İdeolojik ve kültürel farkları ayırt etmeden Anadolu’da yaşayan insanların toplumsal ve siyasal yaşam biçimlerini bilimsel verilerle anlamak ya da kategorize etmek mümkün olmaz. Buranın kendine has tarihsel ve kültürel genetiği, davranışsal kodlarının olduğunu çoğu zaman unutuyoruz. Örneğin bu toplum her tür kaosa şerbetli ve krizlere alışıktır; uzun süren istikrarlı bir düzene bağışıklı olmadığı gibi.
İnsan; iklim ve coğrafyanın şartlarına, imkânlarına veya imkânsızlıklarına karşı kendini ayarlayabilen bir varlık olduğu gibi sosyo-ekonomik, politik şartlara ve imkânlara veya kısıtlamalara göre de şekillenen bir yapıyı tesise de koşulludur.
Hangi uzmanlık alanında olursa olsun bilimsel veriler genel bir skala yapar; öznel-yerel ve tarihsel-kültürel şartları ve verileri dikkate almadan bir ortalamaya ulaşmayı amaçlar. Böylece tüm denekleri ortalamanın içinde görür; dolayısıyla çoğu kere sahici sonuçlara ulaşamaz, doğru izahta yetersiz kalır.
Anadolu sakinlerine dönersek… Anadolu’yu oluşturan halklar bu coğrafyaya geldi geleli başları selamete erdirmeyen koşullarda ve bugüne fazlasıyla benzer sosyo-politik şartlarda yaşadı; dolayısıyla bize bugün için berbat görünen koşullara gayet şerbetlidir, bağışıktır. Kendini bu tür koşullara göre ayarlamasını iyi bilir.
Aksi olsaydı bugünkü siyasi ve ekonomik şartlarda, hukuki düzende, hızla değişimi zorlayan ve nerede durulacağını kaybettiren teknolojik değişimlerde, böyle bir ülkenin olmaması, böyle bir toplumun yaşamaması gerekecekti; ya iç savaş, parçalanma veya fiili düşman işgali konuşulacaktı…
İspanyollar, Amerika’nın zengin tarım topraklarına sahip güneyini işgal ettiklerinde büyük zenginlik elde ettiler.
Hollandalılar, İngilizler ve Fransızlar bu işte geç kaldıkları için, verimsiz arazilere ve kaynaklara sahip kuzey Amerika’ya razı geldiler; İspanyollar o zamanlar süper güçtü, bunları güneye sokmamıştı.
Kuzeyi işgal edenler zorunlu olarak tarıma değil imalata, sanayiye ve define avcılığına yöneldiler; eldeki kısıtlı imkânları büyütmeye ve geliştirmeye çalıştılar. İç savaş başlayana kadar böyle gitti. Savaşı kuzeyliler kazanacaktı; zira teknolojik fark, savaşın kaderini tayin edecekti.
Burada söylenmesi gereken veya cevabı aranan şu: Dört yüz yıl öncesinin zengin güneylisi, neden bir süre sonra yoksullaştı, yoksul kuzeylisi nasıl zenginleşti?.
Bu durum sadece Amerika kıtasına da has durum değil üstelik.
Vaziyet veya değişim farklı açılardan yorumlanabilir; illa sanayileşme ve teknoloji ile de sınırlı kalınmaz. Başka şeyleri göz ardı etmemek gerek.
Göze batan sonuca yoğunlaşırsak zenginlik, konfor ve güçlenme toplumları bir süreliğine aldatıyor, tembelleştiriyor, zevke, sefaya ve eğlenceye yönlendiriyor; hazırı eritiyor, sonra da sıfırı tükettiriyor!
Yoksulluk ve imkânsızlık koşulları insanları zorluyor; araştırmaya, icada yönlendiriyor, başka alternatiflere motive edip zenginleştiriyor ve güçlendiriyor.
