“Bugünün İlmiye Sınıfı, Dününkine Ne Kadar da Benziyor” yazımıza yapılan eleştiri için
Bismillah
Öncelikle en başta şu hususu ifade etmekte yarar görmekteyim. Şahsen yakın tarihe bakışımız ve irdeleme amacımız, birilerini tahkir etmek, aşağılamak olmadığı gibi, yüceltmek, dokunulmaz kılmak da değildir. Bahsi geçen dönem, zamanlardan bir zaman olarak gelip geçmiş, adı geçen şahıslarda bu dünya imtihanını tamamlayıp Allah’a dönmüştür. Birilerine olan sevgimiz, bizim onların hatalarını ve yanlışlarını görmezden gelmemize sebep olmaması gerektiği gibi, kızgınlığımızda o şahıslara adaletsizce davranmamıza neden olmamalıdır. Dönem üzerine yaptığımız nakiller ve değerlendirmeler, o zamana ait eserlere, kaynaklara, hatıratlara ve daha da önemlisi, şahısların bizzat yazıp söylediklerine dayanmaktadır. Kendimizden bir şey aktarmak imkânına sahip değiliz. Buna rağmen yer yer elbette hatalarımız olmuş da olabilir.
Sonuç itibarıyla bizde bir insan olduğumuz için, okuduklarımızdan, öğrendiklerimizden etkilenmememiz mümkün değildir. Lakin “cesur genellemeler” ve “üstünkörü çıkarımla” yaptığımız haksız ifadelerdir neden böyle bir şey yapalım ki yazıda adı geçen şahıslarla bizden çok önce bu dünyadan göçüp gitmiş insanlar olduğu için, onlarla herhangi bir husumetimiz yoktur.
Osmanlının yıkılışının yegâne sebebi elbette meşrutiyet idaresi değildir. Lakin ulemanın siyaseten basiretsiz tavrı ve kendi aralarında örgütlenememeleri, çöküşün ve yıkılışın hızlanmasında ciddi şekilde etkili olmuştur. Müslümanların meclisine gavurların girmesi ve devlet işlerinde, ulemadan daha fazla söz sahibi olması ve dahi ulemanın da buna ses çıkarmaması, ses çıkarmamasının da ötesinde, Comte’nin hayranı olan Ahmed Rıza gibi materyalist dinsiz bir İttihatçının peşinden gitmeleri, başka hiçbir sebep olmasa bile, ulemaya vebal olarak yetecek derecededir.
Ali İmran Suresi, Kur’an’ı Kerim’den bir suredir ve 159. ayette Ali İmran suresinden bir ayettir. Allah’ın kitabının ayetlerini eğip bükenlere karşı durması ve direnmesi gereken ulemanın, aynı ayette yola çıkarak kitabı tahrif etmesi, müsamaha gösterilecek bir durum değildir.
Adı geçen ulemaya rahmet okumak vazifemizdir ki, bunu da yaptık. Cesur genellemeler nedir mesela? “Aşırıya kaçmak” ne demektir? Dönemin uleması çok değil, biraz cesur olsalardı, belki de hal-i pürmelalimiz şimdi içinde bulunduğumuz durumdan çok daha farklı olacaktı. Amacımız sadece gelişen hadiseler karşısında ulemanın yanlış davrandıklarını ve yanlış davranan ulema içinde istisna olan birine bile rastlanmadığını ifade etmekti. Onu da ettik.
Yanlışa düşenlerin, daha sonra İttihatçılarla amansız mücadeleye girdiklerini bizde ifade ettik. Burada bizim dikkat çekmeye çalıştığımız husus, kurulan yeni laik düzene karşı tavırlarının değişmemesidir. İttihatçılara karşı idiler, fakat ne meclise, ne parlamentoya, ne laik işleyişe, ne laik anayasaya, mecliste yaşanan gayri meşru yasamalara tek laf etmediler. Acizane bizim dikkat çekmeye çalıştığımız husus, yeni laik düzene ulemanın uyum sağlamasıdır. Bu çok sakıncalı bir durumdu ve uluslaşmaya giden modern siyasi sisteme ulemadan hiçbiri itiraz etmedi.
