” kelimesi de yaratılanları ve amellerini bilen anlamına gelir.
“Latîf”in iyilik ve merhamet eden anlamına geldiği de, nesnelerin bütün gizli yönlerini bilen anlamına geldiği de söylenmiş, “habîr”in de nesnelerin zâhirini bilen anlamına geldiği söylenmiştir. Bu insanların anladığı anlamda olmamak üzere Allah’ın Latîf ve Azîm olduğu bilinsin diyedir. “O, evvel ve âhir, zâhir ve bâtındır”{HADİD-3}. O, evveldir âhirdir, zâhirdir bâtındır. Biliniz ki Allah, yaratılanlar tarafından anlaşılan ve bilinen şekilde değil, fakat kendini nitelediği O, gibi Evvel, Âhir, Zâhir ve Bâtın’dır.
- “Doğrusu size Rabb’iniz tarafından basiretler (idrak kabiliyetleri) verilmiştir. Artık kim hakkı görürse faydası kendine, kim de kör olursa zararı kendinedir. (De ki:) Ben üzerinize bekçi değilim.”
Doğrusu size Rabb’iniz tarafından basiretler (idrak kabiliyetleri) verilmiştir. Denildi ki: Rabb’iniz tarafından basiretler verilmiştir meâlindeki beyanın [farklı anlamlara gelmesi muhtemeldir.
Birincisi], denildi ki: Açıklamalar gelmiştir anlamına gelir. Şöyle de denildi: “Basâir” kelimesi, doğru yol anlamına gelir. Şöyle de söylendi: Burada kafalarındaki değil kalplerindeki basiretler kastedilmiştir. Bu, Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem’in görüşüdür.
“Besâir”in beyan anlamına geldiği de söylenmiştir, bunlar aynı şeydir. Şahitler anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani size Cenâb-ı Hak tarafından Allah’ın ilahlığına işaret eden şahitler gelmiştir. Nitekim şu âyet-i kerîmede buna işaret edilmektedir: “Artık insan kendine kendisi tanıktır”{kıyame-14}. Yani aksine insanın basireti, yani şahidi kendindendir, onun her uzvu Allah’ın birliğine ve yegâne ilâh olduğuna şahitlik etmektedir.
Görmez misin ki Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “O ceza gününde dilleri, elleri ve ayakları, yapıp ettikleri hususlarda aleyhlerine tanıklık edecektir”{nur-24}. En doğrusunu Allah bilir ya, onlar Allahtan başkasına tabi olmak konusunda atalarını taklit ediyorlar ve şöyle diyorlardı: “Sadece bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye onlara tapıyoruz”{zümer-3}. “Bunlar Allah katında bizim aracılarımız”{yunus-18}.
Doğrusu size Rabb’iniz tarafından basiretler (idrak kabiliyetleri) verilmiştir.
Yani size âyetler ve peygamberler gönderilmiştir, şayet onlara tabi olursanız, onlar Allah katında size şefaatçi olacaklar. İkincisi, Size basiretler verilmiştir, eğer onları tefekkür eder, düşünür ve dikkatle bakarsanız onların Allah tarafından verilen aklî deliller olduğunu anlarsınız. Çünkü insan, nesnelerin hayret veren yönlerine baktığında iki türlü davranma kabiliyetinde yaratılmıştır. Bazısı dikkatle bakar, düşünür ve onun aklî kanıtlar olduğunu anlar, fakat inat eder, büyüklenir ve onun gerektirdiğini yapmaz. Bazıları ise, bakmaz, gözünü yumar, şayet düşünse ve dikkatle baksaydı mutlaka gerçek onlar için ortaya çıkardı.
Artık kim hakkı görürse faydası kendine, kim de kör olursa zararı kendinedir. Yani hakkı ve doğru yolu görür, ona uygun davranır ve bunun faydasını da kendisi görür. Bakan, fakat gözünü yuman, yani ona uygun davranmayan ise, onu terk etmiş olmasının zararını kendisi görür. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: “Kim dine ve dünyaya yararlı bir iş yaparsa kendi iyiliği için yapmış olur; kim de kötülük işlerse kendi aleyhine işlemiş olur”{fussilet-46}.
(De ki:) Ben üzerinize bekçi değilim. Yani Size Rabb’iniz tarafından basiretler verilmiştir, dolayısıyla bize sadece tebliğ etmek düşer. Nitekim Allah şöyle buyurdu: “Peygamberin görevi, tebliğ etmekten ibarettir”{maide-99}.
- “Böylece biz âyetleri, duruma göre farklı tarzlarda gönderiyoruz ki, ‘İyi öğrenmişsin’ desinler ve biz, anlayan toplum için Kur’ân’ı iyice açıklamış olalım.”