Petrol ve doğal gaz zengini Araplarla İranlılar, kuzey-güney Amerika misalinde güneyi temsil ediyor; Türkler öylesine zengin kaynaklara sahip değil ama bunlardan daha gelişmiş, zenginlikte boy ölçüşen bir ülke yaratarak kuzeyi andırıyor.
Bu işlerin neden böyle olduğunu anlamaya çalışan tarihçiler, sosyologlar, ekonomistler, arkeologlar, etnografyacılar değişik tezler ileri sürdüler.
Aristo’dan Cicero’ya İbn Haldun’dan Machiavelli’ye kadar tarihin ender bilgeleri bu durumu başka şekilde izah ederken detaylarda ayrışsalar da genelde ortak kanaat belirttiler;
Toplumsal yaşamda ve değişip duran koşullarda “evreler”var; her evre kendi koşullarıyla ilerliyor, bir zirveye gelip oradan geri saymaya başlıyor ve başa dönüyor. Böylece döngüsel bir hareket devam ediyor.
Bu dönüşüm politik nedenlerle izah edildiği kadar ekonomik nedenler, hukuk sistemi ve kurumsallaşma ile de izah ediliyor.
Dünya görüşünün ne olduğu burada çok fark etmiyor, sadece süreleri uzatıyor veya kısaltıyor. Şablondaki evre adaleti veya zulmü gösteriyor, bunların evreleri gösteriliyor.
Bu bağlamda Amerikalı Acemoğlu ve araştırmacı arkadaşının buldukları cevap özetle şöyle: “Toplumlar şayet kurumsal yapıları sağlam kurdularsa, adil ve eşitlikçi kuralları yaşattılarsa, zenginlik ve refah, adalet ve huzur devam ediyor; değilse kayıp başlıyor, dibe dönüş engellenemiyor.
Anadolu da benzer bir kaderi yaşıyor. İslam’la ilişkisi bağlamında bakacak olursak Anadolu insanının şeriatla, şer’î hukuk ve siyasi düzenle olan ilgisi göçer toplumun gündelik ve kısa vadeli ihtiyacını karşılamaktan öteye geçmedi. Sembolik unsurlarla yetindi. Derinliğe ve içeriğe sahip şeriatçılık sınırlı bir zümrede kaldı; geniş halk yığını ahlaktan bağımsız bir dini anlayış ve yaşayışla yetindi.
Bu tarz toplumsal yapılar istikrarlı ve uzun süreli bir tarzla değil, gel-gitlerle meşhur, geçici başarılarla hayat sürüyor. Kurallar oturmuyor. En uzun istikrarı Osmanlı’da tecrübe eden Anadolulu, bunun 150 yıl gibi bir zaman diliminde İslami görünümü belirgin ve şer’î düzeni sağladı; sonrası bu güne ışık tutan ve hatta anlamlandıran değişimlerle idare etti.
Geçmişi siyasi krizlerle dolu Anadolu göçmeni ve sonradan Anadolu’nun yerleşiği olan halkı, işte bu nedenle türlü istikrarsızlığa hem şerbetli, hem hazırlıklıdır. Diğer taraftan Anadolu, toplumsal ve yaşamsal kült “menfaat” ilişkisini, geçici ilişkilerin getirisini “ahlaki” ilkelerin ve tutarlılığın önünde tutuyor.
İlahi mesajı buraya yorumlarsak, burada toplumsal evrelerdeki “elitlerin” ahlaksızlığını görmek mümkündür. Elitlerin şu veya bu dinden, kültürden, mensubiyetten olması belirleyici olmuyor; toplumu birlik, düzen, barış ve huzur içinde tutup geleceği sağlam temellerde kurup kurmamakta ayrışıyor…
Velhasıl bu ülkede, bu toplumda, genetik kültür ve davranış kodlarına da bakıldığında, bu toplumun Müslüman elitlerinin “ahlaksız” olduğunu tespit pek mümkün, hatta gerekli!