İskilipli Atıf Hocaya Allah rahmet etsin. Kendisini tahkir etmek, aşağılamak gibi bir niyetimiz yoktur. Böyle bir şeye tevessüle gerek de yoktur. Adı geçen hocaya dikkat çekmekteki amacımız, dönemin ulemasının zihninde Frenk mukallitliğinin ne olduğuna nasıl anlaşıldığına dikkat çekmekti. Düşünsenize, siyaseten, iktisaden, hukuken frenk mukallidi olan laik bir düzen kurulmuş ve bu düzenin işleyişi için dinen meşruiyet devşirmişsiniz fakat frenk mukallidi olmamışsınız. Ve frenk mukallitliğini şapkaya indirgemişsiniz.
Mustafa Sabri Efendi, hayatının son dönemlerinde Mısır’da doğru ve örnek tavır ve eserler ortaya koymuşsa da Osmanlıdaki döneminde genelde ulemadan tamamen ayrı sayılabilecek bir duruş ve davranış şekli olmamıştır. Sonra İttihatçılarla olan bağını koparmıştır, lakin halen mecliste mebustur. İttihatçılara karşı sert eleştirilerde bulunmuştur; Fakat modern meclisin şer’i olmadığını, Müslümanların meclisinde gavurların olamayacağını hiçbir zaman söylememiştir. Meclisten onlarca gayri meşru yasa çıkmış, İslam’ın haram helal sınırları darmadağın olmuş fakat Sabri Efendi bu hususlarda muhalefet etmemiştir.
Mecliste mebusların maaşlarının nasıl ödeneceği tartışılır. Hazinede para yoktur. Bir ecnebi bankasından faizle kredi alınması gerekmektedir. Fakat kredi verecek banka faizi yüksek istemektedir. Tartışmalara Mustafa Sabri Efendi de dahildir. Banka faiz oranın %10 ister, mebuslar bankayı %7 razı etmeye çalışmaktadır. Şimdi burada mecliste bulunan ulemanın, “faiz haramdır, Allah’a ve resulüne savaş açmaktır” demesi mi gerekir, yoksa “faiz olsun ama yüzdesi düşük olsun” mu demesi gerekir?
Sabri Efendi, Manastırlı İsmail Hakkı ile “Kuvve-i Teşriyye” hususunda sert bir tartışmaya girmiş. Sebep, Manastırlının, meclisi ayan için “Kuvve-i Teşriyye” kavramını kullanmasıdır. Sabri Efendi Manastırlıya çok sert ifadelerle, meclisi ayanın “Kuvve-i Teşriyye” olamayacağını, teşri makamının yalnız Allah’a ait olacağını izah eder. Fakat Meclis-i Mebusan için “Kuvve-i teşriyye” kavramı kullanılınca ne hikmet ise sessiz kalır. Daha böyle örnekler verilebilir.
Hayatını ilim tahsiliyle geçirmiş bir hoca efendi, hele ki Mustafa Sabri gibi biri için İttihatçılarla iş tutmak, olası bir durum değildir. İttihatçılar en başından Avrupalı olduklarını, Avrupai bir düzen kuracaklarını her defasında gizlemeden saklamadan söylemiş bir örgüttür. Başlarındaki adam Ahmed Rıza, Comte’nin talebesidir. Dine ve dini olana hiçbir müsamahası yoktur. İslam’ı değil, insanlık dinini savunur. Daha da kötü olanı, meclis açıldığında Mustafa Sabri de dâhil olmak üzere onca ulema varken Ahmed Rıza gibi küfrü ayan olan biri, ittifakla meclis başkanı yapılmıştır. Amacımız Mustafa Sabri’ye veya başka bir ulemaya tahkir ile abanmak değil, bazı sıkıntılı yerleri görmeye çalışmaktır.
Mustafa Sabri Efendi’nin ittihatçılarla olan bağını kopardığı tarafımızsan eleştirilmiş değildir. Esas işaret edilen mesele, Avrupai modern siyaseti meşrulaştırması, savunmasıdır. Sonrası kurulan cumhuriyet rejimi, Mustafa Sabri Efendinin savunduğu meşrutiyetin doğan sonucudur. Sabri Efendi bunu göremeyecek kadar siyasi basireti ya sorunluydu ya da başka hesaplar içindeydi.
