Not: Bu yazı daha önce kaleme alınmış olan “İslâm’ın Önündeki Tuzaklar “ yazısının bir devamıdır.
Bir önceki yazımda dıştaki ( ABD, AB,…) İslâm düşmanlarının kavramlar üzerinde oynayarak İslâm’ı, dolayısıyla Müslümanları nasıl saptırmak istedikleri üzerinde durmuştum. Bunların bu davranışları bilerek İslâm’a karşı yapılan bir saldırı idi . Bu günkü yazımda ise İslâm ülkeleri denilen ülkelerde bilerek ya da bilmeyerek, kavramların içi boşaltılarak ya da kavramların içinde bizzat Allah Azze ve Celle’ye ait olan isim ve sıfatların, yine kendileri gibi beşer olan insanlara verilerek, İslâm’ın önünde nasıl bir perde oluşturdukları üzerinde durmaya çalışacağım. Önce bir noktayı açıklığa kavuşturmak istiyorum. Yukarda dikkat ederseniz “İslâm Ülkeleri Denilen” bir kavram kullandım. Evet sözüm ona bu gün elliden fazla İslâm ülkesi ve buralarda yaşayan iki milyar civarında insan var. Mevcut dünya düzenine ayak uydurmuşlar, Birleşmiş Milletler çatısı altında hayatlarını idame ettiriyorlar! Bu kadar kalabalık olmalarına rağmen düşmanların kalplerine en küçük bir korku salabiliyorlar mı? Hayır! O halde burda bir problem yok mu? Vaktiyle Mute savaşında üç bin kişilik İslâm ordusu yüz bini aşan Bizans ordusuyla savaşıp ,onları perişan edip korkutmadı mı!? Müslümanlardan bilgi almak niyetiyle Heraklıyus’un elçisi geri geldiğinde şöyle diyordu: Biz onları yenemeyiz. Çünkü bizim dünyayı sevdiğimizden daha çok onlar ölümü seviyorlar… Sırası gelmişken Aliya İzzet Begoviç’in bir sözünü hatırlatmadan geçemeyeceğim : “ Savaş ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir”.
Şüphesiz İslâm ülkesi demek, Allah’ın hükümlerinin geçerli olduğu, hakimiyetin kayıtsız şartsız sadece Allah’a(cc) ait olduğu ve buna göre bir hayat tarzının yaşandığı ülke demektir. İslâm ülkeleri denilen bu ülkelerde ise ya , hayat tarzını düzenleme noktasında Allah’ın hükümleri bir tarafa bırakılarak laik- seküler bir hayat tarzı tercih edilmiş ya da bazı ülkelerde , kendi iç bünyesinde kısmi olarak da olsa şeriat kanunları uygulanmış ama uluslar arası ilişkilerde İslâm’a göre dost ve düşman kavramları dikkate alınmadan kendi idarelerinin devam etmesi karşılığında , ülkenin gelirlerinin bir kısmını İslâm’a düşman olan ülkelere tahsis etmişlerdir. Mesela bunların en başta geleni Suudi Arabistan’dır. Suud ailesi ürettikleri petrolün yaklaşık üçte birini Amerika’ya peşkeş çekmiştir. Yine bu ülkelerin bir çoğunda , dinin esası yerine genelde hurafeler, menkıbeler , kerametler, mezhepler , meşrepler, tarikatlar , … vs yer almıştır . Tarikatlar deyince bu nokta üzerinde kısaca durmak isterim.
Malumunuz , genelde tarikatlarda şeyh- mürid ilişkileri açısından şöyle bir mantalite vardır: “şeyh ne söylerse , mürid onun dediğine itiraz etmeyip aynen yerine getirmeli ,aksi halde onun feyzinden istifade edemez “. Bir başka ifadeyle mürid şeyhine karşı aklını ve iradesini devre dışı bırakmalıdır. Bu bakış tarzı çok tehlikelidir, suiistimallere açıktır. Bu müridin şeyhine layüsel gözüyle yani hesap sorulamaz gözüyle bakması demektir. Halbuki layüsel olan ancak Allah azze ve celle’dir. Kısacası müridin ilkeye değil , kişiye kayıtsız- şartsız bağlanması demektir. Böyle bir anlayış olabilir mi ! ?…Şimdi sizlere insanlar arasındaki ilişkinin peygamber de olsa , doğru bir zemine oturtulması konusunda İslâm tarihinden bir örnek vermek istiyorum :
“ … Rasulullah( as) , Bedir savaşı sırasında , Bedir’e vardığında karargahını bir yere konakladı. Hubâb b. Münzir , Rasulullah’ın yanına geldi ve şöyle dedi : Ya Rasulullah buraya vahiyle mi konakladın yoksa kendi görüşün müdür ? Rasulullah ( as) kendi görüşü olduğunu söyleyince , Ya Rasulullah burası karargah için uygun değildir. Kurereyşlilere en yakın olan
suyun başına gidelim ve orada konaklayalım. Konakladığımız suyun gerisindeki bütün kuyuları kapatalım ve o suyun üzerine bir havuz yaparak içini su ile dolduralım. Rasulullah( as) bu teklifi uygun buldu ve oraya konakladılar ( İbn. Hişam, ll,259-260; İbni Sa’d , ll,,15).