Böylece biz âyetleri, duruma göre farklı tarzlarda gönderiyoruz. Açık ve anlaşılır olmasını isteyen insanlar iyice anlasınlar diye biz âyetlerimizi farklı şekillerde tekrar ediyoruz yahut her âyeti yerine koyuyoruz, sonra yaratılanlar onları ihtiyaç durumlarına göre alsınlar diye farklı tarzlarda gönderiyoruz.
İyi öğrenmişsin, iyi ders almışsın desinler diye. Buradaki fiilin “dereste”, “dâreste” ve “dereset” şeklinde farklı kırâatleri vardır.“Dereste” öğrendin mânasına gelir.
Anlayan, anlamak isteyen, doğruyu ve hakikatı bulmak için azim ve gayret gösterenler anlasınlar ve doğru yolu bulsunlar diye, Kuran iyice anlaşılsın, tereddüt edilen bir şey kalmasın diye ayetleri döne döne, farklı farklı, çeşit çeşit açıklıyoruz demektir.
Sonra İyi öğrenmişsin desinler diye. Bu beyanın tefsirinde de ihtilaf edilmiştir. Bazıları onu, iyi öğrenmişsin dememeleri için diye tefsir etmişlerdir. Buna göre bu cümle, “Doğrusu size Rabb’iniz tarafından basiretler verilmiştir”{enam-104} meâlindeki âyetin bağlantısı olur. Yani iyi öğrenmişsin dememeleri için size Rabb’iniz Allah tarafından basiretler verilmiştir. Hasan-ı Basrî ise İyi öğrenmişsin desinler diye meâlindeki cümle hakkında şöyle der: İyi öğrenmişsin demeleri için “Size Rabb’iniz tarafından basiretler verilmiştir”. Çünkü peygamberler gönderilmesinin ve kitaplar indirilmesinin, kâfirden küfür sözünün, müminden de iman sözünün ortaya çıkması için olduğunu Cenâb-ı Hak beyan etmiştir.
En doğrusunu Allah bilir ya, İyi öğrenmişsin desinler diye meâlindeki cümle hayret etmek anlamına gelmektedir. Hz. Peygamber’in (s.a.) ashabı, kâfirlerin yaptıkları çirkin davranışlardan ve Resûlullah’a (s.a.) karşı kötü muamelelerinden hayret etmişlerdi, Cenâb-ı Hak tarafından da kendilerine basiretler, kanıtlar ve deliller gelmişti. Bütün bunlardan sonra kâfirler O’nu reddetmek ve yalanlamakla karşılıyorlardı. Allah hayvanları, çardaklı bağları, ekinleri, hurmaları ve âyette haber verdiği diğer şeyleri insanlar için yarattığını beyan ederek onlara verdiği nimetleri hatırlatmaktadır{enam-141}.
Onlar da bütün bunları biliyorlardı. Bütün bunları bilmelerine rağmen onlar yine de cinleri Allah’a ortak koşmuşlardı. “Bilgisizce -ve hiçbir delile dayanmadan- O’na oğullar ve kızlar yakıştırdılar”{enam-100}. Bu da bir hayret ifadesidir, onlar bütün bunları kendileri için yaratanın Cenâb-ı Hak olduğunu bilmelerine rağmen onları Allah’a nasıl ortak koştular? Buna göre açıklamaya çalıştığımız âyetin anlamı şöyledir: Onlar, Hz. Peygamber’in doğru söylediğini, onun Allah katından mûcizeler ve deliller getirdiğini, kendisinin okur-yazar olmadığını{ankebut-48} ve bunları bilen birine giderek bu bilgileri ondan almadığını açık olarak bilmelerine rağmen, ona iyi öğrenmişsin iftirasını nasıl attılar?
- “Rabb’inden sana vahyolunana uy. O’ndan başka ilah yoktur. Müşriklerden yüz çevir.”
Rabb’inden sana vahyolunana uy. Burada şöyle bir soru akla gelir: Hz. Peygamber’e (s.a.) ancak Rabb’inden vahiy gelmesine rağmen, sadece Sana vahyolunana uy denilmesi yeter iken Rabb’inden lafzının da eklenmesinin anlamı nedir? En doğrusunu Allah bilir ya, burada gizlenmiş bir kelime vardır, sanki bu sözü, kendisine vahyedilen kişinin huzurunda bulunanlara söylemektedir: De ki: Rabb’inden sana vahyolunana uy. Sonra peygamberine de Rabb’i tarafından kendisine vahyedilene uymasını emretmektedir, yani sana vahyedilene göre amel et, demektedir.
Sonra buradaki amel et emrinin iki anlamı olur. Biri, böyle inan demektir, öbürü de bizzat amel etmektir, yani öyle davran demektir.