1913 yılında yurtdışına kaçması, basit bir meselenin sonucu değildir. 1913 yılında İttihatçıların yaptığı Bab-ı Ali baskınını, İttihatçılardan önce Hürriyet ve İtilaf Fırkası yapmak istemiş, içlerinde Mustafa Sabri Efendinin de olduğu bir komite, hükümeti devirmek için Bab-ı Ali baskının planlamıştır. Fakat İttihatçılar bu plandan haberdar olunca daha erken davranmıştır. Mustafa Sabri’de yurtdışına kaçmış ve 1918 yılına kadar piyasada görünmemiştir.
Ne yazık ki durum budur. Daha önce de dediğimiz gibi, kimseyi aşağılamak gibi bir niyetimiz yok. Mustafa Sabri Efendinin aktif siyasetin içinde iken söyledikleriyle, gösterdiği tavır ve davranışlarıyla, siyasetten tecrit edildikten sonrakiler çok farklıdır.
Tarihi okumalarım ve araştırmalarım sonucunda Mustafa Sabri Efendiyi – âcizane – iyi tanıdığımı iddia edebilirim. Asıl problem, tanıdığını iddia edenlerin, taraflı olduklarından dolayı, sağlıklı değerlendirmelerde bulunamamalarıdır. Bizlerin birine olan sevgimiz, onun eksiklerini kusurlarını görmezden gelmemize neden olmamalıdır.
Allah-u Teâla Mustafa Sabri Efendiye rahmet etsin. Sabri Efendinin bütün hayatı için söylenebilecek bir tek cümle varsa, o da, “ömrünü reddiye yazmakla geçiren bir âlimdir. Mustafa Sabri Efendinin çok karmaşık ve girift ilişkileri olmuştur. Mesela, bir süre “Avrupa’dan damızlık erkek getirelim” diyen dinsiz Abdullah Cevdet ile bir süre birlikte hareket etmiştir. Mensup olduğu ve idare heyetinde bulunduğu Hürriyet ve İtilaf Fırkası liberaldir ve liberalizmi savunmuştur. Alkolik ayyaş biri olan Damat Ferit’le çok iyi geçinmiştir. Osmanlı komünistlerine sahip çıkmıştır. Karısının Sevr Anlaşmasına nasıl razı olursun sorusu karşısında cevabı yoktur.
Ve daha onlarca olumsuzluk, Mustafa Sabri Efendi tarafından icra edilmiştir. Yukarıda da değindiğimiz gibi, Mustafa Sabri Efendinin, memlekette iken söyleyip yazdıklarıyla, memlekette çıktıktan sonra yazıp söyledikleri farklıdır.
Mustafa Sabri Efendiyi kimseyle aynı kefeye koymak gibi niyetimiz yok. Sabri Efendinin İttihatçılara olan muhalefeti, mevcut düzeni onlar yönetemiyor, biz yönetelim yönündedir. 1913 yılında yurtdışına kaçması da, siyasi iktidar hırsının sonucudur. Bab-ı Aliye baskın yapıp hükümeti devirmek istemiştir. Mustafa Sabri Efendi çok şiddetli bir siyasi hırsa sahiptir. Damat Ferit hükümetinde Vahdettin’i devirmek için hal kararı aldıracağı sırada, fark edilmiş ve Şeyhülislamlık makamından azledilmiştir.
Büyük âlim olduğu doğrudur. Zaten bunu kimse inkâr etmiyor. Mustafa Sabri Efendinin eksiği, siyasi basiretsizliği ve fazlalığı iktidara olan hırsıdır.
Bende sonuç olarak şöyle diyebilirim ki:
İyi yönleriyle de olumsuz yönleriyle de, âlimler bizim âlimimizdir. Onlar bir ümmetti geldi geçti, hesapları Allah’a kaldı. Tarih, kendisinden ders çıkaranlara yol gösterir. Vefat etmiş veya yaşayanlara karşı olan sevgimiz, muhabbetimiz, onların zamanlarını ve mekânlarını aşan hatalarını görmezden gelmemize neden olmamalıdır. Dün gavur düzeni olan meşrutiyete sahip çıkanların halefleri, bugün demokrasiye sahip çıkmaktadır ve bunda da Mustafa Sabri Efendinin payı vardır. Nitekim “İslam Demokrasisi” tabirini icat eden bir kişi de Mustafa Sabri Efendidir. Mevkıfu’l-Akl’ın birinci cildinde İslam Demokrasisine değinmektedir.
