İnsanoğlu yeryüzüne ayak bastıktan sonra, Bakara 36 ayet-i kerimesi mucibince (istisnalar hariç) Müslümanlar hep şu iki durumun birbirleriyle mücadelesine tanık olmuşlar ve kendilerini de bu mücadelenin içinde bulmuşlardır:
Ya İslam ya cahiliye, yani birinin olduğu yerde diğeri yoktur.
Şimdi önümüze ışık tutan şu ayet-i kerimeye bir göz atalım:
“Yoksa onlar, hâlâ cahiliyenin hükmünü mü istiyorlar! Oysa gerçeği kesin olarak bilen bir kavim için, hükmü Allah’tan daha güzel olan kim vardır “(Maide,5/50).
Bu ayetten hemen şunu anlıyoruz ki; hüküm ya ilâhi kaynaklı olabilir, ya da beşeri kaynaklı. İşte ilâhi kaynaklı olan Allah’ın(cc) hükmü, beşeri kaynaklı olan da cahiliyenin hükmüdür. Dolayısıyla cahiliye zamanla- mekânla alakalı olmayıp, dün olduğu gibi bu günde var olan ve gelecekte de var olacak olan bir kavramdır. Eğer egemenlik ve otorite ve bunun da bir gereği olan hayatı düzenleme kuralları insanların heva ve heveslerine bırakılmışsa orası cahiliyedir. Her ne kadar adını modern süslemelerle kapatmaya çalışsalar da… Bu nedenle cahiliye, İslam’ın tamamen karşısında, ona zıt bir hayat tarzını benimsemektir.
Allah’ın(cc) hükmünün en güzel olduğunun farkında olanlar, yani yakîn bir imana sahip olanlar, cahiliyeyi bu şekilde anlarlar ve ona karşı tavırlarını en açık bir şekilde ortaya koyarlar. Ve yine onlar yakînen idrak ederler ki mesele mücadeleyi kazanmaktan ya da kaybetmekten öte safı doğru yerde tutmak ve gerekirse canlarını bu uğurda verebilmektir. Çünkü bu uğurda can vermek, bir kayıp değil, aksine en büyük kazançtır. Öyle bir kazanç ki değeri yeryüzü değerleriyle ölçülemeyen bir kazanç…
Fakat yol uzun ve meşakkatli (Bkz. Bakara, 2/214) ,yol azığı sabır… Buna rağmen asla yeise, ümitsizliğe düşmek yok. Bu cahiliyeden kurtuluşun mutlaka bir yolu olmalı. Peki, bunun çaresi ne? İşte bu durumda Nur suresi ayet 55 imdada yetişiyor:
“ Allah, içinizden, iman edip salih amel işleyenlere, kendilerinden önce geçenleri egemen kıldığı gibi onları da yeryüzünde mutlaka egemen kılacağına, onlar için hoşnut ve razı olduğu dinini iyice yerleştireceğine, yaşadıkları korkuların ardından kendilerini mutlaka emniyete kavuşturacağına dair vaatte bulunmuştur. (Çünkü) Onlar yalnız bana kulluk eder ve hiç bir şeyi bana ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kimler inkâr ederse, işte onlar fasıkların ta kendileridir.”(Nur,24/55).
Bu ayetten şunu anlıyoruz ki İslam’ın yeryüzüne hakim olması ve Allah’ın mü’minlere vaat ettiği zaferin gerçekleşmesi şu dört şart altında mümkündür: İman, salih amel, yalnızca Allah’a ibadet etmek ve nihayet O’na hiç bir şeyi ortak koşmamak.
Şüphesiz ki Allah’a (cc) iman, iman ilkelerinin en başında gelen çok önemli bir umdedir. Diğer iman ilkeleri bunun tabii bir sonucudur. Bu açıdan söylenecek çok söz var. Şu kadarını ifade edeyim ki bu sadece Allah’ın (cc) varlığına değil ayni zamanda Allah’tan(cc) başka ilahların olamayacağına bizi götüren yakîni bir iman… Zaten mücadele de burda başlıyor. Başarının sırrı Allah’a tam bir güvendir. İmanın gereği budur. Fakat burada sünnetullahın işleyiş tarzını da çok iyi anlamamız lazım. Rabbimiz Ra’d süresi ayet 11 de şöyle buyuruyor:
“…Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez …”
Yani ilk gayret, ilk girişim, ilk çaba bizden gelmeli ki Rabbimiz önümüzü açsın ve bize vaad ettiğini yerine getirsin. Zaten Nur 55. ci ayette de vurgulanan budur.