Bir de şeyhler, sanki kendileri cenneti garantilemişler gibi, müridlerine cennet vaad ediyorlar . Cennet o kadar ucuz değil ki… ( Bakara, 214). Bakınız Peygamberimiz ( as) ne buyuruyor :
“Ey Rasûlullah’ın kızı Fatıma: Sen de canını Allah’tan satın almaya çalış ; zira senin için de bir şey yapamam. Babam peygamber diye sakın amellerinde ihmalkârlık yapma “
( Buharî,Vesâyâ, ll ; Tefsir (26), 2 ; Müslim, İman 348-352).
Yine Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
“ Hiç kimse kendi ameliyle ( kendi ameline karşılık) cennete giremez “ . Sahabiler: Sen de mi Ya Rasulullah dediklerinde, evet ben de meğer ki Rabbim beni rahmetinin kucağına almış olsun “
( Buharî, Rikaz, 18 ; Müslim , Münafikîn, 71-73).
Gördüğümüz gibi , kayıtsız – şartsız itaat , “ İşittik ve itaat ettik”( Bakara,285) sözcükleriyle belirtildiği gibi sadece Allah’a ( cc) , “ Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının “(Haşr,7) ilâhi emri mucibince peygambere ve onun getirdiği vahye karşı söz konusudur.
Şimdi birkaç sözle de olsa mezhep ve mezhepçilikten bahsetmek istiyorum. Hemen şunu ifade edeyim ki mezhepler siyasi partiler gibi kurulmuş teşkilatlar değildir. Hatta mezhep imamları dediğimiz İmam Ebû Hanife, İmam Malik, İmam Ahmet b. Hanbel ve İmam Şafî bir mezhep kuralım diye ortaya çıkmamışlardır. Bunlar ( Allah ( cc) hepsinden de razı olsun) belli zamanlarda , belli toprak parçası üzerinde ikamet eden ve ümmetin sorunlarını Kur’an ve sünnet ışığında çözmeye çalışan müttakî ve mümtaz şahsiyetlerdir. Hatta rey ehli olarak bilinen Ebû Hanife bile bir görüş ortaya attığında ,bu görüşün gerekçesi olarak kullandığı hadisi zikretmiş ve şöyle demiştir: Benim kullandığım hadisten daha kuvvetli bir hadis bulursanız benim görüşümü çöpe atınız diyecek kadar mütevazi ve sünnete bağlı muhterem bir şahsiyettir. Ve hiç bir imam benim görüşüm seninkinden daha doğrudur dememiştir.
Hâl böyleyken, ne yazık ki mezheplerin müntesiplerinden bazıları, benim mezhebim seninkinden daha iyidir diyerek, cahiliyenin siyasi parti tutması gibi bir yola gitmişlerdir . Bir başka ifadeyle mezhepçilik yapmışlardır. Yukarda ifade ettiğim gibi böyle bir yola bu muhterem şahsiyetler asla tevessül etmemişlerdir. O zaman şu soruyu sormaya hakkımız yok mu? Hani siz mezhep imamınızı takip ettiğinizi söylüyorsunuz, o halde niçin onun takip ettiği yolu izlemiyorsunuz… Kaldı ki mezhep imamları tabiri de bu Mümtaz insanlar hakkında sonradan kullanılmıştır. Yani ben bir mezhep imamıyım diyerek yola çıkmamışlardır.
Sonuç olarak şunu belirtmek isterim ki , saptırmaların her çeşidine karşılık mü’minler güvence içindedirler . Bakınız Rabbimiz ne buyuruyor : “ Ey iman edenler ! Siz kendinize bakın . Siz doğru yolda olunca sapan kimse size zarar veremez . Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık O,size yaptıklarınızı bildirecektir “( Maide,105) . Dikkat edersek ayette bir yan şart var ! “ Siz doğru yolda olunca” . Doğru yolda olmak demek , yolun doğrusunu göstermenin sadece Allah’a ait olduğunun farkında olmak , onun dışındaki bütün beşeri kaynaklı yolları reddetmek ve bunun gereğini yapmak demektir . Aslında bu konuda söylenecek çok söz var,ben sadece küçük bir pencere açmak istedim.Şimdi son olarak da müslümanların yapması gereken şeylerle ilgili ve bunların önündeki engellerle ilgili çok kısa bir değerlendirme yaparak sözlerime son vermek istiyorum.
Müslüman her şeyden önce üzerinde bulunduğu nimetin farkında olmalı. Taşıdığı meşalenin misyonunu çok iyi kavramalı, tanımalı. Unutmamalıdır ki bu meşale tüm peygamberlerin taşıdığı “La İlahe İllellah “ meşalesidir. Bu öyle bir meşaledir ki tüm Kur ‘an ayetlerinin bu meşaleyi tanıtmak için nazil olduğunu söylersek sanıyorum abartmış olmayız. Çünkü “ La İlahe İllellah “ ın açılımı Fatiha süresi, Fatiha suresinin de açılımı Ku’an’dır. Yani tevhid akidesi bu dinin temelidir, olmazsa olmazıdır. Onun için Müslümanın esas görevi, inançta tevhid ümmette vahdet bilincini oluşturmaya gayret göstermektir. İnancda tevhid bilinci gerçek anlamda, mana ve mahiyeti itibariyle oluşursa bunun tabii bir sonucu olarak da ümmette vahdet bilinci oluşur.