Sinekten yağ çıkarmak, gavurun ekmeğine yağ sürmek gibi bir niyetten Allah’a sığınırız. Fakat hakikatlerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi bir özelliği vardır. Bu sebepten, sevdiklerimizin iyi yönleriyle iftihar ederken, olumsuz yönleriyle de yüzleşmeye hazır olmalıyız.
Mehmet Ortakaya 5 Haz 2025
Hz. Ömer örneğinden hareketle yukarıdaki yazının özeti nedir diye sorulursa:
Ömer denilen adam, sonradan olumlu işler yapmış olsa da, Resulullah’ı öldürmeye kalkışmış biridir. Bunu unutursak,kalbimiz kurusun, demeye benzer.
Cesur genelleme ve üstünkörü çıkarım için hasım olmak gerekmez. Normal, insani zaaflardır bunlar. Bir sürü seçenekten mesela peşin hükümlülük, muhakeme zaafiyeti, yanlış eğitim, yanlış bilgi, yönlendirilme vs. birinden kaynaklanabilir.
Ulema ve İskilipli Atıf Hoca, Frenk mukallitliğini şapkaya tahsis ettiler iddiasının derinliği yoktur.
Çünkü şapka tam da, yeni rejimin inkılâb ihtiyacına ve yeni dinin resmi taç giydirme törenine denk düştüğü için büyümüş, büyütülmüştür.. Bu kadar basit..
Şapkanın sembolleşmesi, yeni rejimin şiddetli inkılap ihtiyacına, M. Kemal’in devrimleri ilan için Kastamonu’ya gelişine , Kürdistan isyanı bahanesiyle İstiklal Mahkemelerinde idamlara hız verildiği bir döneme rastlamıştır. Ulemanın Frenk mukallitliğini şapkaya indirgemesi söz konusu bile değildir aslında.
Mustafa Sabri bu konuda alaylı şekilde:
Evvela şurasını söyleyelim, şapka giymekle dinden çıkmış olmayacaklarını temin edebileceğimiz adamlar, öncelikle Kemalcilerin ileri gelenleridir. Zira onlar şapka hadisesinden, şapka Bayramı’ndan pek çok zaman evvel dinlerinden çıkmış oldukları cihatle, ikinci defa çıkmaları ,hasılı tahsil (zaten elde olan bir şeyi yeniden elde etmek) gibi imkansızlıklardandır, der.
Gayri müslime teşebbüh maksat olduktan sonra, şapka giymek şöyle dursun hangi bir fiil ve hareket olursa olsun küfrü mucip olabilir. Bu, şapkaya münhasır değildir.
Müslümanlık kıldan ince, kılıçtan keskindir.
İttihatçılarla ve Comte’nin talebesiyle iş tuttuğu iddiasına gelince..
İttihatçı Ahmet Rıza önceleri İttihadi Osmani, daha sonra İttihat Terakki adlı cemiyette Meşveret, Şura-yı Millet adıyla gazeteler çıkaran adam…Gazete isimleri, cemiyet isimleri ne kadar da İslami.. İnsanın içini gıdıklıyor, değil mi?..
Babası şurayı devlet ve Meclis-i Ayan üyesi Ali Rıza bey..Dedeleri de devlette önemli görevler almış..
Comte ise dünyada pek bilinmiyor.
O günün ittihatçılarının verdiği görüntü ne?
