Bundan önceki yazımda batıyı tanımaya çalışmıştık. Bu yazımda ise batı mantalitesinin diğer ülkelere nasıl teşmil edildiği, daha açık bir ifadeyle hangi tuzaklar kurularak ihraç edildiği konusu üzerinde durmak istiyorum. Öncelikle bir noktayı açığa kavuşturmak gerekiyor. Biz Müslümanlar olarak bilime, ilime karşı değiliz. İlim nerde olursa olsun, ister batıda, ister doğuda, hatta sevgili peygamberimizin buyurduğu gibi Çin’de de olsa onu almaya hazırız. Ancak onların ilim ahlakı hariç. Bir başka ifadeyle bize, bizi Allah’tan uzaklaştıran ilim değil, tam aksine Allah’a yaklaştıran ilim lazım. Peygamberimiz( as) bunu bir duasında ne güzel ifade etmiş: Ya Rabbi faidesiz ilimden Sana sığınırım.
Bu vesileyle ilim ve bilim üzerinde birkaç söz söylemek istiyorum. İlim bir bütündür. İlâhi kaynaklı olabileceği gibi beşeri kaynaklı da olabilir. Ancak ilahi kaynaklı ilim mutlak anlamda Allah’a aittir ve zamanla mekanla eskimez, değişmez ve mutlak anlamda doğrudur ve ayni zamanda da sınırsızdır. Vahiyde Allah’ın ilmindendir. Beşeri kaynaklı ilimlere bilim denilmiştir. Aslında bu bir teknik ayrımdır. Fakat maalesef bu teknik ayrım öyle bir noktaya gelmiştir ki, beşeri ilimler yüceltilmiş, hatta putlaştırılmış, hata payı sıfır olan vahiy devre dışı bırakılarak laik- seküler bir hayata geçilmiştir. Kaldı ki beşeri ilimlerin doğruluk değerleri mutlak değildir, zamanla değişebilir.
Mesela dünyanın, dönüp- dönmemesi probleminde olduğu gibi. Beşeri ilimler yani bilim hayatı kolaylaştıran bir araçtır, ilahi ilimlere göre çok sınırlıdır, cüz’idir. Denizde bir damla mesabesinde bile değildir. Şu ayete bir bakar mısınız : ?
“ Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa, arkasından buna yedi deniz daha katılsa, yine de Allah’ın kelimeleri tükenmez. Allah Azizdir, Hakimdir”( Lokman,27).
Bu girişten sonra asıl konumuza dönebiliriz. Batı kendi hayat tarzlarını çeşitli yöntemler kullanarak yayma- ihraç etme yoluna girmiştir. Bugün de ayni anlayış, fark edenler için, devam etmektedir. Bir örnek teşkil etmesi açısından problemi Osmanlılar ve onun da bir devamı olan T.C. üzerinde kısaca incelemeye çalışacağım.
Önce bir tespitte bulunmak istiyorum: Bir Müslümanın veya bir İslâm cemaatinin ya da en geniş anlamıyla bir İslâm devletinin yapacağı en önemli iş Allah’ın mülkü olan yeryüzünde Allah’ın hükmünü egemen kılmaktır. Bunun gayreti içinde olmaktır. Bu hedef hiç bir zaman göz ardı edilmemelidir.