Şimdi sizlere bununla ilgili mealen islâm tarihinden canlı bir tablo aktarmak istiyorum. Evet, Mus’ab b. Umeyr’den bahsetmek istiyorum: Mus’ab b. Umeyr, Bedir savaşı sırasında, kendi kanbağı kardeşini tutan bir Müslümana ,” kardeşim onu sıkı tut , onun annesi çok zengindir” diyor. Bunun üzerine Mus’ab’ın kan- bağı kardeşi Mus’ab’a “ ben senin kardeşin değil miyim ,sen ona kardeşim diyorsun “ . Mus’ab da “ hayır benim kardeşim seni tutandır” diyor. Bu durum Mus’ab’ın kan- bağı kardeşini çok etkiliyor. Annesinden fidye geldikten sonra kendisine gidebilirsin serbestsin deniliyor. Kan- bağı kardeşi gitmeyeceğini ,kendisinin de Müslüman olduğunu söylüyor. Peki daha önce bunu niçin söylemedin denilince, istedim ki annemin imkanları Müslümanlar tarafına geçsin…
İşte İslâm budur , işte ümmette vahdet budur. Buna göre müslümanı matematik diliyle tarif edersek şöyle söyleyebiliriz : Müslüman, konumunu – koordinatlarını doğru yerde belirleyen kişidir. Müslümanın bir başka görevi de bulunduğu ortamda rahat yaşamak değil, müslüman olarak yaşanacak ortamları oluşturarak tebliğ görevini yerine getirmektir. Bu manada önündeki en büyük engellerden birisi de dünyevileşmedir. Yani dünyaya aşırı bağlanma ve bunun tabii bir sonucu olan ölümden hoşlanmama , ölümü kerih görmesidir.Bu öyle sinsi bir duygudur ki sizi Allah yolunda cihad etmeye engel olur.Hatta bu durum sahabenin hayatında bile görülmüştür. Mekke’de savaşmak isteyen müslümanlardan bazıları , Medine’ye hicret edip orada ev bark sahibi olunca , savaşla ilgil ayetler de nazil olmaya başlayınca “ Ya Rabbi savaşı bize niçin yazdın ,biraz erteleseydin, olmaz mı “ demeye başladılar. Rabbimiz “ dünya hayatı geçicidir, asıl kalınacak mekan ahirettir” buyurarak onları uyarmıştır. Düşünüyorum da bunu söyleyen müslümanlar , şu andaki bizim durumumuza göre çok daha fakir kimseler idiler. Dünyanın bütün cazibesiyle her tarafımızı kuşattığı böyle bir ortamda azami ölçüde dikkatli olmalıyız.
Peygamberimiz ( as) “ dünyevileşme ve ölümden hoşlanmama hadisesini “vehn” olarak tarif etmiştir ve şöyle buyurmuştur:
“ Diğer milletler, tıpkı sofraya yemek için üşüşen insanlar gibi sizin üzerinize üşüşecekler. Bunun üzerine sahabiler: Ya Resulullah, o gün sayımız çok mu az olacak? Efendimiz( as) : Hayır der. Bilakis o gün sayınız çok olacak. Fakat siz – çokluğunuz- bir akıntıya taşınan çer- çöp gibi olacaksınız.Allah düşmanlarınızın kalbinden sizin korkunuzu silecek, sizin kalbinize de “ vehn” verecek. Bunun üzerine sahabilerden biri sorar: Vehn nedir Ya Resulullah ? O da buyurdu ki “ dünya sevgisi ve ölümden hoşlanmamak” ( Süneni Ebû Davut : 4/111, hadis no 4297. ; Müsnedi Ahmet : 5/278, hadis no 2/ 359). Esasen ölüm dediğimiz hadise, bizim için iştiyakla beklediğimiz Rabbimize kavuşma noktasındaki bir engelin ortadan kalkması değil midir ? Buna üzülmek değil, sevinmek gerekir…
Peki bu vehn hastalığının ilacı yok mudur? Bir çok etkenlerin yanısıra ,benim acizane kanaatim infaktır. Bunun içinde mal ve canın bize emanet olarak verildiğinin farkında olmak ve bunun gerçek sahibinin Allah Azze ve Celle olduğunu yakinen idrak etmektir. Bunun anlamı biz kendimize ait olan bir şeyi vermiyoruz, emanet olarak verileni, Emanetin Sahibi yolunda sarf ediyoruz demektir. Allah ( cc) sahip olduğu bu iki unsuru, lütfu kereminin bir gereği olarak cennet karşılığında satın almıştır ( Tevbe, 111). Bundan daha büyük kârlı bir alış- veriş olabilir mi! ?Elhamdülillah…
Selâm ve muhabbetle,