Mustafa Sabri’nin deyimiyle, Arnavutluk’ta Şeriat ilan ediyoruz diyerek meşrutiyeti yükseltmek, Babıaliyi tekbirlerle basmak, Ve’tesimu bi hablillahi (Allahın ipine sımsıkı sarılın ve ayrılığa düşmeyin) ayeti kerimesini fırkalarına adete bayrak yapmak, muhaliflerini Hristiyancılıkla itham ederek, Patriğe mi oy verirsiniz yoksa Halife’ye mi sloganıyla milletvekili seçiminde fırkalarına rey toplamak, halifeyi esaretten kurtaracağız diye diye Anadolu ahalisini ve Müslüman askerleri arkalarına takmak, İslam’ı kurtaracağız iddiasıyla bütün İslam dünyasından yardım toplamak..
Namussuzluğun boyutunu görüyor musunuz?
Bekara karı boşamak, yüz küsur yıl sonra ileri-geri konuşmak kolay..
Soru: Münafığı farketmemenin dinimizdeki hükmü nedir?
Ya da münafığın münafık olduğunu farkedemeyen ashabın bir kısmına, nasıl bir kusur atfedilebilinir?
Siyasi hırsla itham etme konusu var bir de….
Kişinin kalbini yarıp bakamadığımıza göre, nasıl ve hangi ölçekle ölçüldüğünü bilmediğimiz indî, cesur bir yaklaşım değil mi bu?
Bir kere, Mustafa Sabri, din ile siyasetin ayrılmaz bir bütün olduğuna iman ediyor. O’na göre bizim din ve siyaseti ayırmamıza en büyük engel bu mübarek, kapsamlı İslâm şeriatıdır. Diyor ki:
Ülkemizde dini siyasetten soyutlayanlar, ulemaya yakışmaz ve kıymetlerini düşürür gerekçesiyle, âlimlerin siyasetle uğraşmasına karşı çıkarlar (keşki sadece onlar olsaydı). Böylece siyaseti kendilerine hasrederler. Ulemanın elini öpüp, kendilerini saygın kimseler olarak zannetmelerini sağlar, acizler konumuna düşürür ve aldatırlar. Sonra da insanların din ve dünyalarıyla diledikleri gibi oynarlar.
Din ile ilişkisini kesmiş bir hükümetin üstlendiği siyasetin mânâsı dinin hükümetin otoritesi altında olması, dolayısıyla emir ve yasakları altına girmesi demektir. Sadece bu durum bile kendisinden üstün olunmayan İslâm’ın izzetine saldırıdır ve küfrü işmam eder.
Nasihatin hükümetlere yöneltilmesi gerekir. Ancak hükümetler, zayıfların nasihatına asla kulak vermezler. Yaptırım gücüne sahip olmayanların çağrısına uymazlar.
Allah bana hidayetiyle, laik siyasetçilerin oyun ve hilelerini görmemi ve bunlara karşı bir din âlimi olarak görev ve sorumluluklarımı yerine getirmeyi nasib etti.
Böylece, dini siyasete alet etmek için değil de, siyaseti dine alet etmek üzere siyasete atıldım. Zira hükümetin temsil ettiği en önemli aracın, dinin hizmetinde olması gerekir.
Fakat başarılı olamadık.
Yönetimi laikler ele geçirdi. Şu anda ancak, kalem ve dilimle mücadeleme devam edebilmekteyim. Gerekli güç ve destekten yoksunuz. Ancak inanıyorum ki, nihai zafer bizim olacaktır. Dünyada olmasa bile, ahirette!
Daha sonra da arkasına yaslanıp ileri geri atıp-tutanlara, yerinde oturmasını isteyenlere seslenir:
Yazık ki yazık!
Ben dini savunurken Müslümanlardan destek değil, köstek göreceğim. Müslümanların dininden ezayı gidermeye çalışırken, Müslümanların ezasına maruz kalacağım!
O halde hayat kötü, ilaç hastalıktır ki, doktor hastaya tâbi oluyor. İslâm, bu yeni ve gizli düşmanlarından, ayrıca korkak ve ahmak dostlarından gördüğü zararı, hiçbir eski düşmanından görmemiştir.
Ne yazık ki, uyuyanlar için uykusuz kalmışım!
Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:
“Ümmetimin zalime “sen zalimsin” demekten korktuğunu gördüğün zaman onlara veda et.”
Siyasetle desteklenmeyen nasihat, acizin yalvarması gibidir..
Kemalistlerin ağızlarına sakız ettikleri bir şey daha var..