Fatih’ten sonra devlet müessesesine dönüştürülen medreseleri ya da ilim merkezlerini bu bağlamda anlamak gerekir. Medreselerde ilim ve kültür üretmesi beklenen hocalar (hassaten bu işi tekelinde tutan başkenttekiler) sultanların halk nezdindeki meşruiyetini sağlamaktan ve hukuki ihtiyacını teminden öte geçemediler. Öyle ki, devletin ihtiyaçlarını karşılayacak bir sektöre, sınıfsal bir yapıya dönüştüler. Devlet kurumlarından biri oldular. Devleti yöneten resmî bürokrasinin eğitiminden ve ahlaki kayıtlarla saygın mürebbiliğinden uzak tutuldular. Selçuklu’dan gelen eski güçlerini ve etkilerini yitirip sıradanlaştılar.
Bizim tarihsel genetikte ne ilim ehli, ne de mülk sahibi kaynaklı elit bir zümre yoktur. Tek elit zümre vardır:“devletlü sınıf!” Her şeyin sahibi, her şeyin sorumlusu! Bunlar kendilerine rakip de istemedi; olmak isteyeni ise daha kaynağında teslim aldı.
Şunu yeniden sormalıyız: Kökleri, gelenekselleşmiş ahlaki tutum ve istikrarlı kuralları olmayan elit bir sınıf olur mu? Olmayınca ortak iyide uzlaşmış istikrarlı bir yaşam mümkün mü? Peygamberler misali üst sınıftan değil de kendi içinden elit bir zümre çıkartamayan toplum, niteliğe erişebilir mi?
Bugün bile hâlâ tek siyasi elit zümresi devletlü olan, bu devletlünün hamilik ettiği tüccar, esnaf, sanatkâr, STK, medya, akademyadan müteşekkil resmî elit üreten koşullarda istikrarlı bir düzene, adil bir hukuk sistemine kavuşması ve geleceğe güvenle bakacağı gün görmesi mümkün müdür? Değildir!
Bunun böyle olduğunu devlet de bilir. Anadolu toplumu da bilir.
Özetle;
Tarihin hangi döneminde ve toplumsallık bağlamında hangi evrede yaşadığımızı, hangi koşullarda ve davranışsal ilişki içinde olduğumuzun tespitini yapmayı öncelemeliyiz.
Daha sonra sonuçlara değil, sebeplere yönelecek, ne yapılması gerektiği hususunda aydınlanacağız. Elimizde bir referans ve modelleme varsa hakikatle yüzleşip olması gerekene yöneleceğiz.
Bizim yaşadığımız bu toplumsal evre ve tarihsel zaman dilimi, kendine has olmadığı gibi biricik de değil. Döngüdeki bir evre! Olumlu olduğu çok da söylenemeyecek zirveden hızla aşağı doğru, dibe doğru inilen bir evre!
Şu halde bize devletlü elitin ve devletin hamiliğini yaptığı elit görünümlülerin fısıldadıkları değil, ilahi hakikatin vahyedip örneklediği istikamette hareket edenler gerek!
Anadolu insanı tipik göçer toplum karakteri olan “yağmacı” bir zihniyete sahip öteden beri. Çünkü hala göçer tabiatını koruyor; günlük yaşıyor. Kısa vadeli hesap içinde! İslam’ın ahlaki kurallarının kendisine ayak bağı olmasını istemiyor. Mensubiyeti ve dirliği sağlayacak ritüeller ve sembollerle ihtiyacını gideriyor.
Çünkü uzun vadeli güven ve istikrarı epeydir tanımıyor; başa gelene göre değişen koşullarda yaşamayı sürdürüyor. Bu koşullarda devletçi olması kaçınılmaz çünkü yaşamının zorunlu koşulu, canını ve mülkünü emniyette hissetmeyi gerektiriyor.
Fakat daha fazlası yok; adil bir düzene, hukuki bir teminata nadiren sahip olduğu için kaybettiği şeyin peşinde de değil, dolayısıyla kendi başının çaresine bakmayı öğrenmiş.