Âyetteki uymak emri, vahyedilen şeyin haber olarak doğruluğuna, hüküm olarak âdil olduğuna tabi olmayı ifade ediyor. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: “Rabb’inin sözü hem doğruluk hem de adalet bakımından tamamlanmıştır”{enam-115}. Denildi ki: Haberde doğru, hükümde âdil olarak tamamlanmıştır. Buna göre açıklamaya çalıştığımız âyetteki uymak emri, ona vahyedilen haberde doğru, hükümde âdil olan şeye uymayı ifade eder.
Sonra Cenâb-ı Hakk’ın, peygamberine, kendisine vahyedilene ve Rabb’inden gelene tabi olmayı emretmesi, ümmetine de aynı şeyi emrettiği anlamına gelir. Nitekim bir âyet-i kerîmede şöyle buyurdu: “Rabb’inizden size indirilene uyun; O’nu bırakıp da başka önderlerin ardından gitmeyin”{araf-3}. Cenâb-ı Hak bu âyette müminlere, Rab’lerinden kendilerine indirilene uymayı emretmekte, O’nun dışında edindikleri dostlara uymayı da yasaklamaktadır. Buna göre onlara Allah’tan başka edindikleri dostlara uymayı yasaklamasını, peygamberine Rabb’inden vahyedilene uymakla emrettiği âyette de belirtmektedir: Rabb’inden sana vahyolunana uy.
O’ndan başka ilah yoktur. Bu beyanla “O’nu bırakıp da başka önderlerin ardından gitmeyin”{araf-3} meâlindeki âyet, aynı şeyi ifade etmektedir. Çünkü Allah ona, Rabb’inden kendisine vahyedilene uymayı emretmekte ve başka dostlar edinmeyi yasaklamaktadır, çünkü O’ndan başka ilâh olmadığını haber vermektedir.
Müşriklerden yüz çevir. Müşriklerden yüz çevirme emri, farklı anlamlara gelebilir. Onların eziyetlerine karşılık vermemesi, sabretmesi anlamına gelebilir. Onlardan yüz çevir emri, onlarla savaşmayı yasaklaması anlamına gelebilir, sanki Allah belli bir zaman onlarla savaşmayı yasaklamış gibidir. Âyet-i kerîmenin özel bir kavim hakkında gelmiş olması da muhtemeldir, buna göre şöyle demiş olur: Onlardan yüz çevir, çünkü onlar iman etmeyecekler. Onlara âyetler ve mûcizeler göstermeyi bırak, çünkü Allah onların asla iman etmeyeceklerini bilmektedir. Sonra Cenâb-ı Hak, peygamberine onlardan yüz çevirmeyi emretmekle, müminlere de onlardan yüz çevirmelerini emretmiş olmaktadır. Bir âyette şöyle buyurmuştur: “Onlar, boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler”{kasas-55}.
- “Allah dileseydi onlar ortak koşmazlardı. Biz seni onların üzerine bir bekçi kılmadık. Sen onların vekili de değilsin.”
Allah dileseydi onlar ortak koşmazlardı. Buradaki meşîet, tercih anlamına gelen, bela geldiğinde ve imtihan zamanında itâate götüren tercih meşîetidir. Sonra Allah dileseydi onlar ortak koşmazlardı meâlindeki ilâhî kelâmın, baskı ve zorlama iradesi anlamına gelme ihtimali yoktur. Çünkü baskı ve zorlama halinde ne imandan bahsedilir, ne de küfürden, bunlar ancak tercih imkânı varken ve bilerek itâat etmek durumunda ortaya çıkarlar. Çünkü baskı ve zorlama, insanın gerçek yüzünü göstermesine engeldir, hatta yapması gereken farz da ondan sakıt olur, sorumluluk baskı ve zor kullanana döner.
Allah dileseydi onlar ortak koşmazlardı meâlindeki âyette, İslâm yoluna girmenin Allah’ın lütfu ve ihsanı ile olduğuna da işaret eder. Cenâb-ı Hakk’ın nezdindeki nimetlerden layık olan kişilere lütuf ve ihsanda bulunması, bazılarını da bundan mahrum bırakması Allah’a ait bir haktır. Bazılarına layık oldukları için lütfedip vermekte, bazılarına da adalet gereği vermemektedir.
Biz seni onların üzerine bir bekçi kılmadık. Sen onların vekili de değilsin. Yani onların amellerini korumaktan sen sorumlu değilsin. Yahut onların yaptıklarının hesabı sana sorulmayacak, sana düşen sadece tebliğ etmektir.
Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Onların hesaplarından sana sorumluluk yoktur, senin hesabından da onlara sorumluluk yoktur”{enam-52}. “(Ey müşrikler!), söz dinlemezseniz onun (peygamberin) sorumluluğu ona, sizin sorumluluğunuz da size aittir”{nur-54}.
Şöyle denildi: “Hafîz” ve “vekîl” lafızları aynı anlama gelirler. Vekîl, kefildir de denilmiştir.
Sen onların yaptıklarının kefili değilsin, sorumlu değilsin.