Bugünkü yazımda, yazının başlığından da anlaşılacağı gibi, 18. Yüzyılın başlarında başlayıp, halen içinde yaşayıp büyüdüğümüz ve bunun da tabii bir sonucu olarak kısmen de etkilendiğimiz, fakat işin vahametini tam olarak birçoğumuzun kavrayamadığı veya fark edemediği önemli bir konu üzerinde durmak istiyorum.
Evet, “Batılılaşma mı ? Batma mı ? “
Bu işi iki aşamalı olarak ele almak istiyorum. Birinci aşamada batıyı tanımak, ikinci aşama da ise batının hayata bakış tarzının, bir örnek üzerinden nasıl diğer ülkelere teşmil edildiği, daha açık bir ifadeyle ihraç edildiği noktası üzerinde durmak istiyorum. Şimdi birinci konumuza yani “ Batıyı Tanımak “ konusuna başlayabiliriz.
Batıyı tanımak
Şüphesiz ki batılılaşmayı anlamak için öncelikle batıyı doğru anlamamız lazım. Bunun için sözlerime, bizim gibi batıyı kitaplardan okuyarak değil bizzat yaşayarak öğrenen – bilen o bilge insanın, Aliya Izzetbegoviç’in, çok yerinde olan bir tespiti ile başlamak istiyorum:
“ Bunu hiç unutma evlat!
Batı hiç bir zaman uygar olmamıştır. Bugünkü refahı; devam edegelen sömürgeciliği, döktüğü kan, akıttığı gözyaşı ve çektirdiği acılar üzerine kuruludur “ . Gördüğümüz gibi batının yaptığı iş, uygarlık- medeniyet maskesi altında tam bir medeni vahşettir. Esasen medeniyet dediğimiz şey, gerçekten insanlığa huzur ve saadet getiren, çok kazanıp fütursuzca harcayan değil, helal kazanıp hakça dağıtım yapan, birlikte aç birlikte tok olan, birinin rahatsızlığı diğerlerini de rahatsız eden, kardeşçe yaşama anlayışının hayat tarzı haline getirilmesidir. Bu kardeşçe yaşamanın zirveye çıktığı noktayı Ensar- Muhacir kardeşliğinde görüyoruz:
“ Daha önceden Medine’yi iman ve yurt evi edinenler var ya, onlar kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri zaruret içinde bulunsalar dahi onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir “ ( Haşr,9).
Burada bir noktayı vurgulamadan geçemeyeceğim. Ayetteki iman ve yurt sıralamasına bir bakar mısınız? Önce iman sonra yurt… İman olmadıktan sonra yaşamanın ne anlamı var… Burada neyi önceleyeceğimiz konusu çok önemlidir. Rabbimiz işte bize bunun cevabını veriyor. Elhamdülillah…
İşte medeniyet budur. Peki, bunların hangisi batıda var…
Şimdi Aliya’nın tespitin ışığında biz de bir tespitte bulunalım:
Batı kâinatın hakikatini ona zıt bir gözlükle bakarak, hakikati ters- yüz etmiştir. Bir başka ifadeyle, fıtrat gözlüğü kullanmak yerine, heva ve hevesi öne çıkaran ve bunun da tabii bir sonucu olarak zulmü esas alan bir gözlükle, hayata bakış tarzlarını inşa etmişlerdir. Unutmayalım ki yanlış gözlükle, doğru yanlış görünür.
Şimdi batının bu noktaya gelmesinde temel etken olan ve yaldızlı bir söz olan
“ Aydınlanma Felsefesi “ (!) denilen bir kavram üzerinde durmak istiyorum. Burada (!) işareti kullandım. Çünkü bakalım bunun adı aydınlanma mı , yoksa tamamen karanlığa gömülme mi …?
Aydınlanma kavramı (!) batıda, 17 ve 18. Yüzyıllarda, öncelikle İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ülkelerdeki fikir adamları tarafından ortaya atılan ve kilisenin din adına yaptıkları yanlış uygulamaların da ( Bkz. ENDÜLJANS ) bir sonucu olarak tüm kutsalları yok sayarak her türlü ideolojilerden ve dinden tamamen soyutlanarak hayatın merkezine “ aklı” koyma anlayışıdır. Bu öyle bir anlayıştır ki hayata yön veren tüm anlayışlardan uzaklaşarak aklı putlaştırmaktır.
Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Eğer kilise yöneticileri- papazlar dini bir sömürü aracı haline getirmeselerdi, o zamanki mevcut İncil ya da İnciller( ki bunların sayısı birden fazladır) , insanlık için bir yol gösterici olabilirler miydi? Hatta ayni şeyi Tevrat için de sorgulayabiliriz. Asla, çünkü bunların her ikisi de tahrif edilmişlerdi. Bu öyle bir tahrif edilme ki, burada belki de şirk koşmanın en büyüğü olan ( Allah’u alem) Allah’a oğul isnat etme vardır. Şimdi bunlarla ilgili ayetleri verelim:
“ Yahudiler, Üzeyr Allah’ın oğludur, dediler. Hristiyanlar da, Mesih ( İsa) Allah’ın oğludur dediler. Bu onların ağızlarında geveledikleri sözlerdir . ( Sözlerini) daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da ( haktan batıla ) döndürülüyorlar “ ( Tevbe,30).
“ Rahman çocuk edindi, dediler . Hakikaten siz, çok çirkin bir şey ortaya attınız. Bundan dolayı, nerdeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp düşecekti! Rahman’a çocuk isnadında bulunmaları yüzünden “( Meryem, 88-91).
Yer ve göklerin gösterdiği bu tavrı, kendisini akıllı zanneden, aydın olarak nitelendirilen bu insanlar gösterebiliyorlar mı? Heyhat, ne gezer! Peki, şimdi soruyorum bunun neresi aydınlanma! Hakikate karşı zifiri karanlıkta oldukları halde kendilerini aydınlıkta zannediyorlar. Bunun adı karanlığa gömülmedir. Şimdi tekrar soruyorum: Yer ve gökler mi Allah katında daha canlı, duyarlı, yoksa aydın olarak nitelendirilen bu insanlar mı? Elbette yer ve gökler daha canlı, bunlar ise ölü mesabesindedirler.
Şimdi bir başka nokta- i nazardan problemi incelemeye çalışacağım. 1789 da Fransız ihtilaliyle ortaya atılan özgürlük, eşitlik ve kardeşlik kavramları üzerinde kısaca durmak istiyorum. Mesele yaldızlı sözler söylemek değil, asıl mesele bunların içini doldurmak, yani pratiğe uygulamaktır.
Mesela eşitlik ve kardeşlik kavramlarına bakalım. Hala ırkçılık, siyah beyaz ayrılığın sürdüğü böyle bir ortamda eşitlikten bahsedilebilir mi? Kardeşliğin esas umdesi paylaşım olduğu halde bu insanlar neyi kiminle paylaşmışlardır?
Hele hele özgürlük anlayışı başlı başına bir muammadır. Önce bir tespitte bulunalım: Kişi Allah’a bağlı olduğu kadar özgürdür. Dolayısıyla İslâm tam bir özgürlük fermanıdır. Çünkü İslâm’da kulluk sadece Allah’a yapılır, izzet ve şeref de, özgürlük de budur. Pratik hayatta Allah’tan ilişiğini kesip, heva ve hevesinin kulu olan ve bunun da tabii bir sonucu olarak birçok sahte ilahlar edinen, bunların arzu ve isteklerini yerine getirmek için farkında olmadan devamlı çaba gösteren bu insanların özgürlüklerinden söz edilebilir mi.? Sanayi devrimiyle makinanın bir parçası hâline getirilen insanın mutluluğundan bahsedilebilir mi?
Sonuç olarak şunu ifade edelim ki, bilimsel ve teknik gelişmelerin ekonomiye uygulanması sonucu çok üretip hoyratça harcayan ve bunun da tabii bir sonucu olarak malı kutsayan ve malın malı haline gelmiş, her türlü ahlaki normlardan uzak bir toplumla karşı karşıyayız. Şüphesiz ki bu söylediklerimiz, batı mantalitesini taşıyan dünyanın diğer tüm ülkeleri için de geçerlidir. Aslında bu konuda, bilgi açısından da birçok şeyler söylenebilir. Bunlara literatürde ulaşabilirsiniz. Benim amacım sizlere bilgi vermekten ziyade bir bakış açısı sunmaktır.
Selâm ve muhabbetle,