Maalesef Kanuni’den sonra bu anlayış tedrici olarak ortadan kalkmıştır. Lâle devri denilen ve cihad anlayışından uzak, zevk’i- sefayı esas alan bir yaşantı biçimi topluma egemen olmuştur. Halbuki Peygamberimiz bunu asırlar öncesinden duyurmuştu. Şu Hadis’e bir bakar mısınız 😕
Peygamber efendimiz(as) bir keresinde ashabına “ Açgözlü kimselerin yemeğe üşüşmeleri gibi, düşmanlarınızın üzerinize saldırmaları yakındır “ buyurdu. Orada bulunan bir sahabi “ Sayıca az olduğumuz için mi düşmanlarımız üzerimize üşüşecekler ?” diye sordu. Allah Resûlü “ Hayır, siz sayıca çok olacaksınız. Fakat selin önündeki çer- çöp gibi savrulacaksınız” ve sözlerine şöyle devam etti: Allah düşmanlarınızın kalbinden heybet ve azametinizi çıkartacak; sizin kalplerinize de vehin yerleştirecektir”. Sahabe, “ Ya Rasûlullah! Vehin nedir” diye sorunca Peygamberimiz “ Dünyayı aşırı sevmek ve ölümü kerih görmektir “ buyurdu( Ebû Davud, Melahim,5; İbn Hanbel, V , 278).
Aslında bu Hadis gelmiş ve gelecek tüm İslâm ümmetine bir uyarıdır, bir bilgilendirmedir. Eğer Müslümanlar yaratılış gayesinden gaflette kalırlarsa , Allah ve Rasûlü’nün sevgisi yerine aşırı derecede dünya sevgisini koyarlarsa, selin önündeki çer- çöp durumuna düşerler. Bu durumda Müslümanlar için iki zarar, kayıp söz konusudur . Şöyle ki: Allah Azze ve Celle kâfirlerin kalplerinden müslümanların korkusunu çıkarttığı gibi, müslümanların kalplerine de dünyevileşme ve ölümü kerih görme duygusunu yerleştirir. Peki böyle bir durumda cihad aşkı kalır mı? Böyle bir insan ölüme seve seve gidebilir mi …?
İşte Lâle devri böyle bir ortamı hazırladı . Kâfirlerin istediği tam da buydu. Artık böyle bir zeminde istedikleri gibi at oynatabilirlerdi. Batı ve onların akıl hocası olan İngilizler sinsi bir taktik kullandılar. Vaktiyle Paris’te ve Londra’da Osmanlı büyük elçisi olarak görev yapan Mustafa Reşit Paşa’yı seçip ona her türlü imkanları sağlayarak kendi anlayışlarını, hayat tarzlarını benimsettiler ve bu kişi üzerinden Osmanlı Tebaasına zehirlerini akıttılar.
Böylece batılılaşma mantalitesi en üst seviyede, sadrazam kimliğiyle, devam etmiştir. Bunun en açık delili, Padişah Abdülmecid’in batının zorlamasıyla Mustafa Reşit Paşayı, tam altı kez sadrazamlıktan alıp tekrar sadrazam yapmak zorunda kalmasıdır. Artık kale içten fethedilmişti. Bizim buradan çıkaracağımız ders şudur: Biz kişinin hangi kimliği taşıdığına değil hangi düşünceyi yaymak istediğine bakmalıyız.
Şimdi bu noktayı bir nebze açmak istiyorum. İnsan doğduğu anda bir takım kimliklere sahip olur. Bunlar nereli olduğu, babasının anasının kim olduğu, hangi ırka mensup olduğu … vs . Sonra bu kimliklere ideolojik anlamda başka kimlikler eklenir. Mesela, sağcı- solcu, demokrat, komünist, sosyalist … vs. Fakat bir insan eğer ben müslümanım diyorsa, bir başka ifadeyle Allah’ın ( cc) boyası ile boyandım diyorsa ve bunda da samimi ise onun kimliği İslâm’dır ve daha önce saydığım tüm alt kimlikler hiç bir şekilde bu İslâm kimliğine egemen olmamalıdır.
Bakın şimdi sizlere İslâm tarihinden bir anektodu kısaca aktarmak istiyorum. Hz. Selmân-ı Fârisî ile Hz.Ömer’in de aralarında bulunduğu bir toplulukta herkes kendisini takdim ederken sıra Hz.Selmân’a geliyor ve o diyor ki ben Selman ibn İslam , ben müslüman olduktan sonra hiç başka bir kimlik aramadım. Karşısında oturan Hz. Ömer de şöyle diyor: Ben de Ömer ibn İslâm ve Selmân’ın kardeşi… İşte İslâm budur .