Sevr anlaşması şekillenince Mustafa Sabri, hanımının; ‘sen bu anlaşmaya nasıl razı olursun’ sorgusuna cevap verememiş de, falan-filan. Laf..
Sevr’e görünüşte şiddetle karşı çıkanlardan, İngilizlerin çizdiği rotada yol almaya, savaşmaya karar verenlerden ayrı düşündüğü kesin..
Mustafa Sabri, Yunanlıların Anadolu’nun içlerine musallat edilip, yakıp yıkmaları ihtimalini önlemeye çalışmıştır. Nitekim İngiliz planı sonunda Anadolu harap edilmiş, güya Yunan gavurunu Ege Deniz’ine döken yeni kahramanlar, Gaziler üretilmiş, başımıza musallat edilmiştir…
İslam Alemine açıktan kocaman bir kazık atılarak İslam kurtuldu zannı oluşturulmuş, Allahsız, kitapsız yeni rejimi hazmetmeleri sağlanmıştır.Bu oyunlarla, müslümanların beli kırılmış, adım, adım müslümanlıktan koparılmışlardır.
Sevr’den daha ağır şartlar içeren Lozan kabul edilmiş ama bu, şeytanlaştırılan Sevr’in aksine, büyük zafer olarak lanse edilmiştir. Biz de bu tufaya düşenlerdeniz..
Bu konuda da vuralım, öldürelim tamam da, bari adamı da dinleyelim:
Sözlerimin yanlış anlaşılmasını istemiyorum. Ben kesinlikle Müslümanların yabancı boyunduruğuna girmelerini veya yabancı boyunduruğunda kalmalarını savunmuyorum. Bilakis ikisi arasındaki farkı haber vermek istiyorum. Her ikisinden de Allah’a sığınırım.Laik bir yönetimi tercih eden bir halk veya devlet dağılmaya ve yabancı boyunduruğuna girmeye daha müsait ve daha lâyıktır. Dinimize karışmayan yabancı bir yönetim, dinimizi yasaklayan laik bir yönetimden daha ehvendir. Yabancı istilasında yaşayan halklar, dinlerini korumaları ve gereğini yerine getirmeleri bereketiyle mutlaka bağımsızlıklarına kavuşurlar. Din ve devletten biri mutlaka ziyan olacaksa, devletin ziyan olması hiç kuşkusuz daha ehvendir. Benim tercihim budur ve bu konuda hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmem.
Laiklerin bu sözlerimi aleyhime delil olarak alacaklarını ve beni vatana ihanetle suçlayacaklarını biliyorum. Beni tanıyan, İslâm uğruna verdiğim mücadeleleri ve bu yolda çektiğim sıkıntıları bilen Müslümanlar aleyhimde yanlış yorumlara yol açabilecek bu sözleri söylemememi temenni ederlerdi.
Ancak ben bu sözleri söylerken İslâm’ın, uzaktan bakanların İslâm’ın muhafızı zannettikleri kimselerce yok edilmesinden dolayı kalbim yanıyor.
Zaman kimi haklı çıkarmıştır, ona aklı selimle bakmak gerekir..
Burada şunu da itiraf etmeliyim ki; Türk hükümeti İttihatçı ve Kemalistlerden önce de tam olarak doğru yolda ve şeriat yolu üzere yürümüyordu. Devlet birçok alanda, Allah’ın indirdikleri ile değil, Avrupa’dan taklit edilen hükümler ile yönetilmekteydi. Bununla beraber hiçbir zaman devlet yönetimine laiklik hakim olmamıştı. Şeriat İttihatçı ve Kemalistler döneminde olduğu kadar ihmal edilmemiş, taklit bu denli yaygınlaşmamıştı. Bilakis devletin resmi dini İslâm’dı ve hükümdarın görevi şer’î hükümleri koruyup uygulamaktı.
Son olarak da İslam demokrasisi konusu..
Sıkıntı doğruya verilen yanlış isim değil, yanlışı hayat edinmek, yol edinmek, batılı cilalayıp ortaya sürmektir..
Mustafa Sabri bunu yapmıyor, batılı yol edinip, cilalamıyor..