İman-salih amel ilişkisi Kur’an’da en sık kullanılan kavramlardan birisidir. Birinin varlığı diğerinin varlığını gerektirir. Bir başka ifadeyle iman salih amelle desteklenirse imandır. Yani kabule şayandır. Aksi halde firavunun imanı gibi olur. Firavun ben ”Musa ve Harun’un rabbine iman ediyorum” dediğinde Rabbimiz “Şimdi mi” buyurdu. Firavun bu sözünde samimi değil miydi? Samimi idi. Çünkü gideceği yeri görmüştü. İmanını destekleyecek, salih ameli ispatlayacak zamanı kalmamıştı. Demek ki salih amel imanın bir göstergesi, bir meyvesidir. Ve tersine olarak eğer bir davranışta iman yoksa salih amel de yok demektir.
Salih amelle iyi ameli birbirine karıştırmamak lazım. İyi amel imanı olmayan bir kişiden de zuhur edebilir. Fakat salih amelin olmazsa olmazı imandır.
Nur suresi ayet 55’le ilgili Kur’an’da geçmiş kavimler hakkında örnekler vardır. (Bkz.Musa (as) ve kavmi). Ben Rasûlullah(sav)’i ve ona tabi olan ashabı güzini örnek vermek istiyorum. Çünkü onlar yukarda zikrettiğimiz dört şartı en güzel şekilde yerine getirmişlerdir. İman-salih amel ilişkisini onların şahsında en güzel bir şekilde müşahede ediyoruz. Bir başka ifadeyle imanın salih amele dönüşmesini, salih amel varsa bunun mutlaka imandan kaynaklandığını onların hayat tarzlarında yakîni olarak görüyoruz. Öyle değil mi? Hz. Bilâl’in eziyet, işkence altındayken “Ehâd, Ehâd” nidalarını imandan başka ne ile açıklayabiliriz ki…
Yine onlar değil midir ki ibadeti yalnızca yüce Allah’a tahsis etmek ve O’na hiç bir şeyi ortak koşmama noktasında yıldızlaşanlar… Böylece Allah Azze ve Celle onlar için vaadini yerine getirdi. Onları sıkıntılı ve korku ile dolu Mekke ortamından alıp emniyet ve güven içinde Allah’ın(cc) razı olduğu dini yaşayacakları ve egemen kılacakları Medine ortamına götürdü. Bir tek kişiyle başlayan bu hareket, 23 sene gibi insan hayatında bile kısa sayılabilecek bir zaman diliminde bütün Arabistan’a yayıldı. Rabbimiz “Seni yaratan Rabbinin adıyla oku (Alak,96/1) ayeti ile başlayıp “…Bu gün dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım …”(Maide,5/3) (Bu noktada farklı görüşler olsa da benim tercih ettiğim görüş budur ) ayetiyle sonlanan ayetlerini 114 sure olarak inzal etti ve onları destekleyip, yol gösterdi. Bunları şunun için yazıyorum: Günümüzün konjonktürünü de dikkate alarak Rasûlullah’ın(sav) takip ettiği yolu aynen izlemeliyiz. Çünkü bu yol ilâhi bir yoldur.
Şimdi tekrar mezkûr ayete (Nur,55) dönersek, burada çok mükemmel bir sunuş tarzı görüyoruz. Şöyle ki: İman-salih amele istinaden, Rabbimizin büyük lütfu ve hemen arkasından yalnız Allah’a(cc) kulluk ve O’na hiç bir şeyi ortak koşmamak temel ilkesi yer alıyor. Düşünüyorum da bu temel ilke de, aslında Allah’a(cc) yakîn bir imanın bir sonucudur. Bir başka ifadeyle imanın salih amele dönüşmesidir.
Peki, bir daha vurgulanmasındaki muradı ilâhi ne olabilir? Anladığım kadarıyla (Şüphesiz ki Rabbimiz en doğrusunu bilir) şirk bazen çok sinsi olabilir ve şirk de ameli ifsad eder. Mesela sevgi boyutu. Mü’min en çok Allah’ı (cc) sever bu sevgide hiç bir şeyi O’na ortak koşmaz. Fakat malumunuz sevgi kalbin amelidir. Kalp de Allah’ın (cc) elinde olduğuna göre her an Rabbimizden yardım istemeliyiz. Yine bu ayet zamanla- mekânla veya belli bir şahısla sınırlandırılmış değildir. Bize düşen görev bu ayetin muhatapları arasına katılabilmek, elimizden gelen tüm gayreti gösterebilmek ve ben de varım diyebilmektir. Allah Azze ve Celle asla vaadinden dönmez.
Selâm ve muhabbetle.