İslâm ucuz değildir . Maalesef İslâm ucuz insanların elinde ucuzladı. İnsanı ayağa kaldıran, hatta bütün bu evreni ayakta tutan bir din hiç ucuz olabilir mi? … Şimdilik bu kadarla iktifa edelim ve tekrar konumuza dönelim. Bir ülkeyi düşünce olarak, bakış tarzı olarak ve hayat tarzı olarak fethetmek silahla fethetmekten daha tehlikelidir, daha kötüdür. Çünkü silahla mağlup olan, tekrar güçlenerek silahla karşı tarafı yenebilir. Ancak bakış mantalitesini değiştirmek gerçekten zordur ve bu çok zaman ister. Hatta cahili sistemler, bu mantalitenin değişmemesi için günümüzde olduğu gibi bir takım engelleyici müeyyideler bile ihdas edebilirler, nitekim etmişler bile…
Batı buna ilaveten 1839 Tanzimat ve 1856 ıslahat fermanları ile azınlıklara tanınan siyasi ve hukuki hakların genişletilmesinden yararlanarak misyonerlik faaliyetlerini devam ettirmişler, çeşitli okullar ve kolejler açmışlardır. Böylece kendi kültürlerini ve hayat tarzlarını daha kolay bir şekilde aktarma imkanı bulmuşlardır. Diğer taraftan bilim ve teknolojideki hızlı gelişmeler , batı taklitçiliği ve hayranlığını doğurmuş , bu anlayış edebe, ahlaka ve geleneklere bağlı Osmanlı kişiliğini tahrip etmiştir.
Bunun sonucu olarak Osmanlı toplumu kendi öz değerlerinden uzaklaşmış, kurtuluşu maddiyatta aramış, maneviyatını ihmal ederek batı gözlüğüyle hayatı okumaya başlamıştır. Bunun daha da kötüsü cumhuriyet dönemiyle zuhur etmiş, batılılaşma misyonunu bizzat siyasi erk üzerine almış, artık Mustafa Reşit Paşa gibi kişileri aramaya gerek kalmamıştır. Böylece kurulan ulus devlet, kendi inşaasını Osmanlı’yı kötüleme üzerine bina etmiş, her şeyi kendine göre dizayn etmiştir. Bu meyanda sistemin öncüleri batı devletlerinden aldığı kanunlarla bir anayasa oluşturmuş ,harf devrimi yaparak insanları bir gecede cahil haline getirmiş, ümmetin birliğini sağlayan halifelik makamını ortadan kaldırmış , başta kılık kıyafet olmak üzere bir takım devrimler yapmış ve bunlara karşı çıkan bir çok kişileri de başta İskilipli Atıf hoca olmak üzere idam etmiş, laik- seküler bir sistemi hayat tarzı haline getirmiştir. İşte böyle bir sistemle karşı karşıyayız. Hâlâ günümüzde bile yasalarını, hakikat yasaları olan İslâm’a uydurmak yerine batı yasalarına uydurmakla çabalayan bir sistem var. Allah Azze ve Celle’nin size zulüm edeceğinden mi korkuyorsunuz! Haşa …
Allah( cc) mutlak adalet sahibidir. Aslında bu noktada, malumunuz söylenecek çok söz var ama bu kadarla yetinelim.
Son söz :
Amacımız, mevcut olan hayata uymak değil, hayatı hakikate uydurmaktır. Bunun için sürekli çaba göstermeliyiz. Unutmayalım ki graniti delen suyun şiddeti değil damlaların sürekliliğidir. Asıl unutmamamız gereken çok daha önemli bir şey vardır .
O da şudur: Her iradenin üstünde bir Mutlak İrade vardır. O devreye girdimi mesele biter. Onun için asla ümitsizliğe yer yoktur. Elhamdülillah…
Selâm ve muhabbetle,