Bu zihniyet başkasına neden güvenmez, kendini neden hep garanti altında görmek ister? Elbet bunun birçok sebebi var. Sahip olduğu devletlü elit bunun en belirgin örneği, ne zaman ne yapacağı veya değişen iktidarlarda ne olacağı belli olmaz!
Selçuklular, Bağdat’ı Buveyhilerden aldığında “yabancı” yöneticiydiler. Yönettikleri halk, tüm çeşitliliğiyle yerliydi. İkisi arasında meşruiyet sorunu vardı; yöneticiler bu işin zor gücüyle sağlanamayacağının pekâla bilincindeydi.
Buraya dikkat lütfen, çünkü bu gün dahî aynı yerdeyiz..
Ne yapacaktı Selçuklu? Ya da yönetici zümre?
Halk ile barışık olmak, itaat ve güven sağlamak için ne yapacaktı?
Burada geleneksel toplumlarda var olan medreseye ve ilim ehline, özellikle İslam hukukçularına ihtiyaç vardı; bu ikisinin arası iyi olmak zorundaydı. Kendisi ilk halifeler gibi hukukçu da olmayan sultanların farklı yapıdaki toplumu yönetmek için de hukukçuya gerek duydu. Bunları yüceltti, özerkliğine çok müdahil olmadı.
Fatih’e kadar bu ilişki böyle gitti; sultanlar, medrese ve ilim ehlini el üstünde tuttu. Onlara yüksek maaşlar verdi. Devlet idaresinde imtiyazlı kıldı..
Fatih, devlet dahil her şeyi “merkezileştirirken”, medreseyi ve ilmiye sınıfını da merkezileştirdi, devletin bünyesine aldı, resmi görevli yaptı..
Bugünkü devlet merkezli İslam telakkisi ve içeriğinin kökü de işte tam burada; dinin, “devletin dini” olmasının arka planı da yine burada!
Biz bu dini “din” biliyoruz, halk da böyle biliyor. Devlet etkisi olmadan düşünemiyoruz.
Oysa aynı süreçte veya Selçuklu’da olduğu gibi devlet memurluğunu kabul etmeyen ilim erbabı, özellikle fakihler de vardı ve biz bunları, kavgalarını bilmiyoruz. Bizim kaybımız burada, kafa karışıklığımız da burada!
Gazali’nin “Sultanla yapılacak ticaret de haramdır!” sözü bize bir şey anlatmayabilir; “Sultanın yanına giden ya dininden olur, ya da canından!” sözü de anlamlı gelmeyebilir, sözün bağlamını bilmezsek şayet!
Şayet medrese-devlet ilişkisindeki süreci ve değişimi, bu sözlerin neden söylendiğini bilmiyorsak, ne ifade ettiğini de anlamayız. Burada mesele Gazali’nin “helal ticareti haram kılması” değildir, başka bir şey var. İşte bu “şey”i aramalıyız.
“Ahlak, haram-helal titizliği” bir yanda; “itaat-iktidar ilişkisi” bir yanda; o sözler çok şeyi çağrıştırıyor anlamak isteyene!
Bağlayalım:
“İki tür insan vardır.” ya da “İnsanlar iki kategoriye ayrılır.”
“Ya Allah’ın kulusundur ya da devletin kulu!”
Sonu bağlamadan, buradan “Memuriyet küfürdür.” tekfirciliği çıkartılmamalıdır; okuldu, diplomaydı, vergi levhasıydı vs. kasıt bu değildir. Böyle bir saçmalık murat edilmiyor.
Kasıt veya murat, devletin neyi ifade ettiğini bilmek; devletle kurulacak ilişkide ahlaki titizliği göstermektir.
Ve devlet memurluğundan ilim erbabının çıkmayacağını, ahlaktan bağımsız bir dinin yaşatılmasının mahirlik olduğunun tespitidir.
https://yenipencere.com/kose-yazilari/toplum-ya-allahin-kulu-ya-sultanin-huseyin-alan/