Yukarda yazılanları okuyan kimse zannedebilir ki, Mustafa Sabri İslam demokrasisi kavramını ortaya atmış, üzerine kitaplar, makaleler yazmış, zihniyet olarak batılı yerleştirmeye çalışmış…
Evet, bir iki yerde bu tabiri kullanmışsa da, bununla ne demek istediğini de açıklamıştır:
İslam demokrasisi, insanlardan önce Allah’a karşı sorumluluk aşılayan ilahi bir kanun, yönetim şeklidir. Bütün beşeriyetin maslahatlarını kuşatmaya, sağlamaya kabildir. Nitekim Allah cümle kulların Allah’ıdır. Başka kavimlerin hesabına kendi kavmi için çalışan bir yönetim değildir. İşte bu haliyle tabii ki bir takım siyasiler eliyle konulmuş olan demokrasileri geçecek ve beşerin hayrına olacak konularda onlara daha çok hizmet edecektir. İslam, fakirleri zenginlerin esaretinden kurtarmak iddiasıyla demokrasi, komünizm, bolşevizm gibi sistemler icat eden siyasi simsarların eline bırakmaz. s.42
Ben, din âlimlerini İslam demokrasisinin elçileri olmaya çağırıyorum. Müslümanlar arasındaki sosyal farkları düzeltmeye, mesafeleri kaldırmaya teşvik etsinler. Çünkü şu anki hal, alt tabakada yaşayanların can çekişen insanın yaşadığını yaşamasıdır. Bir üst tabakada yaşayanlara karşı patlamaya hazır bir tehlike oluşturmaktadır. Bu yüzden özellikle fitne asrında İslam kardeşliği açısından feci bir manzara teşkil etmekte, bu kardeşliğin önünde sağlam bir set olarak durmaktadır.
Son olarak..
İmam-ı Şafi’ye sormuşlar; fitne zamanı hakkı tutanları nasıl anlarız? Demiş ki: “Düşman okunu takip edin, o sizi hak ehline götürür.”
Bugün bunu yaparsak neden Mustafa Sabri’yi Said Nursilerden, Seyyid Beylerden, Ömer Nasuhi Bilmenlerden, Babanzade Ahmed Naimlerden, Elmalılı Hamdi Yazırlardan, Haluk Hulkilerden, Ahmed hamdi Aksekilerden,İbrahim Bedrettin Elmalılardan, Mehmet Akiflerden, Şerafettin Yaltkayalardan, Şeyh Safvetlerden, Mehmed Rasih Efendilerden, Mehmed Fehmi Efendilerden, İlyas Sami Efendilerden, Hafız İsmail Efendilerden, Abdulhakim Arvasilerden, Abduhlardan, Reşit Rızalardan vs.ayırmamız gerektiğini anlarız ve aynı torbaya istiflemenin yanlışlığının ayırdında oluruz..
Selametle..
Yakup Döğer 5 Haz 2025
Sayın Mehmet Ortakaya, kıymetli abim, size verdiğim cevaba verdiğiniz cevap, tamamen duygusal ve ileri sürdüğüm hakikatlere karşı hiçbir şer’i delile dayanmayan savunular. İşte bizim cenahın en önemli problemlerinden biri de ne yazık ki şudur. Sevdiğinin hiçbir olumsuzluğunu görmemek, nefret ettiğinin de hiçbir iyi yönünü görmemek.
Türkiye’den gitmeden önceki Mustafa Sabri ile dışarıya çıktıktan sonraki Mustafa Sabri tamamen farklı karakterlerdir. Mesela Ahmed Şirani üç tane Mustafa Sabri’den bahseder. Flibeli Ahmed Hilmi, Mustafa Sabri’yi mensup olduğu fırkasındaki faaliyetlerinden ve siyasi hırsından dolayı ciddi şekilde eleştirir. Kâşif Sırrı, Mustafa Sabri’nin siyasi alanda yaptıklarından dolayı, Sabri efendiden firavun diye bahseder. Boğazlıyan Kaymakamı hakkında verdiği idam fetvası tam bir skandaldır. Ki daha size böyle onlarca hadise nakledebilirim. Fakat duygusal yaklaşımınız karşısında bunların faydalı olmayacağını düşünmekteyim. Kaldı ki, Mustafa Sabri’yi tahkir etmek, gömmek gibi bir niyet taşımadığımı defalarca söyledi.
Bu sebepten, bu tartışmayı burada bitirmek istiyorum. Vesselam.
mehmet ortakaya 5 Haz 2025
Yakup kardeşimizi biraz kızdırmışa benziyoruz..
Hakkını helal et kardeşim. Amaç tersleşmek değil, hakikatin ortaya çıkmasıdır. Bu yüzden sabırlı ol..
Çok rica ediyorum şu söylemi de bırak artık..Sevdiğimin hiç bir yanlışını görmüyormuşum..
Bir müddet bile olsa İttihat Terakkiye yaslanmasının bir alime yakışmayan büyük bir yanlış olduğunu söyledim ya? İlla idam mı etmem gerekiyor?
Güzel kardeşim, Mustafa Sabri, babamın oğlu değil.. Biliyorum ki, senin de düşmanın değil..
Sevgimiz, Allah içindir..
La ilahe illallah ilkesine muhtevasına vakıf olarak iman eden birinin, fani bir kula kul olması mümkün mü?
Hakka hizmet eden, cahil bırakılmış son dönem mazlumlarına doğru İslam’ı anlatıp gösteren adamı sevmek, müslümanlığımdandır.
Allah için severiz ama haşa asla , Allah gibi sevmeyiz..Kuldur, elbette yanlışları, eksikleri var..
Şer’i hiç bir delile dayanmadığımı iddia ediyorsun..
Eleştirdiğin Mustafa Sabri Efendi’nin kendi şahitliği ile cevap verdim..Bu şer’i delil sayılmıyor mu? Ki, adamın söyledikleri, senin iddialarını kökten çürütüyor kanaatindeyim.
Ayrıca Mustafa Sabri Efendi’nin şahitliği, senin şeriata uyuyor zannıyla getirdiğin şahitlerden daha adil, daha şer’i değil mi?
Şahitliğine başvurduğun adamları görünce yıkıldım, çok üzüldüm..Eyvah ki eyvah dedim..
Mustafa Sabri aleyhinde şahitliğine başvurduğun Filibeli Ahmet Hilmi (Şehbenderzade), Galatasaray mezunu, Rumeli göçmeni, İttihat Terakkici, vahdeti vücutçu, karanlık tarikatlerden Arusilik ve Senusilikle irtibatlı, gene (üyeleri arasında Rauf Orbay, Nuri Conker gibilerin bulunduğu) karanlık Teşkilatı Mahsusa’nın önemli elemanlarından bir adam..
Bu adam aynı zamanda Mustafa Kemal tarafından da tutulan, öne çıkarılan, kutsanan biri..
(Allah’ı İnkâr Mümkün Müdür? (Filibeli Ahmet Hilmi’nin) nam eseri okuyorum..Mustafa Kemal Atatürk, Hatıra Notları 1916.)
Adamın Mustafa Sabri’yi hayırla anması için tek sebep bile yokken, kötülemesi için tonlarca sebep var..
Ahmed Şirani ise İstiklal mahkemelerinin yargılayıp temiz olduğunu (!) tescil edip, beraatine karar verdiği ulemadandır..
14 Şubat 1923 tarihinde, dini hizmetlerde istihdam edilen vaiz, imam vb. görevlilerin yetiştirilmesi maksadıyla teşekkül ettirilen Medresetü’l-İrşad müdürlüğüne tayin edildi.
Ancak 3 Mart 1924 tarihinde medreselerin ortadan kaldırılması üzerine açıkta kaldı.
Ahmed Şiranlı, 1 Ekim 1925’te Konya’da bulunan İmam Hatip Okuluna müdür ve aynı zamanda öğretmen olarak tayin edildi. Ahmed Hamdi Akseki kendisini tebrik eden telgraf çekti..Vs. vs..
Şimdi bu adamın şahitliği mi, Mustafa Sabri’nin söyledikleri mi???
Gene senin getirdiğin şahitlerden Mustafa Sabri Efendi için Fir’avun diyen Kaşif Sırrı, kimin itidir, hiç bilmiyorum..Hakkında bilgi de bulamadım..